17 Aralık 2015 gecesi Türk ve İsrail medyasına düşen haberler, iki ülkenin, ilişkilerin normalleşmesi için anlaştıklarını duyuruyordu. (Hürriyet, “İsrailli yetkili: Türkiye ile anlaştık”, 17/12/2015. http://www.hurriyet.com.tr/israilli-yetkili-turkiye-ile-anlastik-40028524).
Bilindiği üzere, Mayıs 2010’da yaşanan olaylar sonrasında, Türkiye, BM İnsan Hakları Komisyonu’nun yanı sıra, BM bünyesinde Palmer Komisyonu’nun kurulmasını kabul etmiş, Cenevre merkezli İnsan Hakları Komisyonu Türkiye’yi haklı bulurken, Palmer Komisyonu Türkiye ve İsrail’e ortak sorumluluklar yüklemişti. Eylül 2011’de Palmer Komisyonu kararını açıkladıktan sonra, Türkiye, o dönem Dışişleri Bakanlığı görevini sürdüren Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu aracılığıyla, İsrail’le ilişkilerin dondurulduğunu içeren bir çıkış yaptı. Ve söz konusu konuşmada, “ilişkilerin normalleşmesi” için 3 koşul sıraladı. Birinci koşul özür, ikinci koşul Mavi Marmara’da İsrailli komandolar tarafından öldürülen Türk yurttaşları için tazminat ve üçüncü koşul ise Gazze’ye yönelik İsrail’in deniz ablukasının kaldırılmasıydı.
ABD Başkanları içinde, Filistin’de barış süreci başlatamayan Başkanlardan biri olarak tarihe geçen Obama yönetimi, iki müttefikinin Doğu Akdeniz’deki gerginliğine çok fazla müdahil olamadı. Bölgede İhvancı rejimlerle “sözde baharlar” peşinde koşan “ABD Demokratları”, 2015 itibarıyla yeni arayışları ifade etmek durumunda kaldı. Buna karşın, Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni dönemin kapısını aralayan, ABD’nin her daim süren telkinlerinden çok, Rusya’nın Çarlık döneminden beri süregelen “sıcak denizlere inme” politikasının gerçekliğe kavuşması oldu. Obama, Güney Pasifik’e yönelik ABD stratejisini, neredeyse Ortadoğu’yu ikinci plana atan bir bakışla ortaya koyarken, ortaya çıkan “stratejik boşluğu” Rusya doldurdu. Rusya, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki varlığını “IŞİD’e karşı mücadele”ye dayandırarak, bir bakıma meşrulaştırmaya çalıştı. Ve bunda, göreceli olsa da başarılı oldu. En azından, “Suriye kaosu” sonrasında bu ülkeden ve Ortadoğu’daki çeşitli ülkelerden “mülteci göçü” alan AB ülkeleri, Rus operasyonlarına karşı “sessiz bir kabul” içine girdi. 2011’deki “Arap kaosu”nun ardından, bölgede neredeyse “stratejik felaket”e uğrayan ABD ve Batılı ülkeler, eski dengeleri anımsamak zorunda kaldılar.
ABD menşeli “Demokrat” fantezileri, gerek Ilımlı İslam, gerekse mezhepsel politikalarla çıkış ararken, Suriye krizini iyi yönetemedi. Türkiye’nin, Suriye’ye en fazla kara sınırına sahip bölge ülkesi ve ABD müttefiki ile NATO üyesi olması, bu ülkedeki muhalif gruplarla Türkiye’deki siyasal iktidar arasında iddia edilen ilişkiler, ortaya çıkan fotoğrafın önemini arka plana attı. Rusya, Esad yönetimiyle birlikte Lazkiye-Şam arasındaki sahil bölgede tutunurken ve olası parçalanmada en kritik bölgeyi sahiplenirken, PKK terör örgütünün uzantısı PYD, sözde “kantonları” aracılığıyla, 98 km’lik Cerablus-Azez hattı haricinde, Suriye’nin kuzeyine hakim oldu. IŞİD’e ise, “Büyük Suriye Çölü” ile Irak’taki Diyala eyaleti arasındaki derinlik kaldı. Öte yandan Rusya, 24 Kasım 2015’te angajman kuralları çerçevesinde kendi uçağı Türkiye tarafından düşürülünce, bunu bir fırsat sayarak, Türkiye’nin Suriye’deki olası askeri varlığı ve müdahalelerine set çekti. Böyle olunca, İran-Irak’taki merkezi yönetim-Suriye’de Esad ve Lübnan’da Hizbullah’a uzanan bir Şii ekseninde, Rusya, Doğu Akdeniz ile Basra arasında “Ortadoğu’nun kalbi” sayılan bir bölgede kalıcı bir konuk olmaya başladı.
Türkiye ve İsrail dışında, bölgede en önemli müttefiki Suudi Arabistan olan ABD, Körfez sermayesi üzerine kurduğu Ortadoğu denkleminde, iki modern müttefikiyle birlikte strateji üretemez duruma geldi. Üstelik Türkiye-Mısır arasındaki “soğuk ilişkiler”, Doğu Akdeniz’deki “Batı” siyasalarını içinde çıkılmaz hale getirdi. Bu günlerde, “bıçaklı intifada” ile uğraşan İsrail ise, bir yandan Avrupa ulusal parlamentolarında, simgesel de olsa Filistin devletinin tanınmasının verdiği rahatsızlıkla meşgulken, Netanyahu-Obama gerilimi, ABD-İsrail hattında “stratejik ortaklık”ı bitirmese de, yeni açılımlar yapmayı engeller bir Demokrat duvarının İsrail açısından ABD’de oluştuğunu gösterdi. Türkiye ve ABD ile de “üçgen” oluşturmaktan uzaklaşan siyasalar, İsrail açısından bir “tecrit” korkusu yarattı. Rusya ile dengeli ilişkiler sürdürseler de, Hizbullah-İran-Suriye ekseninin Rusya tarafından desteklenmesi ve aynı zamanda Rusya’nın bölgedeki kalıcı askeri varlığı, İsrail için yeni riskler doğurdu. Son yıllarda keşfedilen ve önemi gittikçe artan Doğu Akdeniz’deki Leviathan adı verilen zengin İsrail doğalgaz yatakları, Batı piyasalarına ulaşmak için Türkiye üzerinden bir boru hattıyla sevk edilmeyi bekliyor. Doğalgaz konusunu sadece meskenler için düşünenler, hem sanayiyi unutuyorlar, hem de Türkiye’nin buradan elde edeceği stratejik kazanımları göz ardı ediyorlar.
Türkiye içinse, Suriye’de uygulanan bölgesel politikalar hem yoğun mülteci göçü, hem cihatçı gruplarla ilgili ortaya konan savlar, hem de Rusya ile yaşanan kriz boyutunda çıkmaz bir sokağa girdi. İran’dan Irak’a ve oradan Suriye’ye uzanan coğrafyada, Türkiye her bir bölgesel ihtilafta Rusya ile karşı karşıya kalır duruma geldi. Musul yakınlarındaki Başika kampındaki Türk askeri varlığına Bağdat-Moskova ekseninde verilen tepkiler, bunun en somut göstergelerinden birini oluşturmaktadır. Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e Rus donanmasıyla muhatap kalan Türkiye, ulusal savunmasının can damarlarından biri olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinde, 2. Dünya Savaşı sonrasına benzer Rus baskıları ve provokasyonları ile karşı karşıyadır.
Verili zeminde tespit edilen tüm bu gelişmeler, Türkiye ve İsrail için bir durum ortaya çıkarmıştır. İç politikada kendi seçmenlerine seslenen her iki ülkedeki muhafazakar iktidarlar, bölge ve dünya gerçekleri ile tanışmak zorunda kalmışlardır. 1948’de kurulan İsrail’i 1949’da tanıyan Türkiye, bölgede yaşanan tüm aykırılıklara rağmen, 1958’den beri süren Çevresel Pakt’la askeri, savunma ve istihbarat alanındaki ilişkileri devam ettirirken, 1996 ve 1997’deki savunma ve ekonomik içerikli anlaşmalarla Soğuk Savaş sonrası ilişkileri yapısal bir birlikteliğe dönüştürmüştür. Ne var ki, 2009’daki Davos ve 2010’daki Mavi Marmara süreciyle, ilişkiler buzdolabına kaldırılmış, 2010-2015 arasında -sınırlı da olsa- “kapı arkası diplomasi” sürmüştür. Obama’nın 2013’teki İsrail ziyaretinde, telefon diplomasisiyle gerçekleştirilen Netenyahu-Erdoğan arasındaki görüşmede Türkiye’nin “özür” şartı yerine getirilirken, “tazminat” ve “ablukanın kaldırılması” koşulları geride kalan maddeler olarak yerini korumuştur. Aslında, “tazminat” konusunda çetin pazarlıklar yaşansa da, asıl sorunun 2007’de Hamas’ın Gazze’de “tek taraflı” ilan ettiği yönetim sonrasında İsrail’in “denizden”, Mısır’ın “karadan” başlattığı “Gazze ablukası”nda düğümlendiği görülmektedir. 2011’de Mübarek devrildikten sonra Mısır “kara ablukası”nı kaldırırken, 2011-2013 döneminde Sina yarımadası sadece Hamas için değil, IŞİD dahil pek çok cihatçı örgütün “eğitim kampı”na dönüştü. İsrail, 2013 sonrası 30 bin askere dayanan bir Güney Birliği kurarken, İhvan yönetimini deviren askeri cunta, yeniden Mısır-Gazze sınırını kontrol altına aldı. Türkiye’nin de hedefi haline geldiği IŞİD terörünün durdurulması için, bölge güvenliğine yönelik Türkiye’nin bakış açısı, “abluka”daki koşulu da belirleyecektir.
Türkiye-İsrail işbirliği, 1998’de PKK terör örgütünün başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasında tayin edici olmuştu. Her iki ABD müttefikinden, Soğuk Savaş sonrasında büyük müttefiki SSCB’yi kaybeden Hafız Esad yönetimi, “çifte baskı” hissetmişti. İkili ilişkilerin normalleşmesi sürecinde, yine Suriye ön plana çıkıyor. Bununla birlikte, artık bölgede Rusya faktörü, çok daha fazla algılanıyor.
Daha önce yazdığım bir kitabıma da adını veren “Türkiye-İsrail Üçgeni”ndeki üçüncü ve belirleyici oyuncu ABD’dir. ABD’nin bölgeye dönüşünde, üçgenin diğer oyuncuları, bölgesel zeminde Mısır’la birlikte, Doğu Akdeniz’de rol oynama potansiyeline sahiptir. Bu da, beraberinde “stratejik derinlik” ve “tecrit” sarkacındaki iki ülkenin, bölgesel-küresel çerçevede “fabrika ayarları”na dönmesiyle mümkün olacaktır…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ