EN SICAK TEMMUZ…

upa-admin 18 Temmuz 2016 9.426 Okunma 0
EN SICAK TEMMUZ…

12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, Türk siyasal yaşamındaki ‘son darbe’ olarak adlandırılırken, bir daha Türkiye’de böyle bir ortamın gerçekleşmeyeceğine inanılıyordu. 28 Şubat 1997 ise, “post-modern darbe” olarak adlandırılmıştı. Bu dönemde, Refahyol adı verilen RP-DYP koalisyonu, öncelikle 28 Şubat’ta toplanan MGK toplantısında alınan kararlara imza atmak durumunda kalmış, Türkiye, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde ‘öncelikli tehdit’ kapsamına, bölücülüğün yanına “irtica”yı da eklemişti. 8 yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitim başta olmak üzere alınan tavsiye kararları, 3 ay süren yoğun bir kampanyadan sonra, hükümetin istifasıyla sonuçlanmıştı. O dönemdeki iktidar, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlıktan istifa konuşmasındaki gibi, “havada ikmal” yöntemiyle, “Başbakan değişikliği” ile varlığını sürdürmek istiyordu. Buna göre; Çiller’in Başbakanlığında devam edecek iktidara, dışarıdan BBP de destek vereceğini açıkladı. Ne var ki, Erbakan’ın istifasının ardından, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel görevi ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi, DYP’den yapılan transferlerle ANAP-DSP-DTP (ANASOL-D) koalisyonu kuruldu, bu hükümete, CHP de dışarıdan destek verdi.

RP’nin kapatılması ve siyasal yasaklarla süren dönem içinde, 1999’da DSP-MHP-ANAP hükümeti kurulurken, 2002’de koalisyon partileri meclis dışında kaldı, RP ve FP’nin kapatılmasından sonra, Milli Görüş’te yaşanan görüş ayrılığında, SP Milli Görüş’ün klasik devamı olarak,  AKP ise “Milli Görüş gömleğini çıkaran” gençlerle kuruldu. Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde, okuduğu şiir yüzünden 3 ay hapis yatan ve 2002 seçimlerinde milletvekili adayı bile olamayan Erdoğan’ın partisi, % 34’le tek başına iktidar oldu, içinden 2 Cumhurbaşkanı, 4 Başbakan çıkardı. Tekrar seçim de dahil, 5 genel seçim, 3 yerel seçim, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi kazandı.

2002 parlamentosunda CHP ile baş başa kalan AKP, daha sonra MHP ve HDP’nin de yer aldığı, 4 partili parlamento yapısına oturdu. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi, 27 Nisan 2007’de “e-muhtıra” ile uyarılan AKP, 22 Temmuz seçimlerinde oylarını rekor düzeye ulaştırdı, belki de önündeki son engeli de böylece aşmış oldu. Her darbe hamlesi ya da girişimi, AKP’ye ve liderine hayat verdi. Günümüzde ise, Başkanlık sistemi adı altında, “kuvvetler birliği”ne yakın, otoriter bir sistemin hazırlayıcısı konumunda gözüküyor. AKP; hem MHP, hem de HDP ile farklı zamanlar, bazen de eşzamanlı işbirliği yapabiliyor. Muhafazakar Sünni çoğunluğu, kimi zaman milliyetçi, kimi zaman ümmet kardeşliği zemininde toparlıyor; “merkez sağ”a da, yapısal olmamak kaydıyla, kendi içinde sınırlı bir yaşam hakkı veriyor.

AKP’nin 2002-2012 arasındaki dönemde görünmeyen koalisyon ortağı, şimdilerde adı “paralel” olarak geçen Fethullah Gülen hareketiydi. Anayasal yargı ve ordudaki Ergenekon, Balyoz tasfiyeleri, 2007 sonrasında, bu yapının yardımıyla gerçekleştirildi. En temel iddia, “vesayet rejimi”nin kaldırılmasıydı. Gülen, 1970’lerden beri, çeşitli siyasal iktidarlar zamanında ve 12 Eylül cuntası döneminde varlığını pekiştirdi, ABD’nin “anti-komünizm” ekseninde palazlandı. Soğuk Savaş sonrasında ise, Ilımlı İslam’ın pazarlanmasında, Fullerler ve Abromowitzler’le işbirliği yaparak, günümüzün iktidarının oluşuma destek verdi. PKK terör örgütü temsilcileri ile iddia edilen “Oslo görüşmeleri”nin ardından, 7 Şubat 2012’de istihbarat şefinin savcılık tarafından çağrılması, müsteşarın tutuklanma olasılığı, ipleri kopardı. Haziran 2013’de Gezi’deki farklı tavırlar, 17/25 Aralık 2013’deki yolsuzluk savlarıyla, işler dönülmez bir noktaya geldi. Dershanelerin kapatılması, cemaat medyası ve şirketlerine kayyum atanması, yargı ve bürokrasideki tasfiyeler, her gün dile getirilen “paralel” iddiaları, Gülen’i sözde “hocaefendi”likten, “Fethullah Terör Örgütü” (FETÖ)ne ve terör örgütü  elebaşılığına  evriltti.

15 Temmuz 2016’da “askeri darbe” girişimine varan Gülen örgütlenmesi, aslında 50 yıla yaklaşan bir “devlet politikası”nın sonucudur. Devletin komünizm karşısında “zararsız” gördüğü, kendi politikalarını kamuoyu nezdinde meşrulaştırmak için “yararlandığı” Gülenciler, zaman içinde “devlet içinde devlet” konumuna geldiler, Ağustos 2014’te Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra toplanan MGK’da “Fethullah Terör Örgütü” yapılanması, devlete yönelik tehditler kapsamına alındı.

Bir yandan AKP-Gülen koalisyonu sarsıntılı bir biçimde çökerken, ayakta kalan AKP oldu. 15 Temmuz 2016 gecesi, yurttaşları darbeye karşı meydanlara çağıran Erdoğan, kendi gücünü pekiştirirken, “öfkeli kalabalıklar”ın Fethullah faktörüne karşı tepkili olsa da, tepkilerini Cumhuriyet kurumlarına, laik yurttaşlara, Alevi mahallelerine yöneltmesi,  erlere yapılan “linç girişimleri” bir hayli ürküntü vericidir. Ülkemizin şeriata, imam emriyle gündeme gelen darbe girişimi ve “öfkeli kalabalıklar”ın nefret söylemine değil, gerçekten laik Cumhuriyet’in esas alındığı, Atatürk’ün çizdiği yolda, kalıcı ve çoğulcu bir demokrasiye gereksinimi vardır. 2015 yazından beri yaşanan “kabus”, en sonunda “darbe girişimi”yle finalize edilen bir “kaos sarmalı”na takılmıştır.

O yüzden, Başbakan Binali Yıldırım’ın 18 Temmuz’da yaptığı, halkı ve tüm siyasal-toplumsal kesimleri itidale davet eden konuşması, lafta kalmamalı, yaşama geçmelidir. Türkiye’nin iç savaş/darbe senaryolarını hızla aşması, çoğulcu demokrasi, modern ekonomi ve küresel sistemle var olan bağlarını güçlendirmesi gerekmektedir. Kitlelerin “idam isteriz” sloganında beliren yoğun tepkisellik, siyasilerin türlü nedenlerle buna olanak sağlaması çıkar yol değildir. TBMM’yi bombalayan, halka ve polise ateş açan bu “tehlikeli zihniyet” tasfiye edilirken, siyaset kurumunun susmaması, muhalefetin siyasal seçenek haline gelmesi elzemdir. Yoksa buradan başka siyasal nemalar çıkartılması, sadece zaman kaybıdır.    

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.