TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SURİYE KAVŞAĞI: DAVUTOĞLU’NUN ‘TUTARLILIK’ İKİLEMİ

upa-admin 31 Temmuz 2012 5.286 Okunma 0
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SURİYE KAVŞAĞI:  DAVUTOĞLU’NUN ‘TUTARLILIK’ İKİLEMİ

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı süresince önce danışman, 2009 yılından bu yana ise Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun yön verdiği 2000’li yıllardaki Türk dış politikası, son günlerde ve haftalarda çok önemli bir dönemeçten geçiyor. Bu dönemecin adı Suriye kavşağı… Bu yazıda akademisyen kökenli bir siyasetçi ve Dış İşleri Bakanı olan Davutoğlu’nun  “stratejik derinlik” adını verdiği Türk dış politikasına yön veren çizgisinin Arap Baharı sürecinde yaşadığı zorluğa dikkat çekecek ve Davutoğlu’nun yaşadığı ‘tutarlılık’ ikilemini masaya yatıracağım.

Davutoğlu’nun göreve geldikten sonra izlemeye çalıştığı politika; daha önce teorik çerçevesini çizdiği şekilde 21. yüzyılın küreselleşme ve bölgeselleşme trendlerine uyum sağlayarak Osmanlı bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eski İmparatorluk coğrafyasında “oyun kurucu” bir aktöre dönüşmesini sağlamaktı. Bunun yolu olarak da “komşularla sıfır sorun” olarak ifade edilen politika ile; Türkiye’nin yakın komşuları ve diğer bölgesel aktörlerle giderek daha bütünleşen bir ekonomi politikası belirlemesi, vizeleri kaldırarak ticaret hacmini arttırması ve ekonomik büyüme oranlarını yükseltmesi, kendi kültürel öğelerini daha baskın kullanarak bu bölgede bir “yumuşak güç” merkezine dönüşmesi hedefleniyordu. Davutoğlu’nun geliştirdiği bu yaklaşım sonucu Türkiye 2000’li yıllarda Orta Doğu coğrafyasındaki demokrasi dışı aktörlerle yakın ilişkiler geliştirmekte beis görmemiş, İran, Suriye ve Libya ile olan ilişkiler çok üst düzeylere taşınmış, Hamas üyeleriyle doğrudan temas edilerek Filistin iç siyasetinde İsrail’le ilişkileri bozmak pahasına ‘taraf’ olunmuştur. Öyle ki Suriye ile ortak Bakanlar Kurulu toplantıları yapılmış, Suriye lideri Beşar Esad’ı “aile dostu” olarak nitelendiren Başbakan Erdoğan kendisini tatilde Türkiye’de ağırlamıştır. Bu noktada Orta Doğu’da reformlar yoluyla yavaş bir değişim-dönüşüm bekleyen Davutoğlu’nun öngöremediği, bu sürecin sonucunda yaşanacak olan “Arap Baharı” olmuştur. Dışarıdan etkiler ve Orta Doğu’daki iç dinamiklerin birleşmesiyle ortaya çıkan Arap Baharı süreci, Türkiye’nin bu üst düzey ilişkiler kurduğu ülkelerin yönetimlerinin devrilmesi anlamına gelmektedir. İçerideki meşruiyetini halk desteği ve demokrasiden kazandığı ve Türkiye’deki seküler yapı ile yürüttüğü mücadeleye dışarıdan desteği demokrasi üzerinden sağladığı için bu süreçte Davutoğlu “kendisiyle tutarlı olmak adına” halk hareketlerine destek çıkmış, Başbakan’ın Libya meselesindeki sendelemesi haricinde bu sürece hep koşulsuz destek olmuştur. Hükümet de Davutoğlu’nun çizgisine paralel politikalar izlemiş, Dış İşleri’nin tecrübeli kadrolarının uyarılarına karşın bu mantıkta ilerlenmiştir. Ancak bu noktada Davutoğlu ve Türk dış politikası önemli bir ikilemle karşılaşmıştır…

Dış politika algılaması idealizm adı verilen ekole yani belirli idealler ve hedefler (demokrasi, insan hakları) üzerine kurulu olan Davutoğlu, bir akademisyen tutarlılığı içerisinde bu sürece destek olurken, bu süreçte Türkiye yakınlaştığı rejimlerin liderlerinin devrilmesi sonrası Batı karşısında ekonomik açıdan gerilemiş, daha önemlisi Suriye Krizi neticesinde “İki Kürdistan senaryosu” ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu noktada Türk Hariciyesi’nde Onur Öymen gibi deneyimli isimlerinin koruduğu gözlemlenen geleneksel realist (gerçekçi) refleksleri görmezden gelen Davutoğlu, kendi akademik tutarlılığını sağlamak ve kuramını doğru çıkarmak adına Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehlikeye atacak bir noktaya gelmiştir. Evet Soğuk Savaş kalıntısı Baas rejimleri yıkılmıştır ama ne pahasına yıkılmıştır? Türkiye’nin ulusal güvenliği ve bütünlüğünü tehdit etmesi muhtemel “İki Kürdistan” hatta “Büyük Kürdistan” senaryosu pahasına… Sayın Davutoğlu’nun tutarlı olmak istemesi anlaşılır ve güzel bir hedeftir, ancak bu hedefi gerçekleştirmek adına realizmi hiçe sayarak ülkeyi büyük bir güvenlik tehlikesine sokması doğru bir hareket değildir. Unutulmamalıdır ki, “oyun kurucu” sözüne kaynaklık eden basketbol sporundaki Steve Nash benzeri en tempolu oynayan ve dominant guardlar dahi çeyrek ve maç sonlarında zamana ve skora göre oyun temposunu düşürmekte, skoru güvence altına almak adına daha temkinli hareket edebilmektedir. Siyaset özellikle de dış politika; bazı hedeflerin ve ideallerin savunulması kadar (idealizm-liberalizm) ulusal çıkarların maksimize edilmesiyle de (realizm) alakalıdır. Aksini düşünmek büyük bir naifliktir…

Davutoğlu politikasının bir diğer önemli hedefi olan Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesi ve bu yolla Kürt ulusçuluğunun ekonomik entegrasyonla aşılabilmesi de bu süreçte başarılı olamamış ve Kürt ulusçuluğu zayıflamadığı gibi bölgede Barzani gibi aktörlerin pan-Kürdizm hayallerini tetikleyen olumsuz bir atmosfer oluşmuştur. Kuzey Irak’ta özerk bir yapıyı daha önce kabul eden, hatta yakında burada ilan edilmesi muhtemel bağımsız bir Kürt devletine soğuk bakmadığı düşünülen AKP hükümeti, Davutoğlu’nun tutarlılığını korumak adına yakında Kuzey Suriye’deki özerk veya bağımsız bir Kürt entitesini de tanımak zorunda kalabilecektir. Zira Kuzey Suriye’de de Kuzey Irak’ta olduğu gibi nüfus yapısı özerk ve hatta bağımsız bir Kürt bölgesini beraberinde getirebilir. Sayın Davutoğlu’nun salt idealizm üzerine kurulu ve tutarlı olma hedefli politikası bu konuda yeniden test edilecektir. Ayrıca bu sürecin iç politikaya da çok ciddi etkileri olacak ve Türkiye’de siyasal istikrar ve demokrasi zemini büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Bunlara ek olarak, iktidarı döneminde halihazırda Kuzey Irak’ta bir Kürt özerk bölgesi (yakında muhtemelen Kürt devleti) kurulan Başbakan Erdoğan’ın tarihe “Başbakanlığı döneminde iki Kürt devleti kurduran Türk Başbakanı” olarak geçmek isteyip istemeyeceği de son derece tartışmalıdır. Bu noktada Başbakan’ın son haftalarda medyada Davutoğlu aleyhine estirilen kampanyalarda sessiz kalması, aslında onu zannedildiği ölçüde sahiplenmediğini göstermektedir. Zira Erdoğan’ın olası Cumhurbaşkanlığı sonrası adı AKP liderleri arasında favori olarak geçen Davutoğlu’nun bu yıpranma sürecine sessiz kalan Erdoğan, nasıl bir tesadüftür ki aynı süreçte Has Parti lideri Numan Kurtulmuş’u partisine davet etmektedir?

İki Kürdistan senaryosu şüphesiz ki Türkiye’deki Kürt ulusçuluğunu tetikleyecek ve Türkiye’deki siyasal istikrarsızlık ortamını arttıracaktır. BDP’nin bu süreçte özerklik, Öcalan affı, bağımsızlık ve Büyük Kürdistan gibi konuları Türkiye siyasetinin gündemine taşıması ve toplumu kutuplaştırması muhtemeldir. Bu süreçte doğal olarak CHP’nin “ulusalcı kanadı” ile MHP’nin “milliyetçi öz”ü de harekete geçecektir. Tüm iyi niyetine rağmen CHP’yi ulusalcı eksenden çıkarıp, sosyal demokrat bir partiye dönüştürme iddiasıyla başa geçen Kılıçdaroğlu’nun bu ortamda doğması muhtemel ulusalcı bir dalgayı sahiplenmesi zor gözükürken, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin saygın ancak toplumsal desteği eksik muhalefeti de bu tepki dalgasını sahiplenebilecek etkide gözükmemektedir. MHP’nin lider adaylarından Koray Aydın’ın da olası liderliğinde böylesi bir etkide bulunması toplumsal karşılığının yeterince güçlü olmaması sebebiyle zor gözükmektedir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde CHP’deki ulusalcı kanattan Kılıçdaroğlu’nu devirmeye ya da çizgisini değiştirmeye zorlayan bir hamle gelmesi ya da bu dalgayı sahiplenebilecek merkez veya merkez sağda yeni bir oluşumun kurulması gündeme gelebilir. Merkez veya merkez sağda böylesi bir iktidar alternatifi ortaya çıkarsa, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ve TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu gibi isimler sahneye çıkabilecek potansiyeldeki ender kişilerdendir. Kürdistan tartışmalarının Türk Silahlı Kuvvetleri üst yönetimi ve alt kadrolarında da büyük bir huzursuzluk yaratacağını tahmin etmek zor değildir. Toplumsal dinamiklerin zorlamasıyla iki önemli ideolojik ilkesinden biri olan laiklik konusunda geri adım atmak zorunda kalan ve tüm varlığını “ulusal bütünlük” üzerinde yoğunlaştıran Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, bu konuda da geri adım atması varlığını inkar etmek anlamına gelecektir. Her halükarda Türkiye siyasetini dış politika ile paralel bir şekilde şekillenecek hareketli bir gündem beklemektedir.

Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.