Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan Kürt sorununda, yaşanan son gelişmelerle birlikte yeni bir aşamaya gelinmiş gibi görünüyor. Irak’ta yaşanan ve içsavaşı andıran olaylar ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık ilanı hazırlıkları yapan etkili bir aktör olarak ortaya çıkması, kuşkusuz bölgedeki en fazla Kürt nüfusa sahip ülke olan Türkiye’de de zincirleme reaksiyonlara neden oluyor. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt sorununda uygulayabileceği üç farklı yöntem akıllara geliyor. Bu yazıda Kürt sorununda üç yöntemi tartışacağım.
2002 yılından beri iktidarda olan ve özellikle 2007 yılı sonrasında ülke genelinde güç tekelini elinde bulundurmaya başlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürt sorunundaki stratejisi, daha çok Sünni İslam ideolojisine dayalı ve Kürtlerle ilişkilerde din kardeşliğini ön plana çıkaran İslami yöntemdir. Uzun yüzyıllardır birlikte yaşayan ve çok büyük oranda aynı din ve mezhepsel aidiyetleri bulunan Türkler ve Kürtleri, İslami bir paradigma bir arada tutmayı amaçlayan Erdoğan rejimi, aynı zamanda seküler hassasiyetleri ağır basan Kürtleri de PKK lideri Abdullah Öcalan’a yürütülen barış görüşmeleri ve uygulanan açılım politikalarıyla devlete bağlı kalmaya çağırmaktadır. Erdoğan ve AK Parti’nin bu politikalarının, özellikle 2002-2007 döneminde oldukça başarılı olduğu ancak Arap Baharı sonrasında bölgede yaşanan jeopolitik gelişmelere paralel olarak bu paradigmanın giderek zayıflamaya başladığı görülmektedir. Kuzey Irak’ta gelişen Kürt milliyetçiliğinin kaldıraç etkisiyle, Türkiye’de de Kürtlerin giderek rejimden ayrıksı bir noktaya çekilmeleri ve askeri tehdit unsurunun zayıflamasıyla birlikte Kürtlerin taleplerinde daha cesur davranmaya başlamaları bu noktada etkili olan faktörlerdir. Bir diğer çok önemli faktör ise; Kürtleri rejime bağlamak için ülkede Sünni İslam dozunun arttırılmasına tepki olarak, özellikle Batı vilayetlerinde yaşayan ve laiklik hassasiyetleri yüksek “endişeli modern” kesimler ve Alevilerin rejimle olan bağlarının giderek zayıflamaya başlamasıdır. Bu nedenle bu birinci yöntem giderek güç kaybetmekte ve Türkiye’deki seküler ve demokratik rejimin de kalitesini düşürmektedir.
Kürt sorununda ikinci yöntem; daha çok Cumhuriyet Halk Partisi ve özellikle Milliyetçi Hareket Partisi’nin temsil ettiği ve geleneksel Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin reflekslerini yansıtan askeri ve ekonomik yöntemdir. Askeri ve ekonomik yöntem, daha çok modernleşme teorisine dayalıdır ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ifade etmek için kullanılan “Türk milleti” kavramının doğruluğunu savunmaktadır. Bu görüşe göre; Güneydoğu Anadolu bölgesindeki yaşam standartlarının ve eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve buna paralel olarak PKK’nın ortaya koyduğu terör tehdidine karşı etkili bir Türk Silahlı Kuvvetleri caydırıcılığının ortaya konması durumunda, Kürt sorunu zaman içerisinde kendiliğinden çözülebilecektir. Ancak askeri ve ekonomik yöntem, 1980’lerde Güneydoğu Anadolu Projesi – GAP ile başlayan ve AK Parti iktidarında da 2002-2007 arasında Güneydoğu Anadolu bölgesine yönelik devam ettirilen modernleşme ve sanayileşme programının yeterince başarılı olamaması ve sivil demokratik rejimi pekiştirebilmek için yapılan darbe karşıtı adli operasyonların Türk Ordusu’na yönelik bir cadı avına dönüşmesi nedeniyle son dönemde oldukça zayıflamıştır. Kemalist paradigmayı yansıtan askeri ve ekonomik yöntem, askeri personelin moralinin ve disiplininin bozularak, TSK’nın PKK karşısında etkili bir caydırıcı unsur olmaktan çıkarılması nedeniyle bugün caydırıcılık ayağından yoksun ve sadece ekonomik yöntemlere dayanmaktadır. Ancak bir bütün olan bu yöntemin, askeri caydırıcılık olmadan başarıya ulaşması -hele ki bu son oluşan konjonktürde- çok zor gözükmektedir. Askeri ve ekonomik yöntemin bir diğer dezavantajı ise; Türkiye’ye yeni büyük ekonomik külfetlere neden olacak olması ve daha kötüsü yeni insan kayıplarının yaşanabilecek olmasıdır. 1984 yılından beri teröre çok can veren Türkiye’de artık halkın da terörle mücadele konusunda direncinin kırılmaya başladığı görülmekte ve bu da askeri ve ekonomik yöntemin geçerliliğini zayıflatmaktadır.
Kürt sorununda üçüncü yöntem ise; daha çok Türkiye sosyalist solunun ve Barış ve Demokrasi Partisi çevrelerinin ifade ettiği ve Kürt sorununu idari ve kültürel reformlar yaparak çözmeye dayalı sol yöntemdir. Sol yöntem; Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne olan bağlarının arttırılması için Kürtçe’nin öğretilmesi yönündeki yasakların kaldırılmasını, Kürtçe’nin resmi ikinci dil olarak kabul görmesini ve Türkiye genelinde federatif ya da Güneydoğu Anadolu bölgesi özelinde özerk bir yönetime geçilmesini öngörmektedir. Bu yöntem; demokratik açıdan en doğru yöntem gözükmekle birlikte, uzun vadede devletin birliğini ve bütünlüğünü ortadan kaldırabilecek ve bu nedenle Türk Devleti’ndeki geleneksel refleks sahibi idarecilerin kabul etmesinin çok zor olacağı riskli bir yoldur. Bilhassa Irak’ta ve Suriye’de Kürtler lehine yaşanan jeopolitik gelişmeler, Türkiye’yi bu konuda daha da endişelendirmekte ve bu tarz bir girişimin Türkiye Cumhuriyeti’ni Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi iç karışıklıklara ve bölünmeye sürükleyebileceğinden korkulmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında, en son Irak örneğinde de olduğu gibi etnik federatif yapıların başarılı olabildiği örnekler maalesef yoktur. Bu nedenle bu üçüncü yöntem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti için pek cazip gözükmemektedir.
Sonuç olarak; Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu zor konjonktürde, Kürt vatandaşlarını devlete daha bağlı kılabilmek adına her üç yöntemden de istifade ederek bir “karma model” geliştirmesi şarttır. Bu noktada Kürtlerle Türklerin din kardeşliği ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki yoğun dini inançlar rejim lehine kullanılabilmeli, ancak bunun ülke genelinde rejimin demokratik ve laik kalitesini düşürmesine izin verilmemelidir. Ekonomik olarak bölgeye yapılacak yatırımlar arttırılmalı ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde turizm ve sanayiye dayalı yeni kalkınma modelleri denenmeli, bunun yanında devletin bölgedeki askeri varlığı ve gücü yeniden tesis edilmelidir. Bunun için TSK personelinin moralinin yükseltilmesi ve ülkesi için çalışan insanlara saygılı yaklaşılması şarttır. Ayrıca ülke genelinde belediyelere yeni yetkiler verilerek, üniter yapı içerisinde bazı demokratik reformlar yapılması, Kürtçe’nin özgürce öğrenilebilmesi ve öğretilebilmesi için zorunlu Türkçe eğitim yapan kurumların dışında haftasonlarında ve etnik dillerde eğitim yapacak yeni eğitim kurumlarının açılması ve Kürtlere yönelik Batı’da oluşan önyargıları silebilecek pedagojik yayınlar yapılması düşünülebilir. Bu karma modelin geliştirilmesinde ise, TBMM içerisindeki tüm partilere ve Türkiye’deki önemli devlet kurumlarına büyük görevler düşmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ