2003’teki Irak Savaşı sonrası yeni bir istikrarsızlık ve çatışma dalgasının merkezi haline gelen Ortadoğu, anlaşılan bugün hala İngilizler’in gözünü korkutuyor. Başbakan David Cameron’ın Suriye’ye askeri müdahale teklifinin Avam Kamarası’nda reddedilmiş olması da bunun önemli bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. İngiliz dış politikasının uzun yıllar boyunca oyun sahası olan Ortadoğu’dan bugün artık vazgeçilmiş görünmesi biraz da ironik.
Tarihe kısa bir bakış
Özellikle 1815 Viyana Kongresi süreciyle Avrupa kıtasında inşa edilen yeni güç dengesi, bir anlamda da Büyük Britanya’nın küresel hegemonyasına giden yolu açacaktı. Finans, ticaret ve sanayi alanında büyük atılımlar yapan İmparatorluk dünyanın tartışmasız en büyük gücü olarak karşımıza çıkacaktı. 1870 yılına gelindiğinde Londra borsası, rakiplerinin toplamından iki kat daha büyüktü. İngiliz ekonomisi altın çağını yaşıyor ve sterlin, uluslararası ticaretin hakim para birimi haline gelmiş bulunuyordu.
İngilizler’in tarih boyunca güç mücadelesinin önemli merkezlerinden biri olan Ortadoğu’ya asıl girişi ise – bir kaç istisnai olay haricinde – I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa dahil olmasıyla gerçekleşti. Aslında İngiliz gücünün temeli ticarete dayanıyordu. Dolayısıyla ticaret yollarının ve kolonilerin stratejik noktaların ele geçirilmesi yoluyla güvence altına alınması hayati öneme sahipti. Bu bakımdan Akdeniz’de Kıbrıs ve Mısır’da Süveyş Kanalı İngilizler’in stratejik önceliğini oluşturdu. Savaş boyunca Osmanlı ve İngiliz orduları arasında çok çetin mücadelelere şahit olan bölge savaş sona erdiğinde ise çoğunlukla İngilizler’in kontrolüne girmişti.
Burada konuşlandırılmış askeri gücü sayesinde Fransa, İtalya ve Rusya’nın bölgede söz sahibi olmasına imkan vermeyen İngiltere, savaş sonrasında kurulan manda yönetimleri aracılığıyla bölgedeki nüfuzunu da devam ettirdi. Bu yıllar, sınırlı sorumluluk ilkesini benimseyen İngiltere’nin bölgedeki altın yılları olacaktı. Aslında İngilizler, Ortadoğu’da Hindistan’dakinden farklı bir politika izlemeyi daha uygun buluyordu. Doğrudan yönetim yerine Mısır’dakine benzer, İngiliz danışmanlar vasıtasıyla bölgeyi etki altında tutarak daha dolaylı ve masrafsız bir yönetim politikası benimsenmişti. Zaten Filistin, Irak ve Ürdün’de Milletler Cemiyeti çatısı altında kurulan manda yönetimleri kısa vadeli olmayı zorunlu kılıyordu ama bu aynı zamanda İngilizler’in yerel güçlerle ilişkiler kurarak kendi nüfuzunu sağlamlaştırması için yeterliydi. Dolayısıyla ne Mısır’ın 1922’de ne de Irak’ın 1932’de bağımsızlıklarını ilan etmesi bölgedeki İngiliz etkisini kırabilecekti. Ancak bu dolaylı yönetim yöntemi, ileride Araplar arasında İngiliz komploculuğunu ve düşmanlığını tetikleyen faktörlerden biri olarak karşımıza çıkacaktı.
1930’lu yılların sonlarına gelindiğinde ise Ortadoğu’daki hava değişmişti. Mussolini tehdidi artık söylem olarak kalmıyor ve somut adımlar atılacağının sinyalini veriyordu. İtalyan radyoları, İngiliz karşıtlığını tetikliyor ve bu yayınlar Alman propagandalarıyla da birleşince Ortadoğu’da İngiltere düşmanlığını ve Arap milliyetçiliğini körüklüyordu. Avrupa’da gündemi Hitler olan İngiltere’nin ise bu tehlikeyle baş edebilecek yeterli imkanı yoktu.
II. Dünya Savaşı sırasında artık Arap milliyetçiliği, İngiliz düşmanlığı etrafında birleşecek ve İngilizler aşama aşama bölgeden çekilmesi gerektiğini istemeyerek de olsa kabul edecekti. Süveyş Kanalı ve Ortadoğu petrolü, İngiltere için hayati öneme sahip unsurlardı ancak İngiltere bunları kontrol edebilecek güçten yoksundu. Dolayısıyla artan Amerikan etkisi karşısında çaresiz kaldı. İngiliz dış politikası ne Filistin’de, ne İran’da, ne de Mısır’da iyi bir sınav veremedi.
Suriye bağlamında İngiliz siyaseti
Ortadoğu coğrafyası tarihsel anlamda İngiliz dış politikasında derin etkiler bırakmışa benziyor. 2003 Irak Savaşı’nda ABD’ye verilen destek, geçmişteki hatalardan ders alınmadığının da bir göstergesiydi. Dolayısıyla bugün İngiliz karar alıcılarının Suriye’ye müdahale konusuna şüpheci yaklaşması haklı gerekçelere dayanıyor.
İngiltere’nin güç mücadelesi içinde yerini sağlamlaştırması, elde edebileceği gücün en fazlasını elde etmek amacında olması uluslararası ilişkilerin realist teorileri açısından makul karşılanabilir. Ancak İngiltere gibi demokrasinin beşiği olarak adlandırılan bir ülkede iç parametrelerin her zaman için göz önünde bulundurulması gerekiyor. Bu açıdan Cameron’ın ihtiyacı olmamasına rağmen askeri müdahale kararını tek başına inisiyatif almaktan kaçınarak oylamaya sunması önemliydi.
Müdahaleye destek bulmak amacıyla Avam Kamarası’nda yapılan oylamayı hükümet 13 oyla kaybetmişti. Aslında bu durum şaşırtıcı olmadı, analistler zaten çok kuvvetli olmayan koalisyonun böyle bir karar almasına çok düşük ihtimal veriyordu. Ayrıca hem Muhafazakar Parti, hem de Liberal Parti içinden müdahaleye karşı çıkanlar vardı. Başarısızlığın Cameron’ı zayıflatacağı ve güçsüz bir lider olarak göstereceği söylense de hükümetin durumu lehine çevirebilmesi için hala fırsatlar var. Kosova örneği İngilizler’de, askeri müdahalenin değil, savaş sonrası yeniden inşa döneminin parçası olma görüşünü kuvvetlendirmişti. Suriye’de de hükümetin benzer bir tez kullanması mümkün olduğundan henüz oylamanın iç siyasete etkilerini tahmin etmek için erken. Zira BBC’nin yaptırdığı kamuoyu yoklamasına göre İngiliz halkının büyük bir çoğunluğu meclisten çıkan kararın doğru olduğuna inanıyor. Bu durumda Hükümet, şartlarda hayati bir değişiklik olmadığı sürece müdahale için yeni bir oylamayı zorlamayacağını ve parlamenterlerin kararına saygılı olacağını ısrarla vurguluyor. Ancak Dışişleri Bakanı William Hague’in de belirttiği gibi İngiltere, kimyasal silah kullanımına karşı sert bir uluslararası cevap verilmesi için çalışacaklarının da altını çiziyor.
Oylamadaki mağlubiyetin başlıca sebebi, Council on Foreign Relations Başkanı Richard N. Haass’a göre Irak savaşı sonrası devlet yetkililerinin sözlerine karşı artan şüphecilik. Bilindiği üzere Tony Blair’in kitle imha silahlarının meydana getirdiği tehdide karşı Irak müdahalesinde ABD’yi desteklemesine rağmen müdahale sonrasında bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan savaşın hesaplanamayan maliyeti ve bunun sonuçlarına İngiliz halkının katlanıyor olması, politikacıları daha temkinli hareket etmeye zorluyor. Haass’a göre oylamanın daha uzun vadeli sonuçları da var. Her zaman var olduğu kabul edilen ve geçtiğimiz hafta yapılan oylamada da kendini gösteren anti-Amerikancılık, AB ile sorunlar yaşayan İngiltere’yi dünya siyasetinden izole olmuş bir konuma getirebilir. İngiltere’siz bir koalisyonun Suriye’ye müdahale etmesi, Obama yönetimini de zor duruma sokmuş görünüyor. Her ne kadar İngiltere’nin askeri desteğine ihtiyacı olmasa da Obama, hem Kongre’nin onayıyla hem de geniş bir koalisyonun katılımıyla Suriye’ye müdahale edip olayın uluslararası hukuka aykırılığını, kazandığı meşruiyetle kapatmaya çalışıyor. İngiltere’den alacağı desteğe güvenen Obama’nın bu aşamadan sonra müdahalede kararlı olduğu bilinse de İngiltere’ye karşı tavrının ne olacağı belirsizliğini koruyor. Bu durum, İngiltere’yi daha da izole olmuş bir konuma sokma riskini beraberinde getiriyor.
Sonuç olarak, Suriye özelinde ve genel olarak Ortadoğu’da eski nüfuzunu travmatik bir şekilde kaybeden İngiltere uzun vadede dünya siyasetinde yalnızlaşma riskiyle karşı karşıya. Geçtiğimiz sene Başbakan Cameron’ın AB’den ayrılma tehdidi içeren açıklamaları gündemi uzun süre meşgul etmişti. Bir taraftan AB ile ilişkileri gerginleşen, diğer taraftan da ABD desteğini kaybeden bir İngiltere’nin ekonomik kriz ortamında politikalarını yeniden gözden geçirmesi gerekebilir. Ancak her şeye rağmen David Cameron demokratik bir duruş sergiledi ve seçimle gelenlerin halkını temsil ettiğine olan inancını bir kez daha gözler önüne serdi. Bu demokratik tavır beraberinde ya dış politika başarısı getirecek, ya da İngiltere’yi uluslararası siyasette yalnızlaştıracak gibi görünüyor.
Yavuz YENER
Kaynak: Newtimes.az