Avrupa Birliği, son 25 yılda genişleme yönünde öyle ileri adımlar attı ki, bu da birtakım sorunlar meydana getirdi. Yugoslavya’nın bölünmesi sürecine AB doğrudan katıldı. Örgütün genişleme politikası, sonuçta Ukrayna krizine de yol açtı. Afrika’nın kuzeyinde, Suriye, Irak ve Afganistan’da yaşanan süreçlerde de AB’nin rolü vardır. Zürih Protokolleri’nin imzalanması ve Ermenistan-Türkiye sınırının açılması konusunda birliğin hakkaniyet ilkesiyle uyuşmayan hevesi henüz hafızalardan çıkmadı. Brüksel, bu konuda Türkiye’ye hayli baskı yaptı. Bütün bunlar doğruluyor ki, AB için diğer bölgelerle birlikte, eski Sovyet bölgesinin de önemi arttı. Birliğin bu yönde yürüttüğü politikanın uzmanların odağında olması da bununla açıklanabilir. Analizler gösteriyor ki, buradaki manzara henüz net değildir. AB’nin hataları ve birçok diğer faktör durumu hayli karmaşıklaştırır. Bu faktörler prizmasından bakılırsa, Brüksel’in ne gibi adımlar atacağı konusu hayli ilginçtir.
Seçim: Normativizm Mi, Kaba Kuvvet Mi?
Avrupa Birliği ne kadar güçlü olursa olsun, onun ciddi zorluklarla karşılaştığı bir gerçektir. Bu örgütün dünyanın çeşitli bölgelerinde gerçekleştirmek istediği planların boşa çıktığını inkar etmek olmaz. Fakat meselenin bu tarafına AB yetkilileri, nedense hiç dikkat etmiyorlar. Bu da, eski hataların tekrarlanmasına yol açıyor. Sorunun kavramsal yönü düşündürücüdür.
AB’nin bir kurum olarak jeopolitik geleceği hakkında çeşitli tahminler var. Onun yenilenme yönleri net değildir. Bunların kökeninde iki yaklaşım duruyor. Birincisi, AB’nin “normatif güç” modelini sürdürmesidir. İkincisi ise, örgütün “bir dünya gücü” olmasına yöneliktir. Birbirinden içerik ve stratejik amaçlarla farklılaşan bu modeller, Avrupa’nın dünyadaki yeri ve rolünü belirler (bkz.: Cengiz Dinç. Sivil Güç – Realist Oyuncu İkileminde Avrupa Birliği’nin Küresel Konumu ÜzerineTartışmalar / “Uluslararası Hukuk ve Politika”, Cilt 7, Sayı: 28, ss. 89-124, 2011).
AB genelinde kriterleri belirginleşen “normatif güç” taraftarları, kurumun sınırları dışında “askeri güç ve zor kullanarak istikrarı veya çıkarlarını korumaya çalışmasının onun temel felsefesine ihanet olduğunu düşünüyorlar (bkz.: önceki kaynağa, s. 89). Bu, ilginç bir değerlendirmedir, çünkü aslında AB’nin oluşma felsefesinin ilkelerini öne sürer.
Ancak ikinci yaklaşımın taraftarları düşünüyorlar ki, “dünyada hala realist bir düzen var” ve “AB bunu görmezlikten gelemez” (bkz.: önceki kaynağa). Çeşitli bölgelerde cereyan eden jeopolitik süreçler, küresel ölçekte ciddi değişikliklerden haber verir. Böyle bir ortamda, AB gibi bir kurum nasıl kendi içine kapanabilir? O, dayandığı temel ilkeleri (değerleri) korumak için çevresinden kopmamalıdır. Demek ki, ikinci yaklaşımın taraftarlarına göre, AB dünya çapında etkin politikalar yürütmeye mecburdur.
İlginçtir ki, burada son dönemlerde Almanya’nın Avrupa ve dünya siyasetinde oynayabileceği role daha çok önem verilmektedir. Mevcut fikirlere göre, Berlin’in zayıflaması bütünüyle AB politikasını ciddi etkileyebilir. Çünkü Almanya; Avrupa sistemini, Transatlantik alandaki jeopolitik gelişmelerin dinamiğini ve liberal dünya düzeninin gelişimini birbiriyle uygun hale getirebilir (bkz.: Ulrich Speck. Power and Purpose: German Foreign Policy at a Crossroads / Carnegie Endowment for International Peace, 3 November 2014).
Şimdilik organizasyon kapsamında bu modellerin mücadelesi süregidiyor. İngiltere ve Fransa “sert güç” taraftarıyken, Almanya, İspanya ve Hollanda “normatif gücü” tercih ediyorlar (bkz.: Cengiz Dinç. Sivil Güç – Realist Oyuncu İkileminde Avrupa Birliği’nin Küresel Konumu ÜzerineTartışmalar / “Uluslararası Hukuk ve Politika”, Cilt 7, Sayı: 28, 2011, s. 91). Gözlemlenen bu fikir ayrılığı, belli ölçüde AB’nin dış politikasının içeriğini de etkiler. Örneğin bu durum, eski Sovyet coğrafyasında örgütün faaliyetlerinde çelişkiler şeklinde kendisini göstermektedir. Belli alanlarda ise “çifte standart” politikasının belirtileri kendini gösterir. AB’nin bu yönde yürüttüğü siyasi çizginin analizi güncel ve önemlidir.
Uzmanlar vurguluyorlar ki, “dikkatin iktidarın üst basamağında bulunan bir figür üzerinde toplanması, Batı siyasetçilerini yoldan çıkarttı” (bkz.: Samuel Charap, Jeremy Shapiro. How to Avoid a New Cold War / “Current History”, 2014, Volume: 113, Issue: 765, s. 265). Bunu S. Hüseyin, M. Kaddafi ve B. Esad ile ilgili atılan adımlar doğruluyor. Sanki bu çizgi, Rusya doğrultusunda halen devam ediyor. Ve bu hususun üzerinde düşünmek gerekiyor. Bazı durumlarda bu eğilim o kadar geniş kapsamdadır ki, uzmanlar “dağılan dünya düzeni” ifadesini kullanmaktan çekinmezler. Örneğin, Richard Haas özellikle yazıyor ki, “kaosun kaynağı… temel anlaşmaları inkar edenlerdir…” (bkz.: Richard N. Haass. The Unraveling: How to Respond to a Disordered World / “Foreign Affairs”, November/December 2014, Volume 93, Number 6, ss. 70-74).
Meselenin bu yönüne daha geniş şekilde bakmadan önce, AB’nin Lizbon Sözleşmesi ile (2007) başlayan reformlarının bazı başlıklarına dikkat çekmeye gerek görüyoruz. Lizbon reformları, hiç şüphesiz, kurumun küresel jeopolitik oyuncu olarak konumunu pekiştirdi. AB, uluslararası hukuk nesnesi olarak tanındı. Dışişleri ve güvenlik konularında yüksek temsilcilik mevkisi oluşturuldu. Organize suçlara karşı AB yapılarının rolü güçlendirildi. Bunlar, dış politikayı şekillendirmek için AB imkânlarını daha da iyileştirmek ve “dünya çapında” ortak sesle “konuşmak adına düşünülmüştü” (bkz.: Ольга Потемкина. Европейский союз как игрок на международной арене / Российский совет по международным делам, 23 октября 2012).
Tesadüfi değil ki, 12 Eylül 2012’de Avrupa Parlamentosu genel kurul toplantısında Avrupa Komisyonu Başkanı J. M. Barroso beyan etmişti ki, “AB aslında ekonomik yönden döviz ittifakına yönelmelidir. Bu, dış politikayla güvenlik politikasını geniş şekilde birbirine yaklaştırmayı gerektirir” (bkz.: Benjamin Fox. Barroso envisages ‘federation of nation states’ / “EU Observer”, 13 September 2012).
Bu politikanın uygulanmasını, mali-ekonomik alanda ve avro bölgesinde gözlemlenen kriz etkiledi. Lizbon sonrası aşamada, Brüksel, bu faktörleri dikkate almaya mahkûmdur. Dolayısıyla bankalaşma alanında kurumun bütünleşme ihtiyacı da oluşmuştur. Tecrübeler gösterir ki, bu, siyaset ve güvenlik alanlarında ortak bir görüşe varmadan mümkün değildir. Bununla AB, reel olarak yeni ve daha etkin faaliyet biçimine geçiş yapmak zaruretiyle karşı karşıyadır.
İtiraf etmek gerekir ki, onun bu sorunu çözdüğünü söylemek için henüz erkendir. Fakat belli yönlerde somut noktaları netleştirmek mümkündür. Ayrıca AB’nin eski Sovyet coğrafyası politikasının merkezinde Rusya meselesinin olduğunu da kabul etmek gerekir.
Rusya Faktörü: Stratejik Ortaklık?
Avrupa Birliği, geleneksel stratejik ortağı olarak ABD, Çin ve Rusya’yı görüyor. Fakat burada bir ince nokta vardır. AB, Rusya ve Çin’e ABD’den farklı amaçlarla yaklaşır. O, Rusya’yı hem eski Sovyet coğrafyasının en büyük devleti olarak kabul ediyor, hem de BRİCS örgütünün önde gelen devleti olarak onu kendi değerlerine yakınlaştırmaya çalışıyor.
Bunun için AB, Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika’dan da yardım istemeye gayret gösteriyor. Örneğin AB, Brezilya ve Hindistan’ın BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olması önerisini destekliyor. Batılı analistler bu hususu, Rusya ve Çin’in “Avrupa değerlerine” yakınlaştırılma planının parçası olarak adlandırırlar (bkz.: Michael Emerson. Implications of the Eurozone Crisis for EU Foreign Policy: Costs and Opportunities / The Centre for European Policy Studies, “CEPS Commentaries”, 1 June 2012. s. 2).
Moskova ise, bunu tek taraflı bir yaklaşım olarak düşünür. Çünkü onun eski Sovyet coğrafyasında jeopolitik çıkarları ilkesel önem taşımaktadır ki, bunu Kremlin’in kendi bütünleşme modelini gerçekleştirmeye çalışması da göstermektedir. Demek ki, Rusya, AB ile işbirliğinin yeni stratejik amaçlarının belirlenmesinde çıkarlıdır. Taraflar arasında halen ihtilaflara neden olan temel faktörlerden biri de budur. Avrupa Birliği ve Rusya, “Lizbon’dan Vladivostok’a kadar uyumlaştırılmış ekonomik sistem” yaratmayı gerekli görür, ancak onun gerçekleştirilme mekanizması konusunda tamamen farklı modelleri tercih ederler. Bu çelişki, AB’nin bütün eski Sovyet coğrafyasında yürüttüğü siyasette şu ya da bu derecede yer buluyor.
Fakat burada AB’nin yaptığı bir yanlışlığı mutlaka vurgulamak gerekir. Uzmanlara göre; SSCB dağıldıktan sonra Rusya’nın zayıflaması Batılı siyasetçileri aldattı. Onlara öyle geldi ki, “zayıflık aynı zamanda görüş değişikliğidir” (bkz.: Ivan Krastev, Mark Leonard. The New European Disorder / European Council on Foreign Relations, ESFR/117, November 2014). Bu nokta, Brüksel’in Moskova’ya yönelik gerçekçi olmayan adımlar atmasına ivme verdi. Genişleme politikasının üzerinde inat etmek de buna örnek olan bir yanlış davranış biçimiydi. Bunlara rağmen, AB-Rusya ilişkilerinin ekonomik yönü gelişiyordu.
Şunu belirtelim ki, 2011 yılında AB ve Rusya ticaret hacmini üçte bir oranında artırarak, 307 milyar avro düzeyine yükseltti. Aynı yıl, Rusya’nın döviz rezervinin % 41’i avro ile nominalleşmişti (bkz.: Владимир Чижов. Стратегическое партнерство Россия-ЕС: еврокризис – не повод для передышки / “Международная жизнь”, 2012.-№6. ss. 22-34). Ayrıca Avrupa Birliği ve Rusya, ekonomik işbirliğinin 2050 yılına kadar olan “yol haritası”nı yoğun biçimde çalışarak hazırlıyorlardı.
Bunlara göre, tarafların işbirliğini yükselterek gelişeceklerini beklemek yerinde olurdu. Ancak sonradan Ortadoğu ve Ukrayna krizleri meydana çıktı. Öte yandan, Moskova’nın eski Sovyet ülkelerini kapsayan Avrasya Ekonomik Birliği (AEB) girişimi üzerinde kararlı olması, ilişkilere olumsuz etki gösterdi. Şimdi AB-Rusya ilişkilerine bu faktörler bağlamında bakmak gerekir. Uzmanlar bu temelde belirtiyorlar ki, “eski Sovyet coğrafyasında nüfuz mücadelesi ve enerji konusundaki çelişkiler öne çıkıyor, işbirliğinin diğer yönleri ise arka plana atılır” (bkz.:Европейский Союз в XXI веке: время испытаний. Под ред. О.Ю. Потемкиной. М.: Издательство “Весь Мир”, 2012, s. 656).
Dikkati bu konulara çeken bazı uzmanlar, AB ile Rusya’nın “aslında stratejik ortak” olmadığı kanaatine gelirler. Onlar tarafların çeşitli alanlarda işbirliğini geliştirebileceğini gözardı etmese de, ilişkilerin gerçekten stratejik ilişkiler düzeyine yükseltilmesi için bunların yeterli olmadığını vurguluyor, tarafların aslında “işbirliğine mecbur olan komşular” gibi davranacağını bildiriyorlar (bkz.: Galym Zhussipbek. Avrupa Birliği İle Rusya Federasyonu Arasındaki “Stratejik Ortaklığın” Analizi / “Uluslararası Hukuk ve Politika”, Cilt 7, Sayı: 25, ss. 47-85, 2011).
Hâlihazırdaki Ukrayna krizi, yukarıda anlatılan bağlamda ciddi önem taşımaktadır. AB ile Rusya arasındaki ilişkiler, neredeyse Kiev mücadele taktiği ve stratejisine bağımlı duruma geldi. Almanya Şansölyesi A. Merkel, Rusya Federasyonu’na uygulanan yaptırımları kastederek gazetecilere şunları söyledi: “Ben eminim ki, Rusya’nın eylemlerine bütün Avrupa’nın tepkisi doğruydu” (bkz.: Merkel says sanctions against Russia remain unavoidable / ”Reuters”, 18 December 2014).
Bu tür bir durumun oluşmasının kökünde Ukrayna, Moldova ve Gürcistan’ın AB ile ortak üyelik anlaşması imzalaması duruyor. Moskova defalarca uyarmıştı ki, bu adımlar Rusya için ciddi sosyo-ekonomik sorunlar yaratacak. Brüksel ise, bu argümanları kabul etmedi. Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesinden sonra, AB durumun ne kadar ciddi olduğunun farkına vardı. Ancak bu kez de Kremlin durmak istemedi ve Ukrayna’nın doğu eyaletlerindeki süreçlere destek verdi.
Şimdi Ukrayna’da ağır bir durum oluştu. Ülkenin toprak bütünlüğü tehdit altındadır. AB, bu sebeple Rusya’ya yaptırımlar uyguluyor ve hatta onları güçlendirmeyi düşünüyor. Aynı zamanda, konuyla ilgili çelişkili bilgiler de yayılır. Medya, Fransa Cumhurbaşkanı F. Hollande ile V. Putin’in, Ukrayna krizinin çözümü ile ilgili uzlaşabileceğini yazıyor. F. Hollande ile A. Merkel, yaptıkları telefon görüşmesinde “krizin çözümünün geleceğini ele aldılar” (bkz.: Олланд и Меркель обсудили прогресс в разрешении кризиса на Украине / ”РИА Новости”, 7 декабря 2014).
Bu tür yayınlarla birlikte, Ukrayna’nın doğu eyaletlerinde askeri operasyonların devam etmesi kuşkular yaratıyor. Hissedilir ki, bu sorun, AB-Rusya ilişkilerine daha uzun süre olumsuz etkiler gösterecektir. Aslında, birçok uzman da bu fikirdedir. Hatta AB’nin dış politikada Ukrayna üzerinden bir “stratejik sınav” verdiği de söyleniyor. Çünkü Brüksel, sözle ifade ettiklerini uygulamıyor (bkz.: Fatma Yılmaz-Elmas. Ukrayna Krizi: AB’nin Yeni Aktörlük Sınavı / Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, 20 Mart 2014).
Artık bu, Doğu Avrupa ve genel olarak eski Sovyet coğrafyasının güvenliği bakımından tehlikeli bir belirtidir. Eğer bu tezin dayanakları varsa, AB’nin dış politikasının bütünüyle yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Çünkü Brüksel’in “jeopolitik sınavları”, büyük bir alandaki tüm halkların trajedisine neden olabilir. Gerçi son olaylar gösteriyor ki; AB, Ukrayna konusunda ihtiyatlı, ancak inatçı davranmaya çalışıyor. Krizin ortadan kaldırılmasının net zamanı belli olmasa da, Brüksel teşebbüsü başkasına vermek istemiyor.
Burada eski Sovyet coğrafyası ile ilgili AB’nin entegrasyon modellerinin olduğunu da dikkate almak gerekir. Rusya’nın da kendi projeleri olduğundan, kendiliğinden bu iki güç arasında bir rekabet ortamı oluşuyor. Temel mesele; eski Sovyet ülkelerinin hangi modele ağırlık vereceği, Avrupa’nın mı, yoksa Rusya’nın mı teklifini kabul edeceğidir.
Bu ülkelerin kendi standartlarına daha da uygun hale gelmesi şartıyla, AB, onların Moskova ile işbirliğine itiraz etmiyor, Kremlin ise bunun aksini yapmaya çalışıyor. Sonuçta, “eski Sovyet ülkelerine sadece bir işbirliği modeli değil, gelişim yolu öneriliyor” (bkz.: Людмила Бабынина. ЕС и Россия: конкуренция за постсоветское пространство? / Российский совет по международным делам, 29 мая 2013).
Öyle anlaşılıyor ki, AB-Rusya ilişkilerinde Ukrayna faktörü ciddi bir rol oynuyor. Uzmanlara göre; Rusya’nın Kırım’ı istila etmesi, aslında AB ve NATO’nun genişlemesine cevaptı. Kremlin, bu meseleyi mecazi olarak “tüm sebeplerin kökeni” olarak adlandırır (bkz.: John J. Mearsheimer. Why the Ukraine Crisis Is the West’s Fault / “Foreign Affairs”, September/October 2014, Volume 93, Number 5, ss. 1-12). Görüldüğü gibi, AB’nin yıllardır gerçekleştirmek istediği dış politikada ciddi boşluklar vardır. Ukrayna yönünde bunu açıkça hissediyoruz.
Fakat bu, tüm alanları kapsamaz. Burada Moldova, Güney Kafkasya ve Orta Asya ülkelerini de dikkate almak gerekir. İtiraf etmek gerekir ki, meselenin bu şekilde olmasını mevcut durum oldukça karmaşıklaştırır. Ancak gerçeği inkar etmek de çözüm değildir.
Kamal ADIGOZALOV