Büyükelçi Ahmet Ünal ÇEVİKÖZ: “Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye Afrika kıtasında ekonomik işbirliği bakımından başlıca aktörler arasında yer almaktadır.”
Röportaj: Hacı Mehmet BOYRAZ (Gediz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 2.sınıf, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Çift Ana Dal öğrencisi)
2010 – 2014 yılları arasında Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi olarak görev yapan ve 2008’de Türkiye’de gerçekleşen Afrika Zirvesi’nin organizatörü olan Büyükelçi Sayın Ahmet Ünal ÇEVİKÖZ ile Afrika üzerine önemli bir röportaj gerçekleştirdik.
İngiltere göreviniz öncesi Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevinizdeyken 2008’deki Afrika Zirvesi’nin fikir babası oldunuz. Bu zirveden sonra kıtada yaşanan kuraklık sonrası Türkiye bölgeye seferberlik halinde dev yardımlara imza attı ve insani yardım vesilesiyle diplomatik ilişkiler de hız kazanmış oldu. 2008’deki bu Zirve ve insani yardım sonrası güncel bazda Türkiye’nin Afrika’daki hâkimiyet alanı ve etkinliğiyle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?
2008 yılını Türkiye’nin Afrika ile olan ilişkileri bakımından önemli bir dönüm noktası olarak görmek gerekir. Her şeyden önce, o yıl Ocak ayında Adis Ababa’da yapılan Afrika Birliği Zirve toplantısında Türkiye Afrika Birliği’nin Stratejik Ortağı olarak kabul edildi. Bu çok önemlidir, zira Afrika Birliği’nin tek tek ülke bazında Stratejik Ortak olarak belirlediği ülke sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Çin, Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi ülkelerin arasına katılan Türkiye bu gelişme ile birlikte Afrika Birliği ile olan ilişkilerinde yeni bir ivme yakalamıştır.
İkinci olarak vurgulamak istediğim husus; o yıl Türkiye’nin kendi dış politikası açısından da önemli bir stratejik karar alarak, Afrika kıtasında yeni Büyükelçilikler açmaya başlamış olmasıdır. 2008 yılında Türkiye’nin Afrika kıtası üzerinde sadece 12 Büyükelçiliği bulunuyordu. Şimdi bu rakam 35’e ulaşmıştır. Bu da Türkiye’nin artık Afrika’da bölgesel değil, kıtasal ölçekte temsil edildiğini göstermektedir.
Tabii üçüncü gelişme de 2008 yılının Ağustos ayında düzenlediğimiz Birinci Türkiye-Afrika Zirvesi olmuştur. Türkiye ile Afrika arasındaki zirve toplantısı sonucunda kabul edilen belge ülkemizin Afrika’ya sağlık, eğitim, altyapı, iletişim, ulaştırma, küçük ve orta boy işletmeler, tarım gibi birçok sektörde yatırım yönlendirmeyi ve Türkiye’nin iş çevrelerini Afrika ile yakınlaştırmayı hedeflediğini açıkça göstermiştir.
Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye Afrika kıtasında ekonomik işbirliği bakımından başlıca aktörler arasında yer almaktadır. Dikkat edecek olursanız, Türkiye’nin bu kazanımları tüm dünyanın ilgisini çekmekte, Türkiye’nin Afrika’nın sorunlarıyla ilgili olarak attığı adımlara ve başlattığı girişimlere katılmak, ortak olmak için özellikle gelişmiş ve sanayileşmiş ülkeler, örneğin İngiltere, Fransa gibi başlıca Avrupa ülkeleri Türkiye ile eşgüdüm içinde davranmaya gayret etmektedirler. Bu da Türkiye’nin artık Afrika kıtasının geleceğinde önemli ölçüde belirleyici bir konum kazandığının kanıtıdır.
Malumunuz Türkiye’nin Afrika ülkeleri ile olan bağı Osmanlı’ya kadar gitmektedir. Tecrübeleriniz dâhilinde Türkiye’nin Afrika ülkelerindeki genel algısını nasıl buluyorsunuz?
Afrika ülkeleri ile olan bağlarımızın Osmanlı İmparatorluğu dönemine kadar giden çok eski bir geçmişi olduğu doğrudur. Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki hâkimiyeti Barbaros Hayrettin Paşa ile 16. yüzyılda başlar. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Orta Afrika’daki Bornu-Kanem Krallığı ile ilişkiler kurulmuş ve geliştirilmiştir. Osmanlı o dönemde Bornu Krallığı’ndan Hacca gidişlerin güvenliğini sağlamıştır. Öte yandan, aynı durum Afrika’nın diğer bölgelerinde de Osmanlı’yı sömürgeci ülkelerle karşı karşıya getirebilmiştir. Nitekim Doğu Afrika’da Portekiz donanmasıyla Osmanlı’nın güç mücadelesi içinde olduğu ve Portekiz donanmasının bu bölgede önemli kazanımlar elde edememesinin bu karşılaşmadan dolayı olduğu bilinir. Bu dönemde Doğu Afrika’da sahilde Tanzanya ve Zanzibar, karada Uganda’ya kadar etkili olabilmiştir Osmanlı. Tabii bu tarihi gerçeğin doğal olarak bir kalıntısı mevcuttur. Tarih bu bölgelerdeki ülkelerin Osmanlı’yı daima olumlu bir şekilde hatırlamasına yol açmıştır. Somali, Eritre, Afrika boynuzu, Sudan’daki halklar Osmanlı hakkında hep bu duyguları beslerler.
Öte yandan, birçok Afrika ülkesinin bağımsızlıklarını kazanmaları da aşağı yukarı yarım yüzyılı aşkın çok yeni bir geçmişe sahiptir. 1960’lı yıllarda başlayan bu bağımsızlık furyasında Kurtuluş Savaşımız ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mücadelesi örnek alınmış, Mustafa Kemal Atatürk bu bağımsızlık mücadelelerinin simgesel referansını oluşturmuştur. Türkiye dendiğinde Afrikalı ulusların zihninde sömürgecilikle özdeşleşmiş bir olumsuzluk olmadığı gibi, aksine kendi bağımsızlık mücadelelerine örnek oluşturan olumlu bir algı mevcuttur.
Türkiye, Afrika Birliği’nin İcra Konseyi’nin 25-29 Ocak 2008 tarihlerinde Addis Ababa’da yapılan toplantısında Afrika’nın Çin, Japonya, Güney Kore, Hindistan’dan sonra yeni stratejik ortağı olmuştu. Bu stratejik ortaklığın Türkiye’ye sağladığı fayda ne olmuştur ve bugünkü faydaları nelerdir?
Bu stratejik ortaklığın en önemli faydası Türkiye ile Afrika Birliği arasında doğrudan ve kurumsallaşan bir ilişkiler yumağı oluşmasına yol açmasıdır. Afrika Birliği ile benzer ilişkiler kurabilmek için uğraşan birçok ülke olmasına rağmen, bu ayrıcalıklı konum sadece birkaç ülkenin sahip olduğu bir özelliktir. Bugün, nereden bakarsanız bakın, Afrika kıtası 21. yüzyılın yükselen kıtası olarak görülmekte, doğal kaynaklarının ve zenginliklerinin değerlendirilebilmesi için ciddi bir yatırım mücadelesi sürmektedir. Türkiye’nin Afrika Birliği ile stratejik ortak olması elbette bu yarışta öncelikli ve avantajlı bir konum sağlamaktadır. Son beş yılda Türkiye’nin kıta ile ekonomik ve ticari ilişkileri hızla artmış ve ticaret hacmimizde Afrika kıtası belli başlı coğrafyalar arasına girmiştir. Bu da stratejik ortaklığımızın son derece yararlı bir işleve sahip olduğunu göstermektedir.
Kıtada Çin’in ABD, İngiltere ve Fransa kadar etkin bir ülke olduğu herkesin malumu. Özellikle Sudan’daki petrol rezervlerini göz önüne aldığımızda Sudan’ın bölünmesinde Çin’in de önemli bir role sahip olduğu belirtiliyor. Sizce Türkiye kıtadaki eski sömürgeci ülkeler Fransa ve İngiltere ile birlikte bölgede etkin rol oynayan Çin ve ABD ile kıta üzerinde hâkimiyet kurabilir mi?
Ben hiçbir ülkenin bir kıta üzerinde tek başına hâkimiyet kurmasının mümkün olacağını düşünmüyorum. Günümüzde uluslararası ilişkilerde karşılıklı bağımlılık ve menfaatler gözetilmekte, dengeler buna göre oluşmaktadır. Afrika kıtası üzerinde Türkiye değil, Çin, ABD gibi ülkeler de tek başına hâkimiyet kurmakta zorlanırlar. Önemli olan, dürüst, yeni sömürgeci yaklaşımlar oluşturmayan, akılcı politikalarla kıtanın kalkınmasına yardımcı olan, Afrika ülkelerinin üretim potansiyelini artıran, bunun ekonomik dönüşüm sağlamasını amaçlayan yatırımların kıtaya yönlendirilmesidir. Afrika artık uyanmıştır ve doğal kaynaklarının sömürülmesine izin vermemektedir. Türkiye kıtaya ve Afrika ülkelerine bu anlayışla gittiği müddetçe bu yarışta daima avantajlı ve tercih edilir konumda olacaktır. İş çevrelerimiz artık bunu öğrenmiş ve olgun bir yatırımcı konumuna erişmişlerdir. 90’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Asya bölgesine gidilirken aynı anlayışla gidilmediği söylenir. Bunun o ülkelerde Türkiye’nin başlangıçta kazandığı avantajlarını zaman içinde aşındırdığı ileri sürülür. Bu görüşler doğruysa, bugün Afrika kıtasında aynı yanlışların yapılmadığı politikaları uygulamak hem Türkiye’ye, hem de Afrika’ya yarar sağlayacaktır.
Bugünün konjonktürü gereği mevcut Türk hükümeti ağırlığını Ortadoğu’ya vermek zorunda kalıyor. Sizce bu durum Afrika ile ilişkileri yavaşlatıyor olabilir mi?
Türkiye’nin dış politikasında Ortadoğu’nun ağırlıklı şekilde rol aldığı doğru. Ancak bunun konjonktür gereği olduğunu da yadsıyamayız. Bugün dünyanın en köklü ve eski sorunlarının bulunduğu coğrafyayı oluşturan Ortadoğu, bu sorunlardan kurtulmak yerine daha da karmaşıklaşan bir sarmalın içinde kıvranmakta. Hal böyle olunca, bölgenin başlıca aktörlerinden olan Türkiye’nin bu sorunlara ilgisiz kalması düşünülemez. Ancak, Ortadoğu ağırlıklı dış politika ister istemez ülkemizin küresel ölçekte söz sahibi olabilen bir aktör haline gelmesini de sınırlamaktadır. Gönül ister ki, Ortadoğu’nun sorunlarına Türkiye’nin gösterdiği ilgi müttefiklerimiz tarafından da gösterilsin. Böyle bir durumda Türkiye’nin de doğal olarak omuzlarındaki yük hafifler. Ama böyle olmuyor. Afrika ile olan ilişkilerimiz de bu mecburi öncelikler nedeniyle beklenen ivme ile ilerletilemiyor. Somut örnek vermek gerekirse, Türkiye-Afrika zirvelerinin her beş yılda bir yapılması 2008 yılındaki İstanbul zirvesinde kararlaştırılmış iken, ikinci zirveyi ancak bu yılın ikinci yarısında gerçekleştirebileceğiz. Bu önemli bir gecikmedir.
Dışişleri Bakanlığımızın verilerine göre Afrika kıtasında hâlihazırda 35 Büyükelçilik, 4 Başkonsolosluk olmak üzere 39 muvazzaf temsilcilik bulunmaktadır. Ayrıca, 6 Fahri Başkonsolosluk ve 24 Fahri Konsolosluk bulunmaktadır. Muvazzaf personel sayısı ise 186 olarak belirtilmektedir. Bu misyonlarının yeterli olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yeni misyonlar açılmalı mı?
Türkiye uluslararası diplomaside çok güçlü ve itibar sahibidir. Bu durum yılların deneyim ve birikimi ile sağlanmıştır. Uluslararası ortamda olabildiğince geniş temsil olanağına sahip olmak ve etkin dış politika uygulayabilmek için yurt dışındaki misyonların sayısı elbette önemli bir unsurdur. Ancak dış misyon sayısı etkili dış politikanın unsurlarından sadece birini oluşturmaktadır. Bence önemli olan nicelik değil, niteliktir. Türkiye 1980’li yıllarda da Afrika’da birçok Büyükelçilik açmış, sonra bunların bazılarını kapatmıştı. 2008 yılında Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilirken, Afrika ülkelerinin neredeyse tamamının desteğini almıştı. Oysa o sıralarda kıta üzerinde sadece 12 Büyükelçiliğimiz vardı. Dolayısıyla misyon sayısı etkin dış politika için yegane koşul değildir. Bugün Afrika kıtası üzerinde Büyükelçiliğimizin bulunmadığı 20’ye yakın ülke kalmıştır. Bunların hepsinde bir misyonumuz olmasının gerekli olduğu kanaatinde değilim.
Afrika’nın yapısı gereği sıklıkla çatışmalara maruz kalması Türkiye’yi Uluslararası İlişkiler disiplininde oldukça yeni olan bir alana “Mediation”a (Uzlaşma) önem vermesini sağladı. Bunun bir örneği Somali ve Somaliland arasındaki anlaşmazlıkta Türkiye’nin “mediator” (arabulucu) olarak yer almaya çalışması konuyla ilgili olarak Bakanlığımızın son dönemde bu alana önem verdiğini göstermektedir. Bu noktada bölgesel ve kıta genelindeki örgütler (Afrika Birliği) aracılığıyla Türkiye’nin “Afrika’daki Mediation” konusunda çalışmalar yapması diğer dış aktörler tarafından dikkatle izlenmektedir. Bu hususta gelecekte “Mediation” üzerinden Türkiye’nin kıtadaki rolünün artacağını söyleyebilir miyiz?
Türkiye’nin Afrika’nın sorunlarıyla ilgilenmesi, bu sorunların çözümünde arabulucu, ya da kolaylaştırıcı roller üstlenmesi elbette çok yararlı. Ancak Türkiye bu etkinliklerini sadece Afrika kıtasında yapmıyor. Balkanlarda, Asya’da, başka coğrafyalarda da benzer girişimlerimiz var. Elbette bu girişim ve çabalar Türkiye’nin görünürlüğünü artırıyor, ülkemizi uluslararası platformlarda dikkati çeken bir aktör konumuna getiriyor. Bununla beraber, Türkiye’nin Afrika kıtasındaki rolünü artırmak için arabuluculuk faaliyetlerinden ziyade ekonomik işbirliği olanaklarını kullanması daha etkili olur. Afrika’nın siyasi sorunları olabilir, ama bunların temelinde genellikle ekonomik sorunlar, gelir ve refah paylaşımı gibi meseleler yatmaktadır. Türkiye Afrika’ya yaklaşımında bence ekonomik işbirliğini ve 2008 yılında yaptığımız Afrika zirvesi sonucunda kabul edilen belgede öne çıkan sektörlerde Afrika’ya yatırımcılığı daha öncelikli olarak ele almalıdır.
Son olarak yakın zamanda Günay Afrika Cumhuriyeti ile olan ilişkilerimizi incelerken yanlış bir “Kürt Sorunu” algısı bulunduğunu fark ettim. Malumunuz apartheid rejiminden kurtulan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin efsanevi lideri Mandela’ya 1993’de “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” vermek istediğimizde kendisi ödülü kabul etmemişti. Bunun akabinde ortaya çıkan durumda Güney Afrika’daki “siyah” algısı ile Türkiye’deki “Kürt” algısı arasında paralellik kurulduğu fark edilmişti. Sizce Güney Afrika’nın bu yanlış algısı “Ermeni Sorunu” gibi diğer aktörler (ABD, Çin, Fransa vb.) tarafından manipüle alanı olabilir mi?
Sizin de vurguladığınız gibi, bu konu Güney Afrika’nın Türkiye ile ilgili yanlış bir algısını yansıtmaktadır. Nelson Mandela’nın 1993 yılında ödülü reddetmesi de bu yanlış algıdan kaynaklanıyordu. Sanırım Mandela daha sonra bu yaklaşımındaki hatayı farkına vardı ve bunu bir şekilde de ifade etti. Ben Türkiye’de son yıllarda toplumsal barış ve uzlaşı bakımından önemli adımlar atıldığı kanaatindeyim. Bu durum Türkiye hakkındaki yanlış algıların düzelmesine yardımcı olduğu gibi, bu tür konuların istismar edilmesi olasılığını da ciddi ölçüde sınırlıyor. Gelişen Türkiye’nin önünde bu tür sıkıntıların olacağını düşünmüyorum.
Ahmet Ünal ÇEVİKÖZ hakkında: (Kaynak: Wikipedia)
1952 İstanbul doğumlu olan Sayın ÇEVİKÖZ 1970 yılında Kadıköy Maarif Koleji’ni bitirdikten sonra 1974’de Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, 1978’de ise aynı üniversitede Siyaset Bilimi Bölümünden mezun olmuştur. Aynı yıl (1978) Dışişleri Bakanlığı’nda göreve başlamıştır. 1993’de Brüksel Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans (BA) almıştır.
Mesleki kariyerine 1980 yılına kadar Merkezde devam eden Sayın ÇEVİKÖZ, daha sonra Moskova Büyükelçiliği’nde İkinci Kâtip, Bregenz Başkonsolosluğu’nda Konsolos olarak görev yapmıştır. 1986’da merkeze dönerek Doğu Avrupa Dairesi Şube Müdürlüğü görevinde bulunmuştur. Takip eden süreç içerisinde Sofya Büyükelçiliği’nde Müsteşar olarak görev yapmıştır.
1989 – 1997 yılları arasında NATO’da uluslararası memur olarak görev yapan Sayın ÇEVİKÖZ, 1997’de Bakanlıktaki görevine dönerek yaklaşık 1 yıl Balkan Dairesi Başkanlığı yapmıştır. Daha sonra Kafkasya ve Orta Asya Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapmıştır.
2001’de Türkiye’nin Azerbaycan nezdinde Büyükelçisi, 2004’te ise Irak Büyükelçisi olarak atanmıştır. 2007 – 2010 arasında Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevini yürütürken 2008’de İstanbul’da gerçekleştirilen “Afrika Zirvesi”nin organizasyon heyetinin başında yer almıştır. Bu görev sonrası 2010 -2014 arasında Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğini yürüttükten sonra görev süresi dolmasından ötürü kısa bir zaman önce Merkeze atanmıştır.
Hacı Mehmet BOYRAZ hakkında:
Hacı Mehmet BOYRAZ, Gediz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 2.sınıf öğrencisi olmakla beraber aynı üniversitede Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünde Çift Ana Dal yapmaktadır. Şu anda AB Komisyonu Bursu ile İngiltere’de Leeds Beckett University’de araştırma yapmaktadır.