TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNDE KENDİNE MÜSLÜMAN DEMOKRASİNİN KEŞFİ

upa-admin 19 Ağustos 2013 2.816 Okunma 0
TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNDE KENDİNE MÜSLÜMAN DEMOKRASİNİN KEŞFİ

Türkiye-AB İlişkilerinde Gelinen Süreç

Türkiye’nin ilk olarak Avrupa Ekonomik Topluluğu ile başlayan AB serüveninde genel olarak; SSCB’ye karşı Batı bloğunda yer alma, ekonomik işbirliğinden faydalanma ve (birliğe başvurulardaki senkronize durumlarından ötürü) rekabette Yunanistan’ın gerisinde kalmama amaçları ön planda olmuştur. Türkiye’nin AB’ye başlıca başvuru motivasyonları olan bu şartların bugün büyük bir kısmı tarihe karışırken, bir kısmı da artık eskisi kadar kritik bir önem teşkil etmemektedir.

Soğuk Savaş sonrasındaki uluslararası sistemin hızla liberalleşme rüzgârları esnasında, AB’nin ekonomik niteliklerine ek olarak (başta Kopenhag kriterleri olmak üzere) insan hakları ve demokratikleşme gibi idealler ön plana çıkarılmıştır. Türkiye’nin 1999 Helsinki’de adaylığının kabul edilmesinin (öncesinde ve sonrasında) AB’ye entegrasyon gerekçesiyle çeşitli anayasal değişiklikler gerçekleşti. AKP iktidarı ilk 3-4 yılında AB konusunda oldukça hevesli bir görüntü çizerek, kendi ifadeleriyle “sivil iradenin önünde engel” olarak gördüğü ordunun ve hukuk sisteminin yapısını tamamen siyasal iradenin ellerine bırakacak şekilde değiştirdi. Velhasıl AB 2002’ye kadar Türkiye için bir amaç iken, 2002-2006 yılları arasında sadece araçsal bir nitelik kazanmış oldu.

Türkiye tarihinde AB bakanlığı ilk kez bu dönemde açılmış olsa da, tanınmayan Güney Kıbrıs’ın AB dönem başkanlığına geldiği süreçte “resmen” yok sayılan bir AB söz konusu idi. Türkiye böylece bu süreçte atıl durumundaki AB bakanlığı nezdinde yine tarihinde ilk kez “işsiz bakanlık” kavramıyla da tanışmış oldu. Bugün gelinen süreçte, müzakerelerin halen birçoğu açılmış değil. Doğrusu (Başmüzakereci AB Bakanı dahil) Türkiye’nin AB’deki bu bitkisel durumunu pek umursayan birinin olduğu da söylenemez. AB ülkelerinde patlak veren ekonomik krizler sonrasında, bugün bazı üyelerin dahi birlikten ayrılmayı düşündüğü bir zamanda, Türkiye’nin (tüm şartlar sağlansa, tüm müzakereler tamamlansa bile üyelik onaylarının üye ülkelerin referandumuna bırakılmış bir lütuf olarak sunulan) ve cazibesini kısmen yitiren bir ortaklığa karşı çok istekli olmaması da anlaşılabilir bir durum.

Dolayısıyla Türkiye’nin geçmişte AB ile yakınlaşma süreçlerine girdiği şartlar bugün önemli bir ölçüde güncelliğini yitirmiştir. Ki bugün bu şartlar muhtelif nedenlerle ortadan kalkmışsa, bu uzatmalı ilişkinin evliliğe doğru yol alan düzeyli bir beraberlikten ziyade, eski cazibesi kalmayan bir idealin külleri arasında en iyi ihtimalle “sadece arkadaş olarak kalalım” noktasına gelme olasılığından söz edilebilir.

Nitekim Türkiye için artık herhangi bir amaçsal veya araçsal niteliği kalmayıp, eski cazibesini de yitiren bir ortaklığa karşı mevcut Türkiye-AB ilişkileri (sanki Türkiye’nin bir üyelik beklentisi varmış ve AB’nin de Türkiye’ye üye olacak bir aday ülkeymiş gibi davrandığı) suyu akışına bırakan karşılıklı parodilik yaklaşımlarla devam etmektedir. Her iki tarafın da halen (birbirleri için silip atılamayacak kadar) stratejik bir önem teşkil etmelerinin yanı sıra, mevcut şartlarda evliliklerinin “reel politikteki” imkânsızlığıyla ancak bir hoşlantı boyutu ile (birbirlerinin hayatlarında yer alabileceklerinin) farkındalığı söz konusudur. Bu süreçte “aday üye” statüsünün sabit kalması ilişkinin resmi boyutu açısından önemlidir.

AB’nin Gezi Parkı Olaylarıyla Kendine Müslüman Demokrasiyi Keşfi

Uzun vadede AB-Türkiye arasında bütünleşik bir beraberlikten söz etmek her ne kadar imkânsız olsa da, bu arkadaş olarak kalınan “aday ülke” statüsündeki süreçte AB’nin bu etkisiz eleman durumundan kurtulması “yaşam biçimi”nin tehdit altında olduğunu düşünen “endişeli modernler” açısından kritik önemdedir. AB bıktırıcı üyelik çıkmazları ve tökezleyen ekonomik gidişatına rağmen, aday ülkeleri bağlayan “demokratikleşme ve insan hakları” kıstasları açısından (bir zamanlar bu bahanelerle Türkiye’de paravan olarak kullanılan) kavramları gerçekten var edebilmek için “ses ver” denebilecek uluslararası mercilerin başında gelmektedir.

Özellikle 12 Eylül’deki anayasa değişikliği referandumunun kabulüyle tamamen iç içe giren yasama, yürütme ve yargının ortaklığında fütursuzca estirilen muhafazakârlaşma rüzgârlarına karşın, AB bugün tutunabilecek istisnai can simitlerinden biridir. Fakat kâğıt üzerinde birliğe üye ve aday ülkelerdeki demokrasi ve insan haklarına önem veren AB’nin son zamanlarda Türkiye’de hızla patlak veren baskılara rağmen (bir otokrasiye direniş patlaması olan Gezi Parkı direnişine kadar) reflekssiz kalması can simidi olarak düşünülen bir iradenin sadece bir tabela birlikteliğinden ibaret olma endişesine neden olmuştur.

Avrupalı siyasetçilerin (hem kurumsal, hem de bireysel bazda) bu savundukları değerlerle çelişik durumları, bir süre önce Avrupa Parlamentosu’nun sözde sosyalist grup başkanı Hannes Swoboda’nın tavırlarında da görülmüştür. Swoboda’nın ortak düzenledikleri basın toplantısında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’deki anti-demokratik gidişatın mimarını Suriye lideri Beşar Esad’a benzetmesine sert bir şekilde karşı çıkması Türk hükümetince övgüyle karşılanmıştır. Türkiye’deki yargı, yürütme ve yasamanın tek bir gücün eline geçmesiyle beraber enselerinde sürekli muhafazakârlığın kılıcını hisseden Türkiye’deki sol kesimle en fazla empati yapması gereken Hannes Swoboda gibi bir Avrupalı sosyalistin bile (Gezi Parkı hadiseleri patlak verene kadar) 3 maymunu oynama durumları, AB’nin Türkiye’deki anti-demokratikleşme süreçlerine karşı sergilenen en trajik örneklerinden birisidir.

Türkiye’deki demokrasi bunalımına karşın Gezi Olayları vuku bulana değin AB ve Batı kamuoyunun takındığı vurdumduymazlığın Türkiye’deki otoriter yönetim algısının güçlenmesine dolaylı bir katkısı olmuştur. Nitekim İstanbul’da başlayıp yurdun dört bir yanına sıçrayan olaylarda hayatını kaybeden 5 genç, gözlerini kaybeden 11 direnişçi ve (halen yaşam mücadelesi veren) birçok yaralının ardından, AB ve Batı kamuoyu o ana kadar tamamen “Fransız” kaldıkları bu memleketteki “kendine Müslüman” demokrasinin “bir amaç değil, araç olduğu” gerçeğini yıllar sonra keşfedebilmiştir.

Özcan ÖĞÜT

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.