Bilindiği gibi, 1946 yılında başlayan ve 1991 yılına kadar devam eden “Soğuk Savaş” bir yandan, Sovyetler Birliği ile onun müttefikleri, diğer taraftan ise ABD ve onun uyduları arasında küresel jeopolitik, askeri, ekonomik ve ideolojik çatışma şeklinde niteleniyordu.
Gerçek anlamda bir savaş olmasa da, bu çatışma esas olarak, Doğu komünizmi ile Batı demokrasisinin birbirine sert çatışmasından oluşan ideolojik nitelik taşıyordu. Kuzey Atlantik İttifak ülkeleri ile Varşova Paktı ülkeleri birbiri ile doğrudan askeri çatışmaya girmeden, Uzak Doğu’dan Latin Amerika’ya kadar Dünya’nın de facto tüm kıtalarında askeri ve siyasi nüfuzunu mümkün olduğunca arttırmaya can atıyordu. 50 ila 80’li yıllarda birbirine karşı duran kutuplar arasında daha büyük hacimli vuruşmaları (Kore, Vietnam ve Afganistan Savaşları ile Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde yaşanan çeşitli devrim ve darbeler) hatırlamak yeterlidir.
Bütün bunlar, ABD ve SSCB gibi iki süper devlet arasında yoğun askerileşme ve hızla silahlanma ile birlikte görülmekteydi. Fakat ABD ile SSCB arasında nükleer güç dengesi, yerel savaşların üçüncü dünya savaşına dönüşmesine izin vermiyordu.
Batı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda kazandığı koşulsuz şartsız zaferinden ve SSCB ve Varşova Paktı’nın çöküşünden sonra oluşan göreceli kısa sessizlikten sonra, 2000 yılından itibaren dünyanın jeopolitik görünümünde köklü değişiklikler meydana gelmiştir. ABD ve onun müttefiklerinin Irak ve Afganistan’a askeri müdahalesi, ayrıca Doğu Avrupa ülkelerine en yeni füze kalkanı sistemlerinin yerleştirilmesi günümüz gerçekleridir.
90’lı yıllarda Batı tarafından Balkanlar ve Büyük Ortadoğu’dan dışlanarak çıkartılan Rusya, bu bölgelerde konumunu bir ölçüde düzeltmeye çalışıyor. Dünya çapında okyanuslar genelinde güçlenerek, büyük deniz devleti unvanını yeniden kazanmak, Rusya’nın en önemli stratejik görevine dönüşüyor.
Rusya-ABD ilişkilerini “yeniden başlatma” girişimleri ise, uygulamada hiçbir sonuç vermeyecek göstermelik bir işten başka bir şeye benzemiyor. Ayrıca, son yıllarda eski Sovyet coğrafyasında da Rusya-ABD görüş ayrılıkları keskinleşmektedir. Yakın geçmişteki imparatorluğunun özlemine kapılan Rusya, bu coğrafyayı kendi jeopolitik nüfuzunun öncelikli alanı olarak görmekte ve başta ABD ve AB olmak üzere NATO’nun, yeni kurulan eski Sovyet devletlerinde güçlü ekonomik, askeri ve siyasi potansiyelini kullanarak güçlenme girişimlerine kıskançlıkla yaklaşmaktadır. Rusya nüfuz alanına Ukrayna, Güney Kafkasya ve Orta Asya ülkelerini eklemese, jeostratejik açıdan hem Batı hem de Doğu’dan tehditlere karşı zayıf kalır.
Moskova, bu ülkelerin Rusya etrafında somut şekilde birleşmesinin tek yolunu, Avrasya Birliği’nin kurulması şeklinde görüyor. Fakat Rusya’nın bazı durumlarda etnik çatışmalar ve sınır çatışmaları ile çeşitli “renkli” devrimlere sahne olan, buna ek olarak “Batı entrikalarına” katılan eski Sovyet devletleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerinin net olmaması, hali hazırda bu yenilenmiş retro-projenin gerçeğe dönüşmesini şüphe altında bırakıyor.
Bu arada Çin’in genişlemekte olan askeri ve ekonomik potansiyeli ile dış politik olanakları, bu Asya devletinin uluslararası alanda nüfuzunun git gide daha da artmasına neden oluyor. Çin aslında bunu, Konfüçyusçuluk gelenekleri, piyasa ekonomisi ilkeleri ve Marksizm ideolojisini organik olarak bir araya getirerek başarmıştır. Bununla birlikte, Ortadoğu-Afganistan doğrultusunda ilerleyen, ayrıca Hindistan, Japonya ve Güney Kore’nin Çin karşıtı durumundan faydalanan ABD; son “anakonda dairesi”ni yaratarak, Çin’i jeopolitik ablukaya almaya çalışıyor.
Şu anda ABD-Rusya-Çin “büyük jeopolitik üçgeni”nin sınırları belirlenmektedir. İnsanlığın kaderi temelde, bu devletler arasındaki karşılıklı ilişkilere bağlı olacaktır. Çeşitli jeostratejik bileşimlerde özgün “jeopolitik bulmacalar”ı yaratan da işte bu Çin unsurudur. Bu üç özgün uygarlık arasında askeri-siyasi çatışmalar mı olacaktır, yoksa dünya çapında nüfuz bölgelerinin “centilmenler anlaşması” ile paylaşımı yapılacaktır? Bunu yakın gelecek gösterecek.
Prof. Dr. Pervin DARABADI
Kaynak: Newtimes.az