Giriş
Özellikle petrol ihracatında yıllardır rekabetini sürdüren iki ülkenin jeopolitik ve jeostratejik önemi, sosyal farklılıkları ve dış politika farklılıkları ilişkilerinde zaman zaman gerilimin tırmanmasına neden olmuştur. OPEC’in bu iki dev ülkesi, dinamik Ortadoğu coğrafyasında gerek mezhepsel farklılıklar, gerek Batı yanlısı veya karşıtı stratejiler ve birbirleri üzerinden farklı tehdit algılamaları ile bölgenin diğer ülkelerini de etkilemişlerdir.
Ortadoğu coğrafyasında olup, birbirinden oldukça farklılık gösteren ülkeler olarak İran- Suudi Arabistan’ın ilişkileri, 1979 İran İslam Devrimi başta olmak üzere Soğuk Savaş’ın bitmesi ve bölgenin özellikle terörle anılması ve nükleer silah üretimi gibi birçok unsur neticesinde giderek daha da soğumuştur. Bir yanda Vahhabi/Sünni mezhebinden Suudi Arabistan ve diğer yanda Fars/Şii mezhebinden İran, günümüzde bölge ülkelerinin de tavrını değiştirecek boyutta ve hatta bölgesel örgütlere olağanüstü toplantılar yaptıracak seviyede gerilimli bir dönemden geçmektedir. Görünürde bu gerilimin nedeni Suudi Arabistan’ın aralarında Şii din adamı Nimr’in de bulunduğu 47 idamın infazını gerçekleştirmesinin İran’da hassasiyet yaratması olsa da, ilişkilerin bu seviyeye gelmesinde iki ülkenin geleneksel rekabetinin ve güvenlik algısının etkisi görmezden gelinemez. Suudi Arabistan ve İran arasında idam krizi sebebiyle tırmanan gerilimin, Ortadoğu’da Sünni-Şii cepheleşmesini ne denli etkileyeceği ve sonuçlarının bölgeye nasıl yansıyacağı bölgenin ve dünyanın cevabını aradığı sorudur.
Bu yazıda İran ve Suudi Arabistan’ın Ortadoğu coğrafyasındaki önemi ve ikili ilişkilerine değindikten sonra, günümüzde sıcak mesele olarak gündemini koruyan idam krizi ve yansımalarının analizi yapılacaktır.
Suudi Arabistan’ın Bölgedeki Yeri ve Önemi
Suudi Arabistan, Basra Körfezi’nin en önemli Sünni mezhepli ülkesi ve Körfez İşbirliği Konseyi örgütünün en güçlü ülkesi konumundadır. Ortadoğu coğrafyasında devasa büyüklükteki toprakları, az nüfusu, zengin petrol kaynakları ve homojen yapısı ile Suudi Arabistan, eşsiz konumu ile karşımıza çıkmaktadır. 1948 yılından beri petrol ihracatını gerçekleştiren Suudi Arabistan, dünyanın en büyük petrol üretici ülkesi olmanın yanında, en büyük petrol ihracatçısı olarak da Ortadoğu coğrafyasında stratejik öneme sahiptir.[1] Tüm bu olumlu yönlerine rağmen, askeri açıdan zayıf konumda olması, Suudi Arabistan’ın güvenlik alanında zayıf noktası olmuş ve özellikle 1980’lerin sonundan bu yana, bu ülke, İran’ın Ortadoğu’da daha etkin olacağı ve Suudi Arabistan’ın içerisindeki Şii kesimi radikalize edeceği endişesini duymuştur. Ülke, bölgesinde güven oluşturmanın araçlarını petrol zengini olmanın avantajlarını kullanarak ve Arap Baharı sürecinde muhaliflere karşıt tutumla oluşturmuştur. Bu anlamda, Suudi Arabistan’ın dış politik siyaseti, İslami hayatı bölgede ve dünyada muhafaza edebilmek ve ulusal refah düzeyini ve rejiminin güvenliğinin bekasını sağlamak olmuştur.[2]
Yönetimde şeriat unsurunu kullanan ve ulemalığı siyasetinde araç olarak kullanan ülke, geleneksel İslami anlayışla dünya siyasetini Dar-ül Harp (inanmayanlar) ve Dar’ül İslam (inananlar) olarak çatışan iki kutup olarak analiz etmektedir. Suudi Arabistan, Vahhabilik anlayışı çerçevesinde hareket ederken, İslam alemine bu anlayışı yaymak ister ve Arap milliyetçiliği gibi söylemlerden de kaçınmayı tercih eder. Bu tarz söylemlerin, onun gibi geniş toprakların hakimiyetini ve güvenliğini korumak adına zarar vereceğini kestirmekte ve sosyal statüyü etnisiteden ziyade aşiret yapısı/kan bağı gibi unsurlara dayandırmaktadır. Nitekim bu aşiret yapısı, güçlü kurumsal merkezileşmenin önünü tıkamanın yanında, ailevi kayırma ve gelirde ciddi adaletsizlik ve vergilendirme sorunu nedeniyle güçsüz bir mali sistemi de beraberinde getirmiştir.[3] Ekonomik çeşitliliği az olmasına rağmen, petrolden milli gelirini fazlasıyla karşılayan bu Körfez ülkesinin, İslam coğrafyasında önemi tartışmasız olan Mekke ve Medine gibi iki kutsal şehre ev sahipliği yapması gibi büyük bir gururu da taşımakta ve kendine bölgede çok özel bir değer atfetmektedir. İslami kültürün öncüsü olarak kendini gören Suudi Arabistan, İslam mirasının kendine verdiği bu özgüvenle, diğer Arap devletlerinden ayrılmaktadır. Dolayısıyla Suudi Arabistan, alışılageldik Batı’nın üstünlüğüne karşı aşağılanmışlık psikolojisini, diğer bölge devletleri kadar yoğun yaşamamaktadır.
Suudi Arabistan, Ortadoğu coğrafyasında dünyadaki tek süper gücün (ABD) en önemli müttefikidir. Bu müttefiklik, çoğu Arap kesimince ve hatta Suudi Arabistan içerisinde olumsuz eleştirilere neden olsa da, iki ülke arasındaki karşılıklı bağımlılığı görmezden gelmek mümkün değildir. Amerikan yönetimi, enerji alımında sürekliliği sağlarken, Suudi Arabistan eksik olan askeri potansiyelini ABD ile işbirliği ile telafi etmekte ve istikrarını ABD ile iyi geçindiği sürece sağladığına inanmaktadır. Bölge nezdinde kendine özgün diğer Arap devletlerinden farklı olarak, yani “Arap milliyetçiliği” üzerinden strateji gütmemesiyle, etki alanını korumayı hedeflemektedir.
Güvenliği adına, Suudi Arabistan, tehlikeyi sezdiği anda dengeleyici girişimlerde bulunmaktan kaçınmamış ve güvenliği sağlama adına bölgede ve bölge dışında aktif bir siyaset izlemiştir. Bu amaçla, 1965 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kurulmasında ve 1981’de Körfez İşbirliği Konseyi’nin kurulmasında belirleyici roller oynamıştır.[4]
Suudi Arabistan, Batı ile ilişkilerini normal düzeye çeken ve Kafkaslar ve Orta Asya’da iyi tutum sergileyerek bölgede etkin güç olma yolunda emin adımlarla ilerleyen İran’ı, Arap dünyası için potansiyel tehdit olarak görmektedir. Suudi Arabistan ise, Ortadoğu’nun ortak duygularını (Arap milliyetçiliği, emperyalist güçlerle mücadele) savunmadığı ve zenginliğinin de Suud ailesi içerisinde paylaşıldığı, gelirde adaletsiz, adam kayırmanın ve yüksek zümre anlayışlarının var olduğu bir sistem kurmuş ve bu da güçlü bir merkezi otorite kurmasını engellemiştir. Ayrıca ekonomisinin mihenk taşı petrol ihracatında yolunda gitmeyen ufak bir süreçte güçlü bir mali yapısı olmadığı ve vergilendirme işleyişini sağlayamadığı için, mali krizler karşısında dirençsiz hareket etmektedir. Dış politika anlayışında da petrolü önemli bir silah haline getiren Suudi Arabistan, İran’ı petrol satışından zayıflatmak için petrol fiyatları ile oynayıp, rakip petrol ihracatçısı devletleri bu anlamda sekteye uğratabilmektedir.
İran’ın Bölgedeki Yeri ve Önemi
İran’ın Ortadoğu coğrafyasında önemi üzerinde değerlendirmede en çok üzerinde durulması gereken husus, şüphesiz ki İran’ın jeopolitiği olacaktır. Stratejik ve ekonomik açıdan ele aldığımızda; petrol, doğalgaz kaynakları ve coğrafi konumu itibariyle, İran, bölgesel güç olarak nitelendirilmenin tam anlamıyla hakkını vermektedir. Suudi Arabistan’dan sonra ikinci en büyük petrol ihracatçısı olan ülke, doğalgazda ise Rusya’dan sonra ikinci en büyük rezervi olan ülkedir (kimi kaynaklara göre yeni keşiflerle birinci sırada). Enerji yönünden neredeyse dünyayı besleyen İran, Orta Asya, Ortadoğu ve Hazar Denizi üçgeni arasında yer almaktadır. Stratejik açıdan Hazar Denizi ve Basra Körfezindeki etkin ve hakim duruşu, bu önemli Avrasya ülkesinin Arap dünyasındaki ideallerinin boyutunu da derinleştirmiştir. Arap coğrafyasında lider konumu hedefleyen İran, bu amaçla ilerlerken bazı “Arap milliyetçiliği” söylemlerinden kaçınmamış, ancak Şiilik ve Fars milliyetçiliği gibi mezhepsel kavramların onun imajını zedeleyeceğini hesaplayarak, bu unsuru gerektiğinde ve yerinde kullanmayı tercih etmiştir.[5]
Bilindiği gibi, İran, 1998 yılında ABD’nin “şer ekseni”ne dahil ettiği ülkelerden biriydi. ABD’nin İran’ı tehdit olarak görmesinin altında yatan nedenlerden en önemlisi ise, İran’ın kendi kendine yetme yani bağımsız bir duruş sergileme çabasından kaynaklanmaktadır. Çünkü İran, bu noktada ABD’nin süper güç olarak hareket serbestisini engellemesinin yanında, İran’ın bölge ülkeleri ile de işbirliği ve anlaşmalarla konumunu stabilleştirmesi, savunma ve güvenlik anlamında ordusunu ve nükleer faaliyetlerini geliştirmesi, anti-emperyalist ve anti-Siyonist tutumu ile Arap dünyasını büyülemesi, ABD için alenen bir tehdit kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunların yanında, İran’ın en önemli müttefikinin Avrasya bölgesinin diğer gücü ve ABD’nin ezeli rakibi Rusya olması, bu algıyı daha da derinleştirmektedir. Tüm bu stratejiler, 1979 İran İslam Devrimi’nin ardından gerçekleşmiş ve devrim öncesinde ABD ile iyi ilişkilerde bulunduğu dönemleri de deneyimlemiş olan İran, sütten ağzı yanmış şekilde bölgede revizyonist aktif bir politika izlemektedir. Anti-emperyalist ideolojisi ile Lübnan’da Hizbullah’a ve Filistin’de Hamas’a destek vermektedir.[6] İran, devrim sürecinde monarşik sistemine son vermiş bir ülkedir. İslam coğrafyasında da monarşik sistemlerin olmaması gerektiğini savunması, Körfez Arap ülkelerinin bu ülke hakkındaki tehdit algısı unsurlarından bir diğeri olmuştur. Farklı yönetim sistemi savunucularının bölgedeki gerilimli atmosferi günümüzde de hissedilmektedir.[7] İran’ın ABD ve Batı karşısında nükleer kriz çerçevesinde uzlaşmaya varması ve seyreden olumlu havanın seyri, Suudi Arabistan’ın İran’ı Sünni mezhebine karşı şekil değiştiren bir tehlike olarak görmesinde etkili olmaktadır.
İran’ın Suudi Arabistan ile geriliminde tavrına gelecek olursak, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Arap dünyasında meşruiyet kazanmanın ve Suudilerle iyi geçinmenin gerekliliğinin farkındadır. Ancak İran dış politikası, ülke Cumhurbaşkanı’nın hedefleri yönünde gitmediği ve belirleyici olmadığı da ortadadır. Pragmatist tutum sergileyememesi, Riyad’la gerilimini artırması ve Şii-Sünni ayrımında açık taraf olması nedeniyle, Arap devletleri ile iyi ilişkiler kurması giderek zorlaşmaktadır. Bu durum, İran’a sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda kayıp getirebilirken, var olan destekçi nüfuzunu da zayıflatabilmektedir. İran, Arap devletlerinin zayıf zeminini, kendisine güç kazandırmak için kullanmaktadır. Ancak Arap devletlerinin kendisine karşı sert ve dışlayıcı tutumu, kendi siyasetinin meşruiyetini de sorgulatacaktır.[8]
Suudi Arabistan-İran İlişkileri
İran İslam Devrimi’nin ardından Ortadoğu coğrafyasında yükselen Şii mezhepçiliği ve İran’ın devrim ihracı politikası, Körfez ülkelerinin özellikle Sünni yönetimlerin Şii nüfuslu bölgelerinde tehdit olarak algılanmış ve Sünni kesim, İran’a karşı denge siyaseti yürütmeyi gerekli görmüştür. Bunun belirgin örneklerinden biri, Şattül Arap su yolu sorunu, İran’ın Şiilik politikası ve Saddam Hüseyin yönetimi döneminde Irak ile İran arasında yaşanan İran-Irak Savaşı’dır. Özellikle İran-Irak Savaşı’nda (1980-1988), Suudi Arabistan, Irak’ı yani Saddam hükümetini desteklemiş ve savaşın bitiminin ardından, 1991 yılına dek 10 yılı aşan bir sürede bu ülke ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir.
Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın, aralarında Şii din adamı Nimr al-Nimr’in de bulunduğu 47 kişiyi terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla idam cezasının uygulanmasının ardından, İran ile bu ülke arasında gerilim yaşanmıştır. Karşılıklı Büyükelçilikler roketatarlarla yakılmış ve diplomatik ilişkiler kesilmiştir. Suudi Arabistan’ın İran ile ticari ilişkileri keseceğini ve vatandaşlarının İran’a seyahatinin yasaklanacağını belirtmesinin ardından, İran da vatandaşlarının umreye gidişlerini yasaklamıştır. Dikkat edilmesi gereken bir husus, yaptırımların sadece karşılıklı uygulanmaması ve diğer bölge ülkelerini de etkilemesidir. Sudan ve Bahreyn de Tahran ile ilişkilerini dondururken, Birleşik Arap Emirlikleri de diplomatik ilişkilerinin seviyesini düşürme kararı almıştır. Tüm bu hamleler gösteriyor ki; kriz, basit bir idam krizinden öte noktadadır ve sorunlu bölgeye sorun katacak bir Şii-Sünni krizine sürüklenmektedir.[9]
İran, İslam Devrimi öncesinde Batı yanlısı duruşunu bölge ülkeleri ile aktif işbirlikleri (örn. Bağdat Paktı ve devamı CENTO) gerçekleştirerek göstermiştir. İran, gerçekleştirdiği devrimin ardından Batı ile olan münasebetlerini çok farklı bir eksene oturtmuş ve bu anlamda bölgede radikal bir tavır sergilemiştir. İran’ın G5+1 nükleer anlaşması neticesinde gerçekleşen Batı-İran olumlu ilişkileri, her geçen gün daha fazla Suudileri tedirgin etmekte ve Suudiler bu olumlu havayı engellemek istemektedirler. Arap Birliği ülkeleri de, İran’ın bölge ülkelerinin içişlerine karıştığını ve başlayan gerilimi tırmandığı düşüncesindedir. İran’ın diplomatik temsilciliklerini koruyamaması, ülkenin Arap Birliği ülkelerince de kınanmasına neden olmuştur.
Türkiye Krize Nasıl Bakıyor?
Türkiye’nin, Ortadoğu coğrafyasında tarihsel bağlar ve ortak kültür ve inanç sarmalıyla bölgede stratejik pozisyonunun güçlü olduğu mutlaktır. İnsan haklarına verdiği değer, demokratik değerlere bağlılığı ile, bölgede yaşanan gerilimlerde Türkiye uzlaşmacı ve arabulucu rolünü zaman zaman olumlu şekilde kullanabilmiştir. Ortadoğu gibi sürekli dinamik bir bölgede aktif dış politika izlemek kaçınılmazken, mezhepçilik söz konusu olduğunda Türkiye tarafsız ve mezhep-üstü bir politika izlemektedir. Nitekim çoğunluğu Sünni olan Türkiye’de, böyle bir müdahale ağır bedeller ödettirebilir ve Türkiye kendini bir anda kaygan bir zeminde bulabilir. Ancak belirtmek gerekir ki, bazı durumlar ülkeleri taraf olmaya sürükleyebilir ve Türkiye de bunun örneği olabilir. İran ile Suriye Krizi’nde ve Irak’ta yaşanan hadiselerde anlaşamayan Türkiye, bölgede rol model olma ve denge siyaseti izlemek amacıyla İran’a karşı aktif siyaset izlemek tercihini yapmak durumunda kalabilir.
Bölgede yaşanan terör tüm dünyada tehdit alarmı verirken, Türkiye ise bu konuda statik bir duruş sergilememiştir. Türkiye, terörün doğurduğu önemli bir sorun olarak mülteci krizinde Batı’nın çözüm aracı olmuş ve mültecilere kapılarını açmayı vicdani bir mesele ve görev olarak görmüş, bu sayede Avrupa’yı da rahatlatmıştır. Ancak mesele mezhepçilik olursa, Türkiye’nin mezhepçilik kamplaşmasından ağır yaralar alması kuvvetle muhtemeldir. Bu noktada, Türkiye’nin tarafsız, ancak bir o kadar da dengeli bir duruş sergilemesi elzem görünmektedir.[10] Yeni yılda Ortadoğu’nun ilk gerilimi olan idam krizi, Türkiye’nin bakışına göre, önceden planlanmış ve iyi niyetli olmayan bir süreçtir. Suriye’de yaşanan acı dolu süreç ve mülteci krizi bu kadar hararetli değerlendirilmemişken, Suudi Arabistan’da yasal süreçlerle gerçekleştirilen infazın neden bu kadar kargaşaya mahal verdiğinin cevabı Türkiye tarafından aranmaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yaptığı açıklamada, yaklaşık 400.000 insanın öldüğü Suriye’de sessiz tavır sergileyen kesimlerin Suudi Arabistan’ın iç hukuk sürecini uluslararası kriz meselesine dönüştürmesini iyi niyetli bulmamaktadır. Nitekim, ABD ve Çin gibi ülkelerde gerçekleştirilen idamlar bu çevreler tarafından eleştirel perspektiften değerlendirilmiyorken, Suudi Arabistan’daki idamların da iç mesele olarak görülmesi gerektiğini belirterek, bu konudaki ilkeli ve Araplara yakın tutumunu göstermiştir.[11]
Bölgesel Güçlerin Hamleleri
Amerikan yönetimi, tarafları uzlaşmaya davet etmesinin yanında, taraflar arasında askeri bir karşılaşmanın olmayacağını düşünmekte ve kısa süre sonra ilişkilerin normalleşeceğine inanmaktadır. ABD, idam krizinin taraflar arasında tırmanan gerilimin sıcak saatlerinde gerilimin düşürülmesi yolunda çağrılarını iki tarafa da yöneltmiştir.[12] Suriye krizinde İran’ın stratejik ortağı Rusya ise, gerilim karşısında endişe duyduğunu ve aracılık rolünü üstlenmeye hazır olduğunu basın demeçlerinde belirterek, bu konuda uzlaşı istediğini belirtmiş ve taraflara uluslararası toplantılar organize etmeleri yönünde tavsiye vermiştir. Gerektiğinde ise, kendi kapılarını onları uzlaştırma adına açacağını belirterek iyi niyetini ifade etmiştir.
Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşlar, İran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği’nin ateşe verilmesinin ardından gelişen olayları kınadıklarını bildirmişlerdir. Bilindiği üzere, Körfez İşbirliği Konseyi’nin 1981 yılında kurulmasında Şii nüfuzunu siyasete alet etmesi, Basra Körfezi’ni kişiselleştirmesi ve Hizbullah ve Hamas’a verdiği destek nedeni ile İran’a karşı olumsuz bakış açılarının etkisi ve önemi fazladır. Ancak zaman içerisinde ekonomik etkileşimlerini çeşitlendirmesi bakımından, Konsey üyesi ülkeler İran’ı da buraya dahil etme yönünde ABD’den farklılaşan bazı kararlar almışlardır.[13] Ancak idam krizi sürecinde, Körfez İşbirliği Teşkilatı olağanüstü görüşmelerde bulunarak İran’a karşı aktif bir mekanizma oluşturma sürecine girmiştir. Kendi içinde aldığı kararların yanı sıra, uluslararası toplumu da İran’ın bölgeyi istikrarsızlaştırma çabaları, iç meselelere dahil olma ve terörü desteklemesinden dolayı gereken yaptırım ve önlemleri almaya çağırmıştır.
Arap Birliği Konseyi, bölgede İran’ın durumunu görüşmek üzere Kahire’de Dışişleri Bakanları düzeyinde toplanmıştır. Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi, İran’ın Arap ülkeleri üzerinde etkisini kısıtlamak amacıyla, bölge ülkelerinden ortak tutum talep etmiştir. Aynı zamanda Arabi, İran’ın bölge üzerinde iyi niyetli olduğunu fiilen de göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Toplantıda, İran’a karşı diplomatik temsilcilerin güvenliğini sağlayamamasından dolayı da kınama cezası verilmiştir.[14] Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Abdullah Bin Zayed, İran’ın Batı ile ilişkilerini düzeltmeyi hedeflerken, komşuları ve bölge ülkeleri ile de iyi geçinme çabasında olması gerektiğini ifade etmiştir.[15]
Burcu SANDIKÇI
Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
[1] Ahmet Hamdi Aydın, “Arap Baharı ve Suudi Arabistan”, II. Bölgesel Sorunlar ve Türkiye Sempozyumu, Ekim 2012, http://iibfdergisi.ksu.edu.tr/Imagesimages/files/6.pdf.
[2] Efegil, “Suudi Arabistan’ın Dış Politikasını Şekillendiren Faktörler”, Ortadoğu Analiz, Mayıs 2013, Cilt 5, Sayı: 53, s. 105.
[3] Aydın, ss. 30-33.
[4] Efegil, s. 106.
[5] Prof. Dr. Atilla Sandıklı, İran Jeopolitiği, ABD ve Türkiye, Erişim Tarihi: 17.03.2008, Erişim Adresi: http://www.bilgesam.org/incele/1344/-iran’in-jeopolitigi–abd-ve-turkiye/#.Vo-kHMaLTIU.
[6] Barış Doster, Bir Bölgesel Güç Olarak İran’ın Ortadoğu Politikası, Ortadoğu Analiz, Ağustos 2012, Cilt 4, Sayı: 44, ss. 45-46.
[7] Ünal Gündoğan, “Geçmişten Bugüne İran İslam Devrimi: Genel Değerlendirme”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı: 29, Mayıs 2011, s. 98.
[8] Arif Keskin, “İran-Suudi Arabistan Krizine Tahran Nasıl Bakıyor?”, Erişim Tarihi: 08.01.2016, Erişim Adresi: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/iran-suudi-arabistan-krizine-tahran-nasil-bakiyor.
[9] Mahmut Hamsici, “5 Soruda Suudi Arabistan- İran Gerilimi”, Erişim Tarihi: 05.01.2016, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/01/160105_5_soruda_iran_suudi_gerilimi.
[10] “Suudi Arabistan-İran Gerilimi Türkiye’yi Zora Soktu”, DW, Erişim Tarihi: 05.01.2016, Erişim Adresi: http://www.dw.com/tr/suudi-arabistan-iran-gerilimi-t%C3%BCrkiyeyi-zora-soktu/a-18958850.
[11] “Suudi Arabistan’daki 47 İdama Erdoğan’dan İlk Yorum”, Habertürk, Erişim Tarihi: 07.01.2016, Erişim Adresi: http://www.haberturk.com/gundem/haber/1177286-suudi-arabistandaki-47-idama-erdogandan-ilk-yorum.
[12] “ABD’den Suudi Arabistan ve İran’a Çağrı”, Haber 7, Erişim Tarihi: 04.01.2016, Erişim Adresi: http://www.haber7.com/amerika/haber/1736663-abdden-suudi-arabistan-ve-irana-cagri.
[13] Esra Pakin Albayrakoğlu, “ABD-Körfez İşbirliği Konseyi İlişkilerinde “İran” Faktörü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 8, Sayı: 31, Güz 2011, ss. 96-102.
[14] “Arap Birliği İran’ı Mezhepçilikle Suçladı”, Haber 7, Erişim Tarihi: 11.01.2016, Erişim Adresi: http://www.haber7.com/ortadogu/haber/1744368-arap-birligi-irani-mezhepcilikle-sucladi.
[15] “Arap Birliği’nden İran’a Kınama”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 10.01.2016, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/arap-birliginden-irana-kinama-40038493.