AMERİKAN BAŞKANLIK SEÇİMLERİ VE KÜRESEL LİDERLİK

upa-admin 22 Kasım 2012 3.286 Okunma 0
AMERİKAN BAŞKANLIK SEÇİMLERİ VE KÜRESEL LİDERLİK

Akademik Perspektif dergisinde yayınlanan, ABD Başkanlık seçimleri, Suriye krizi ve Çin konulu Hüseyin Can Coşkun ile yaptığım mülakatımı aşağıda sizlerle paylaşıyorum.

AMERİKAN BAŞKANLIK SEÇİMLERİ VE KÜRESEL LİDERLİK

Röportaj: Hüseyin Can Coşkun

Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Dr. Ozan Örmeci: “Amerikan seçimlerinde bazı faktörler ekonominin de önüne geçti. Romney seçilseydi Asya’ya gidiş gecikebilirdi. Amerika seçimler yüzünden Suriye konusunda kafasını kuma gömdü. İsrail Amerikan dış politikasında ne kadar etkili olacağını giriştiği operasyonla belli etti. Obama’nın yeni hedefi Çin’in Asya’daki ekonomik gücüne karşı alternatifler oluşturmak.’’

Amerikan Başkanlık seçimleri sonra ermesine rağmen etkileri halen devam ediyor. Dünya için Amerika’nın bundan sonra ne yapacağı merak konusu. Amerikan seçimlerinde kazananı hangi faktörler belirledi? Suriye’ye demokrasi götürülebilecek mi? Amerika’nın Ortadoğu politikasında bir değişiklik olur mu? Amerika’nın dış politikasında İsrail etkisi ne kadar büyük? Amerika-Çin ilişkilerinde neler değişir? Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Dr. Ozan Örmeci ile Amerikan seçimleri ve dünya politikası üzerine konuştuk.

¤¤¤

DÜNYA LİDERİNİ SEÇİYOR

-Amerikan Başkanlık seçimleri uzunca bir süre dünya ve Amerikan kamuoyunu meşgul etti. Bu küresel etkinin sebepleri nelerdir?

Dediğiniz gibi Amerikan Başkanlık seçimleri son yıllarda belki de daha önce hiç görülmediği şekilde bu sene dünya kamuoyunu 6 ay öncesinden başlayarak ciddi şekilde etkiledi, dünya medyasında yer buldu. Aslına bakılırsa Türk medyasında da inanılmaz yer buldu. Esprili bir şekilde söylersek; Türkiye’deki seçimlerde bile yayınlar sabaha kadar devam etmezken, Amerikan Başkanlık seçimlerinde -biraz da zaman farkının etkisiyle tabii ki- gece başlayan yayınlar sabaha hatta öğlene kadar devam etti ve adeta kendi ülkemizde bir seçim yapılıyormuş gibi insanlar uykusuz kalarak seçim programlarını izlediler. Bunun bence birkaç temel sebebi var. Tabii ki birincisi Amerika Birleşik Devletleri’nin hala dünyada lider ülke konumunda bulunması. Gerek ekonomik, gerek askeri anlamda, özellikle askeri anlamda dünyada en güçlü konumda olan ülke hala Amerika Birleşik Devletleri. NATO dediğimiz askeri kanadın da lideri. Aynı zamanda ekonomik olarak da Çin’in hızlı yükselişine karşın bir süre daha, yani 10-20 yıllık bir zarfta dünyada ekonomik liderliğini sürdüreceği görülüyor. Bu nedenle dünyanın siyasi lideri olarak da bugün hala Amerika Birleşik Devletleri’ni gösterebiliriz. Tartışmalı konularda, dış politikada bugün mesela Suriye ile ilgili bir konu olduğu zaman Amerika’nın ne diyeceği, ne yapacağı ve ona tepki olarak Rusya ve Çin’in nasıl pozisyon alacağı gibi tartışmalar cereyan ediyor. Bu da Amerika’nın hala dünya lideri olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bütün dünya kamuoyunda -yani sadece Türkiye’de değil- Amerika’daki seçim önem kazanıyor, çünkü dünyanın gidişatına bir yön verilebileceği fikri buradan doğuyor.

Ülkemizde de aynı yaklaşımı fazlasıyla görmek mümkün. Aynı zamanda yaklaşık 60 yıldır biz bir NATO üyesi ve Amerika ile müttefiklik ilişkisi içerisinde olan bir ülke olduğumuz için, dolayısıyla ilişkinin bir de bu boyutu var. Son dönemde sıkıntılı süreçlere rağmen bu seçimin Türkiye açısından diğer ülkelere nazaran daha önemli olduğu söylenebilir. Bir diğer sebep de tabii Amerika’da siyasal kutuplaşma ve partiler arası ve liderler arası farklılıkların yakın geçmişte hiç olmadığı kadar ciddi boyutlara ulaşması, yani Obama ve Romney, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında büyük bir yarışın ortaya çıkmasıdır. Daha önceleri genel görüş hangi parti gelirse gelsin Amerika’nın devlet politikası vardır, bu değişmez ve aynı politikalar hiç kesintiye uğramadan devam eder şeklindeydi. Ancak bu gerçeği kabul etsek bile, uygulanacak yöntemler arasında ilk kez bu kadar keskin farklılaşmalar ortaya çıktı. Obama’nın ve Romney’nin söylemlerine bakıldığında, izleyecekleri politikaların en azından yöntemler açısından ciddi şekilde farklılık gösterebileceği düşüncesi doğdu. Tabii ki bir savaş potansiyeli & riski olduğu da ortadaydı. Gerek İran meselesinde, gerek Suriye konusunda Romney gelirse belki daha şahin politikalar izleyebileceği düşünülüyordu. Dolayısıyla orta ve uzun vadede Amerika’nın dünyada takınacağı genel tavrın dışında, kısa vadede İran ve Suriye konusunda her an bir müdahale ve savaş çıkması riski düşünüldüğü için Amerikan Başkanlık seçimine üst düzeyde odaklanıldı. Tabii ki bir diğer önemli sebep de çekişmeli yarışlar her zaman ilgiyi arttırır. Yani bir futbol ligini düşünün; şampiyon 9-10 hafta önceden belli oluyor… İzleyenlerin bu ligi takip etme oranı azalacaktır. Ama şampiyon son hafta belirlenirse; böyle bir foto-finiş ile mücadele sonuçlanırsa tabii ki ilgi de artacaktır. İzleyenlerin heyecan düzeyi de artacaktır. Obama ve Romney rekabeti için de bütün anketlerde başa baş gittikleri söylenildi. Bir ara Obama farkı açıyor gibi oldu, ama daha sonra Libya’da Büyükelçinin öldürülmesi olayının Obama’nın oylarını düşürdüğü iddia edildi. Daha sonra Sandy kasırgasının etkilerinin seçimlere olumlu veya olumsuz nasıl yansıyacağı konusunda emin olunamadı. Ama gördüğümüz kadarıyla Obama’nın kasırga sonrası gösterdiği liderlik seçim sonuçlarına olumlu yansıdı. Yine İran ve Suriye gibi savaş potansiyeli olan konular nedeniyle dünyada bütün gözler Amerikan seçimlerine odaklanmıştı.

Son olarak da şunu söyleyebilirim; Amerika’nın Başkanlık seçimlerini dahi nasıl Hollywood sinemasını, pop yıldızlarını ya da başka yumuşak güç unsurlarını kullanıyorsa yine çok iyi bir şekilde aslında dünya liderliğini gösteren, kendi seçimlerini bir uluslararası, bir küresel seçim gibi sunabilme başarısına da burada işaret etmemiz gerekiyor. Bunu her ülke yapamayabilir. Rusya seçimleri de önemli. Çin’de de biliyorsunuz başkan değişti. Şi Cinping Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı oldu. Ama Çin’in bu seçimi bir dünya seçimi gibi pazarlama amacı olmadı. Amerika’nın seçimi aslında Amerika’nın kendisinin de pazarlama ve satma yeteneğinin üst düzeyde olduğunu ve bunu bir yumuşak güç unsuru adeta bir dünya lideri seçiliyormuş gibi bunu yansıtmasının da etkili olduğunu düşünüyorum.

HALK OBAMA’YA 2. BİR ŞANS VERDİ

-Amerikalı seçmenin tercihinde ekonominin ön planda olması ve işsizlik oranının % 7,9 gibi bir sayıya ulaşmasına rağmen Obama nasıl oldu da ikinci kez Başkan seçildi?

Genelde biz seçim davranışı ya da oy verme davranışını İngilizce “voting behavior” dediğimiz konuda işliyoruz. Bu alanda siyaset bilimi literatüründe “rational choice model” diye bir şeyden bahsederiz. Genelde insanların rasyonel aktörler olduğu, bireylerin bu sebeple ekonomik performansların iyi olduğu bir hükümet döneminde o hükümete oy verme oranının artacağı, ekonomik performansı kötü olduğunda ise bu oranın düşeceğini iddia ederiz. Böyle bir teori vardır. Buna aynı zamanda literatürde ‘’retrospective voting’’ adı da verilir. Yani geçmişe yönelik oy kullanma olarak da çevirebiliriz. Buna göre dediğim gibi ekonomik performansı başarılı olan bir hükümet oylarını arttırır, ekonomik performansı düşük olan bir hükümetin ise oyları azalır, hatta seçimleri kaybetme ihtimali bile olur. Türkiye’de de mesela 2007 seçimlerini açıklarken genelde insanlar o dönem seçim sonuçlarını daha çok Cumhuriyet mitingleriyle, ya da bu mitinglere başka kesimlerin duyduğu tepkiyle açıklarken, mesela A&G şirketinden Adil Gür seçimleri daha ziyade ekonominin 2002-2007 arası 2001 hükümetinde yapılan değişiklikler ve Kemal Derviş programından sonra düzene giren ekonominin hızla büyümesi nedeniyle 5 sene boyunca Türkiye’nin ekonomik olarak çok başarılı performans göstermesiyle açıklamıştı. Yani olayı siyasetten çok ekonomiye bağlamıştı. Bence de bu yaklaşım doğru ve yerindeydi.

Amerikan seçimlerinde ise dediğiniz gibi bunu doğrulamayan bir sonuç var. Obama’nın ekonomik performansının iyi olmadığını söyleyebiliriz sanırım. En azından Amerikalıların çoğunluğunun bundan memnun olmadığını biliyoruz. Burada bence yine bazı çok önemli faktörler ekonominin bile önüne geçti. Bunlardan birincisi;  her ne kadar Mitt Romney son yıllarda Cumhuriyetçilerin bulamadığı kadar iyi bir aday idiyse de, Obama’nın bireysel özellikleri seçmen popülasyonu düşünüldüğünde farklı seçmen grupları üzerinde sanırım daha etkili oldu. Obama Afrika kökenli bir Amerikan vatandaşı, sempatik bir insan, çeşitli karizmatik fiziksel özellikleri var. Basketbol oynamış, müzikle ilgileniyor vesaire… Obama’nın insanlara sempatik gelen özellikleri var. Tam böyle “WASP” dediğimiz beyaz Amerikalı modeline uymayan Amerikalılar için değişik gelen sempatik gelen bir lider. Daha önemlisi dış dünyada da çok destek alabiliyor. Yani Müslümanlar biliyorsunuz büyük ölçüde Obama’yı destekledi. Ortadoğu’da belki yüzde yüz fikir birliği olmasa da, Müslümanlar “kötünün iyisi” olarak Obama’yı gördüler. Genel olarak Obama’ya daha sıcak bir bakış vardı. Türkiye’den de Obama’ya daha sempatik bir bakış vardı.

Öte yandan barış düşüncesinin ağır bastığını ve Amerikan halkının savaşlardan yorgun olduğunu sanırım söyleyebiliriz. Çünkü 11 Eylül 2001 felaketinden sonra önce Afganistan müdahalesi, sonrasında Irak savaşı vs. nedeniyle Amerikan halkının ciddi bir yorgunluğa girdiğini düşünüyorum. Yeni büyük bir savaş olmasının bir risk oluşturabileceği düşüncesi sonucunda insanlarda barış düşüncesinin ağır basması da bu anlamda etkili olabilir. Latin Amerikalılar yani “Hispanic” dediğimiz gruplar, Afrika kökenliler ve Amerika’daki Müslümanlar da toplu gruplar halinde gördüğüm kadarıyla Obama’ya oy verdiler. Yine sanılanın aksine Amerika’da çok etkili olduğu düşünülen Yahudi Lobisi’nin tamamen Mitt Romney’e destek verdiğini zannetmiyorum. Hatta belki de Obama’ya verilen destek daha üst boyutta olmuş olabilir. Bir de tabii Amerika’da Başkanlık sadece 2 dönem yani 8 yılla sınırlı. Bu çok kısıtlı bir süre. Ama birinci dönemde başlanılan işlerin bitirilmesi için, Başkan’ın performansını net olarak gösterebilmesi için genelde ikinci bir şans olayı olabiliyor. Daha önce bunu George W. Bush’ta da görmüştük. İlk dönem çok başarılı mıydı, “hayır değildi” ama bir şeye girişilmişti ve onu tamamlaması için Amerikan halkı Bush’a ikinci bir şans verdi. Obama da dış politikada ilk döneminde belki askeri müdahale şeklinde değil, ama sivil toplumu kullanarak Arap Baharı sürecinde gördüğümüz bazı hareketlere destek vererek vs. yeni bir süreç başlattı. 4 yılda önemli bir aşama kaydetti ancak henüz sonuca ulaşamadı. İç politikada da ne sağlık sigortası sistemi, ne de genel olarak ekonomide şu ana kadar pek olumlu bir gelişme kaydedemedi. Bunların sonuçlarını Amerikan halkı görmek istemiş olabilir. Bir 4 sene daha Obama’yı test edip buna göre Demokratların performansı başarısız bulunursa ve belki bir sonraki seçimde Cumhuriyetçi aday ağar basarsa Amerikan halkı ona yönelebilecektir.

Bir de tabii anketlere baktığımızda Obama’ya en büyük destek El Kaide terör örgütü lideri Usama Bin Ladin’e yapılan operasyondan sonra oluştu. Biliyorsunuz Obama’nın genelde eleştirilen özelliği -hatta bunu Çay Partisi Hareketi’nde de dile getirenler vardı- Obama’nın terörle mücadele konusunda zayıf kalmasıydı. Obama için işte “gizli sosyalisttir”, “gizli Müslümandır”, “İslamcılara destek veriyor” şeklinde iddialar dahi vardı. Usama Bin Ladin ise önceki Başkan George W. Bush dönemimde Amerika’nın adeta “level sonu kötü adamı” haline getirilmiş bir kişiydi. Bütün İslami hareketleri, bütün terör faaliyetlerini sanki o yönetiyormuş gibi bir kötü adam imajı oluşturuldu ve bu kötü adam Bush döneminde yok edilememişti. Obama döneminde fazlasıyla vahşi bir şekilde de olsa sonuçta bir terör suçlusunun yok edilmesi ve yakalanması Amerikan kamuoyunda olumlu karşılandı. Özellikle Obama’yı sert şekilde eleştiren kesimler “bizim Başkan da terörle mücadele ediyor ve hatta sonuç alıyor” noktasına geldiler. O operasyon sanırım Obama’ya çok büyük prestij kazandırdı. Özellikle daha milliyetçi-muhafazakâr Amerikan seçmeni nezdinde terörle mücadele edilmiyor yahut taviz veriliyor görüntüsünü çok iyi silmeyi başardı Obama bu operasyonla.

ROMNEY ORTADOĞU’DA SERTLİK YANLISI

-Mitt Romney Başkan seçilseydi Amerika’da ve dünyada sizce neler değişirdi?

Cumhuriyetçilerin adayı Mitt Romney seçilseydi neler olabilirdi? Güzel bir soru ama tabii ki spekülatif bir yanıt olacak, çünkü neler olabileceğini bilemeyiz sadece fikir yürütürsek yani zihin egzersizi yaparsak şunları söyleyebilirim. Mitt Romney Amerika’daki daha askeri müdahale yanlısı, dış politikada sertlik yanlısı çevrelerin desteklediği bir adaydı. İsrail’deki mevcut hükümetin yani Netanyahu hükümetinin açık desteği vardı Romney’e bildiğiniz gibi. Romney de bunun karşılığında İsrail’e her koşulda destek vereceğini, dış politikada birincil önceliğinin İsrail odaklı bir dış politika olacağını açıkça seçimden önce defalarca dile getirmişti. Buna rağmen seçimde Yahudi Lobisi sadece Romney’i destelemedi; belki daha dengeli bir destek vardı ve belli bir oranda Obama’ya, belli bir oranda Romney’e destek verildi. Romney seçilseydi muhakkak ki dış politikasında Amerika’nın İsrail tonunu çok daha net olarak ortaya koyacağını düşünüyorum. Amerika’nın birincil önceliğinin İsrail’i korumak ve onun güvenliğini sağlamak olduğunun altı çizilerek vurgulanacaktı. Şimdi de çok fark var mı tabii ki tartışmaya açık.

Amerika’nın dış politikada Ortadoğu’da olan ağırlığını yavaş yavaş Asya’ya kaydıracağı ifade ediliyor. Ancak belki Romney seçilseydi Asya’ya gidiş daha gecikebilirdi, daha Ortadoğu odaklı bir politika bir süre daha devam edebilirdi. Zira Amerika, İsrail için önemli olan Suriye ve İran konusunda Romney seçilseydi sanırım daha ani ve sert politikalar geliştirilebilirdi. Bunun dünya açısından ne kadar faydalı olacağı, diplomasi seçeneğinin tamamen ortadan çıkarılıp bir anda savaş ortamının oluşturulmasının sonuçlarının ne olacağını bilmiyoruz… Tabii ki çok olumsuz sonuçları da olabilir, o yüzden riskliydi. Zaten belki de Romney’nin seçilememesinin nedeni temel olarak getireceği ekibin bilinmemesi, yani sadece Türkiye için demiyorum -Türkiye için de çok bariz- ancak Obama’nın ekibi biliniyordu, artık 4 senedir Türkiye’deki hükümetle, dış işleriyle belli bir uyum süreci yakalanmıştı. Başlardaki sorunlara rağmen dolayısı ile dünya da artık Obama’yı ve ekibini tanıyordu. Hillary Clinton Dış İşleri Bakanı idi -şimdi belki de değişecek ama-, Obama’nın ekibi Joe Biden ve benzeri bilinen insanlardan oluşuyordu. Ve artık bir sürpriz değildi. Romney’nin ekibi ise Başkan Yardımcı Paul Ryan dışında daha ziyade yeni isimlerden oluşuyor ki, Paul Ryan da aslında yeni bir isim ve daha yeni tanınıyor kamuoyunda ve özellikle Türkiye’de. Ortadoğu’da da sertlik yanlısı politikalar izlenilebileceği için ciddi bir endişe vardı. Ve Romney seçilseydi de muhtemelen bu konuda tabii ki ne olacağını bilemem ama bir savaş olasılığı daha ön plana alınabilir ve daha kısa vadede bu gerçekleşebilirdi. İran ve Suriye konusunda, özellikle İran konusunda kesinlikle şimdikinden çok daha sert bir söylem benimsenirdi.

Hatta uygulamada da daha sert yöntemler benimsenirdi, ama bunlar hemen bir savaşa dönüşebilir mi bundan emin değilim. Fakat Amerikan basınında, uluslararası kamuoyunda Obama’nın eleştirileri çok daha sert tonda ve yüksek seste defalarca vurgulanırdı. Tabii iç politikada da zaten Romney bunu ifade etmişti; “ObamaCare” adı verilen sağlık sigorta sisteminin durdurulması gündeme gelecekti muhtemelen ve yine vergilerin düşürülmesi, sağlık hizmetlerinin belki aksatılması, öte yandan belki sermaye çevrelerinin istediği daha liberal ekonomik politikaların uygulandığı bir Amerikan iç politikası gündeme gelebilirdi. Temel olarak bunların olacağını düşünüyorum. Psikolojik ve söylemsel olarak Amerika Romney seçilseydi İsrail’e çok daha aktif bir şekilde destek verirdi. Obama döneminde daha dengeli bir politika izleyecekler sanırım. Dediğim gibi Romney ekibi yeni olacağı için dünyada da huzursuz bir ortam oluşabilirdi. Dünyada savaş mı çıkacak, ne olacak, kimlerle çalışacağız, yeni Bakan kim olacak, Dış İşleri Bakanı, Savunma Bakanı kim olacak böyle bir sorunlu geçiş olabilirdi. Dünya tedirgindi, bu aşılmış oldu.

AMERİKA ORTADOĞU’DA KALMAK İSTEMİYOR

-Sizce Başkanlık seçimleri süresince oluşan Suriye politikasızlığı bundan sonra nasıl bir yapıya bürünür? Türkiye’ye burada nasıl bir rol düşer?

Suriye konusunda evet maalesef 2011 yılında Arap Baharı sürecinde başlayan halk hareketleri sonuç olarak bir iç savaşa dönüştü. Özgür Suriye Ordusu kuruldu ve Esad yanlısı güçlerle uzun süren çatışmalar var. Amerika Birleşik Devletleri bir senedir konuyu takip ettiğini ifade etmesine rağmen ya da bazı Hollywood yıldızlarını bölgeye göndermesine rağmen konuyla aktif olarak ilgilenemiyordu. Amerikan kamuoyu daha çok iç politikaya ve Başkanlık seçimlerine odaklanmıştı. Suriye konusunda adeta kafasını kuma gömmüştü. Şimdi ne yapacağı ise merak konusu. Seçimlerden kısa bir süre önce Amerika Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’ın bir açıklaması çok dikkat çekti. Özellikle Özgür Suriye Ordusu’nun uluslararası kamuoyunda tepki çeken bazı görüntülerinin, yargısız infazlar vs. ekranlara yansıması burada etkili oldu. Bu görüntüler kamuoyunda tepki çekti ve daha sonra Hillary Clinton da Özgür Suriye Ordusu’nu eleştirerek bu ordunun kadrosunun ve yöntemlerinin değişmesi gerektiğini ifade etti. Ve bu adeta Özgür Suriye Ordusu’na verilen bir nota ya da Suriyeli muhaliflere verilen desteğin geri çekilmesi gibi algılandı. Belki tam öyle bir durum yok ama böyle algılandı.

Suriye konusunda diplomasi seçeneklerinin masadan kaldırılıp, olayın artık bir iç savaşa dönüşmesi o kadar kötü bir döneme girdi ki; sonuçta bu ülkede 20 binin üzerinde ölü var ve Suriye şehirleri mahvolmuş, insanlar perişan olmuş durumda. Ancak baktığınız zaman Amerikan dış politikasının önceliği yeni dönemde Ortadoğu ve Suriye mi olacak derseniz ben kuşkuluyum. Başkan Obama’nın seçim sonrası ziyaretleri biliyorsunuz önemlidir. 2008 yılında seçildikten sonra Obama ilk ziyaretlerini Türkiye ve Mısır’a yapmıştı. Sonuç olarak biliyorsunuz Ortadoğu’da Türkiye ve Mısır’ın ön plana çıktığı yeni bir süreç yaşandı ve bu Arap Baharı dediğimiz rejim değişiklikleri yaşandı. Şimdi ise Obama ilk ziyaretlerini Tayland ve Myanmar’a yaptı. Bu da aslında Amerika’nın belki de Çin’in hızla yükselen gücünü dengelemek açısından Asya’ya yapacağı yeni açılımı ve yatırımları gösteriyor. Bu anlamda Suriye konusunda Amerika muhtemelen kendisi aktif bir pozisyon almaktan ziyade, dışarıdan destekleyerek bu konunun Ortadoğu’da Amerikan müttefiki sayılan Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan gibi ülkeler tarafından çözülmesini isteyecektir. Ancak bunun da askeri olarak çözülmesi kolay gözükmüyor.

Suriye’de Esad rejimi sadece kendisinden ibaret değil, arkasında güçlü bir İran desteği var. Daha arka planda kalmasına rağmen Rusya desteği var. Hatta Çin’in desteğinden de bahsedebiliriz. Dolayısıyla Suriye’deki Esad rejimi sadece kendisinden ibaret değil, dediğimiz gibi kendisinden farklı destekleri var ve bu destekleri ortadan kaldırmadan buradaki rejimi ortadan kaldırmak mümkün değil. O yüzden Türkiye’nin eğer Suriye’de yeniden istikrarın, barışın olmasını istiyorsa bence diplomasiye ağırlık vererek, özellikle Rusya ve İran ile diplomasiye ağırlık vererek konunun çözülmesi için bir orta yol bulması gerekiyor. Geçiş hükümeti ile daha barışçıl bir yönetimin kurulması hedeflenerek, öncelikle iç savaşın durdurulması, sonrasında ateşkes yapılarak silahların susması, sonrasında ise geçici bir hükümetin kurulması, gerekirse Esad’ın da bir parçası olacağı ancak sonrasında tabii Suriye’de demokratik bir anayasa ve demokratik reformlar yapılarak çok partili daha Batı demokrasilerine benzeyen bir rejimin kurulması seçeneği gündeme gelebilir. Ama bunu Rusya ve İran ne kadar destekler orası şüpheli. Hele ki araya bu kadar kan girdikten sonra… Ama Türkiye diplomatik çabalarına devam etmelidir. Şu anki durumda Türkiye hep yara alan ülke konumundadır. Çünkü sürekli sınırda yaşanan olaylar var; işte uçağımız düşürüldü, daha sonra Akçakale bölgesine düşen bombalar oldu. Türkiye’nin vatandaşları yaralanıyor. Karşılığında tabii ki sert açıklamalar yapıyoruz ama hiçbir karşılık gelmiyor. Eğer Türkiye’nin bir askeri çözüm planı yoksa -ki bunun sonuçları çok ağır da olabilir- o zaman diplomasiye ağırlık verilmelidir. Bunu tabii ki en iyi askeri uzmanlar değerlendirecektir.

Askeri bir planımız yoksa bizim yapabileceğimiz en iyi şey konuyu diplomasiyle çözmeye çalışmak ve belki de önceki politikalarımızı revize etmektir. Çünkü biz planlarımızı -yani hükümet kanadı olarak söylüyorum- gördüğüm kadarıyla Esad’ın gitmesi üzerine yapmıştık. Bu yönde sert açıklamalar yapmıştık; işte ‘’birkaç haftası kaldı”, “birkaç ayı kaldı” gibi. Ancak aradan 1,5-2 sene geçti ve halen gördüğüm kadarıyla şu anki durum olayın böyle biteceği anlamına gelmiyor. O zaman biz de hatalı politikalar uygulamışız, yanlış hesap yapmışız anlamına geliyor. Dış politikada bunlar olabilir, hata yapmak ayıp değildir, önemli olan hatayı anlamak, hatamızı düzeltip geçiş hükümeti nasıl olur ya da barış nasıl olur bunu yapmaktır. Dediğim gibi olay sadece Suriye ile sınırlı kalsa belki bir çözüm bulmak olurdu. Ama olayın her zaman için bir bölgesel sorun olduğunu, bir uluslararası sorun olduğunu, İran’ın, Rusya’nın, hatta Çin’in bu olaya dâhil olduğunu aklımızda tutmamız lazım. Sadece Suriye varmış gibi düşünürsek yanlış düşünmüş oluruz. Bakalım diplomaside neler üretilebilecek? Burada Türk diplomasisinin maharetine kalıyor iş. Dış İşleri Bakanımızın ve Türk dış politikasının burada bir hüner göstermesi gerekiyor bu sorunu çözmek için.

İSRAİL KENDİ GÜVENLİĞİNDEN ENDİŞE EDİYOR

-Ortadoğu’da İsrail’in harekete geçmesi ve bunun Amerikan seçimlerinin hemen sonrasında olmasını neye bağlıyorsunuz?

Evet dediğiniz gibi İsrail “Savunma Kolonu Operasyonu” adı verilen yoğun bir hava saldırısı başlattı Gazze’ye yönelik. Açıklamalara bakılırsa bu operasyonlar devam edecek. Hamas’ın bazı önemli liderleri öldürüldü. İsrail güvenlik güçleri kendi vatandaşlarını korumak adına bu operasyonların devam edeceğini ifade ediyorlar. Yine Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen açıklamalar da İsrail’i destekler şekilde. Bu da aslında demin konuştuğumuz konuya dönersek aslında Obama-Romney farklılığına rağmen Amerikan dış politikasında İsrail’in büyük önemini gösteriyor. İsrail’in de diyebiliriz ki kamuoyunda yaygın algıya rağmen yeni dönemde de yani ikinci Obama döneminde de Amerikan dış politikasında ne kadar etkili olacağını adeta dünyaya göstermek istercesine böyle bir operasyona giriştiğini söyleyebilirim.

İsrail niyetlerini hemen belli etti. İsrail’in tabii ki yaşadığı bölgede bir güvenlik korkusu olduğunu biliyoruz. 2. Dünya Savaşı’nda korkunç bir soykırıma uğramış Yahudiler çok zor koşullarda yaşamış, daha sonra kendilerine yeni bir devlet kuruyorlar ve bu devlet tartışmalı bir biçimde kurulduğu içinde bölgede yaşayan Müslüman Araplardan her zaman için olumsuz bir reaksiyon görüyor. Ancak tabii ki İsrail’in varlığına da artık saygı göstermek, bir şekilde barışçıl bir çözümü desteklemek gerek. Ancak İsrail’in yaptığı operasyonların barışçıl çözüme değil, tam tersisine İslami radikalizme yol açtığını düşünüyorum. Bu operasyonlar İsrail’e olan nefreti arttırıyor.  Bunların askeri anlamda ne kadar etkili olduğunu bilemiyorum. 1-2 Hamas lideri öldü diye oradaki direnişin bitebileceğini sanmıyorum. Bunlar dediğim gibi çözüme yönelik hareketler değil. Ancak ben İsrail’in temel endişesinin Hamas ve bu tarz örgütler dışında daha çok İran ve İran’ın nükleer programı olduğunu düşünüyorum. İsrail zaten senelerdir bir şekilde o bölgede varlığını sürdürüyor.

Ancak İran meselesi yeni bir boyut. İran’ın nükleer programı -ki daha önce 2014 tarihinin verildiğini biliyoruz İsrailli yetkililer tarafından- İsrail’i endişelendiriyor. O yüzden 2014’e kadar İsrail’in İran’ın nükleer programının sonuca ulaşması halinde kendisini her an için hedefte hissettiğini anlıyoruz. Bu yüzden 2014 tarihinden önce İsrail’in Ortadoğu’da daha farklı bir arayışa girmesi mümkün olabilir. Bu nedenle belki de İsrail’in acele ettiğini ve ortamı gerdiğini görüyoruz. Bir an önce karşılık almak, sonuç almak istiyor. Ancak tabii bu nasıl olacak bilmiyorum. İsrail’in başta Arap Baharı sürecini desteklediği gibi bir imajı vardı, -ki doğru da olabilir- ama baktığımız zaman Mısır’dan örnek verirsek Mübarek ile olan dengeler Arap Baharı sonrasında bozuldu. Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler başa geçti ve onların İsrail politikası aslında Camp David dengesinin bozulması anlamına geliyor. Yani İsrail kendini giderek daha güvensiz hissediyor bence. Düşünün ki önceden Mısır ile bir istikrar vardı, her şeye rağmen Golan Tepeleri’ndeki ciddi soruna rağmen Suriye ile bile bir istikrar vardı.

Şimdi Suriye’de de, Özgür Suriye Ordusu’nun açıklamalarına baktığımızda Esad yönetiminden daha radikal bir yönetim olabileceği gözüküyor. Bunlar hep İsrail’i korkutuyor. Zaten İran’ın nükleer programı var. Ortadoğu bu farklı konular nedeniyle tam bir barut fıçısı haline geldi ve olumsuz gelişmeler olmasını tabii ki hiçbirimiz istemiyoruz. Savaş olsun, insanlar ölsün bu olabilecek en kötü şey. Diplomasi eğer bir çözüm üretemezse, bu İran’ın nükleer programı konusunda İsrail’in ben büyük bir macerayı göze alabilecek ölçüde bunu önemsediğini ve genel kanının aksine özellikle Türk kamuoyundaki genel kanının aksine böyle bir şeye girişebileceğini düşünüyorum. Bu yüzden hep “diplomasi”, “diplomasi” diyorum. Mutlaka bir çözüm bulup, iki ülkeyi masaya oturtup, şu nükleer programı gerekirse bir 10 sene askıya aldırmaya çalışarak ve bu arada müzakerelere ağırlık vererek Ortadoğu’da büyük bir savaşın çıkmasını önlemek gerekiyor. Çünkü bu hem Türkiye için, hem dünya için, hem bölge için felaket olabilir. En önemlisi de bizim önemsediğimiz halklar açısından felaket olabilir.

ASYA’DA GÜÇ SAVAŞI DENGESİNİ KORUR

-Yeni Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile Amerika-Çin ilişkilerinde iyileşme veya kötüleşme olur mu?

Çin Komünist Partisi’nin Kurultayı’nda Şi Cinping sahneye en önde çıkarak artık Komünist Parti Genel Sekreteri ve Çin Devlet Başkanı olduğunu gösterdi dünya kamuoyuna. Şi Cinping önemli bir insan. Komünist Parti’nin Politbüro’su  7 kişiden oluşacak ve onun en önemli kişisi durumunda. Cinping’in kapalı bir kutu olduğunu söyleyebiliriz. Aslında Çin’in kendisi son yıllara kadar zaten bir kapalı kutuydu. Dünyada tek parti sistemi yani Komünist Parti’nin iktidarda kaldığı az sayıda ülkeden biri. 1949 yılındaki devrim sonrası hala aynı siyasal yapıyı koruyor. Ancak 1970’lerde Deng Xiaoping ile başlayan ekonomik açılım süreci de bir yandan devam ediyor. Ve aynı zamanda dünya finans merkezi, Şanghay gibi büyük ticaret merkezleri olan dünyadaki birçok firmanın üretim merkezlerini taşıdığı ucuz emeği ve büyük nüfusu sayesinde dünyanın da ekonomi devi haline gelmiş çok önemli bir ülke Çin. 21. yüzyılda da dünyanın en önemli aktörlerinden biri olacak.

Şi Cinping’e baktığımız zaman ilginç bir insan. Babası Çin Komünist Partisi’nde uzun yıllar üst düzeyde görev yapmış, ancak bir dönem sürülmüş ve bu yüzden kendisi zor koşullarda yaşamış. Bir köyde senelerce mağarada yaşamış ve zor bir çocukluk geçirmiş. Ancak daha sonra Komünist Parti’ye üye olmuş ve yükselmiş, babasının da affedilmesiyle sistem içinde önemli bir aktör haline gelebilmiş bir isim. Baktığınızda karizmatik bir figür, hatta biraz Mao’yu andırdığı da söylenebilir. Öte yandan 1980’lerde bir süre Amerika’da bulunmuş bir isim. Birkaç ay Amerika’da kalmış, orada Amerikan sistemini görmüş… Kendisine sorulduğunda Amerika’daki günlerine dair en çok sevdiği şeyin Amerika’daki sinema filmleri ve basketbol olduğunu söylemişti. Dolayısıyla Amerika’yı daha iyi bilen, daha genç yeni nesil ve dünyayı daha iyi tanıyan bir Çin lideri var artık. Mao kuşağı, Deng kuşağı bunlar da tabii çok önemli liderler. Ancak o kuşak tamamen, özellikle Mao’nun kuşağı eski komünist ideallere bağlı 20. yüzyılın ilk yarısında yetişmiş liderlerdi. Şimdi ise 20. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş, Sovyetler Birliği’nin yıkılışını idrak etmiş ve dünyayı daha iyi tanıyan Amerika’yı görmüş liderler var. Şi Cinping bunlara bir örnek. Mesela önemli bir ayrıntı kızının Amerika’daki bir üniversitede okuyor olması. Aslında önemli bir gösterge sayılabilir. Çin’in yeni devlet başkanının Amerika’yı takip ettiğini, kızını oraya gönderecek kadar oradaki eğitim sistemine güvendiğini gösteriyor. Amerika’nın bazı alanlardaki üstünlüğünü bir şekilde kabul etmesi anlamına da geliyor. Tabii ki ayrıca eşi de ünlü bir sanatçı. Solist, folk müzik, halk müziği söylüyor Çin’de ve Komünist Parti’nin törenlerinde zaman zaman sahne alıyor. Eşi sayesinde de bir popülaritesi var Şi Cinping’in. Sanatçı ve halkın sevdiği bir eşinin olması bir avantaj. Artık Çin’de de devlet başkanlarının eski Komünist Parti çizgisinden farklı olarak daha popüler, dünyaya hitap eden farklı kişilikler olmaya başladığını görüyoruz. Bunun için uygun bir isim Şi Cinping.

Ancak tabii ki Çin politikasında köklü değişiklikler yapıp yapamayacağı meçhul. 10 sene süreyle görevde kalacaktır. Yolsuzlukla mücadelelerle ön plana çıkmış bir isim Çin’de. O politikalar mutlaka devam edecektir ancak ekonomide devletçiliğe geriye dönüş olabileceğini zannetmiyorum. Deng’in başlattığı yolda yine yabancı şirketleri ve yatırımı çekmek isteyecektir ülkesine. Bu nedenle ekonomik düzeni değiştirecek bir hamlesinin olacağını sanmıyorum. Belki kırsala doğru da, yani artık sadece büyük şehirlere değil, Çin’in daha iç bölgelerine doğru da yatırım yapmayı, oraları da geliştirmeyi düşünecektir. Dış politikada ise Çin yavaş yavaş kaslarını göstermeye başladı ama Amerika ile kısa vadede ve orta vadede bir gerginlik istemeyecektir. Çin ekonomik büyümesini korumak istiyor ve enerji sorununu çözmeye odaklanmış durumda. Çin yeni enerji kaynakları arıyor, çünkü nüfusu ve artan enerji ihtiyacına paralel olarak ayakta kalabilmesi için enerji sorununu çözmesi gerek. Bu yüzden Çin’in öncelikleri bu olacaktır. Amerika’ya tabii ki ihtilaflı meselelerde Suriye konusunda gördüğünüz gibi özellikle Rusya gibi bir diğer önemli güçle de aynı noktada buluşabilirse etkili bir muhalefet yapabilir.

Ama Amerika’nın da hamleleri yani mesela biraz önce söylediğim gibi Başkan Obama’nın ilk ziyaretini Asya’ya yapması Çin’in muhakkak ki dikkatini çekiyordur. Çinlilerin bu konuda algısı hakkında geçtiğimiz günlerde Foreign Affairs dergisinde bir makale çıkmıştı “How China Sees America?” şeklinde. Her ne kadar komünist sistem ülkelerinde ciddi oranda değişse de, Çinlilerin bakışında Amerika kapitalist ve yayılmacı bir ülke ve her zaman için Çin’i yıkmak isteyen bir güçtür. Dolayısıyla Çin Amerika’nın niyetlerinden kuşku duyduğu için daha ihtiyatlı davranacaktır. Acele etmeyecektir ve Çinlilerin tabii ki müthiş bir sabırları olduğunu da biliyoruz, hiç ama hiç aceleleri yok. Planlarını 10-20 yıllık değil, 50-100 yıllık yapıyorlar. Bu yüzden Çin’in ve Şi Cinping’in kısa vadede çok önemli bir değişiklik yapacağını zannetmiyorum. Ancak Amerika ile tabii tartışmalı konular var. Telif hakları meseleleri, Dolar-Yuan savaşı adını verdiğimiz kur meseleleri vs. bu konularda tabii ki nasıl bir politika izleyeceğini göreceğiz. Ama ben çok ani değişiklikler beklemiyorum. Sadece Şi Cinping eski liderlere baktığımızda dünya kamuoyunda daha çok yer edebilecek bir isim. O yüzden kendisi Çin’in dünyaya açılımını daha iyi ifade edebilir. Böyle söyleyebilirim.

Röportajın tamamına http://akademikperspektif.com/2012/11/22/amerikan-baskanlik-secimleri-ve-kuresel-liderlik/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.