Bana göre, 15 Temmuz’da Türkiye’de yaşadığımız olaylar, bir darbe girişiminden çok, devletin içine yerleşmiş bir yapılanmanın isyanı olarak görülmelidir. Askeri darbe ya da askerin yönetime el koyması, ülkemizin aşina olduğu bir kavramdır. Darbe girişimcileri, ülke yönetimine el koymak üzere harekete geçer ve halka ya da ülkenin kurumlarına en az zararı verme yoluyla ilerlerler. Oysaki 15 Temmuz gecesi ve 16 Temmuz sabaha karşı, görüyoruz ki, isyancı güçlerin ilk ve neredeyse tek hedefi ülkenin kurumları ve halk olmuştur. Bu sebeple, 15 Temmuz günü yaşanan olayların “isyan” olarak anılması sorunun çözümünde daha faydalı bir hali getirecektir.
Popüler söylemiyle darbe girişimi sonrası ülke içindeki işbirlikçiler yakalanır ve sorgulanırken, Türkiye yönetimi yurt dışındaki yapılanma ile de ilgili bazı tedbirler almakta. İsyanı gerçekleştiren yapılanmanın lideri olduğu öne sürülen Gülen’in 15 Temmuz sonrası ikamet ettiği ülkeden Türkiye’ye yargılanması için getirilmesi söylemi ise, bu aralar ülke içindeki herkesin hem fikir olduğu yegâne şeylerden biri.
Ülke içinde birçok şirketin ve kuruluşun kapatılması, OHAL ilan edilmesi ve on binleri varan kişi hakkında gözaltı bulunmasının yanında, zamanında Hizmet Hareketi ile ilişkilendirilmiş ya da ilişki kurmuş kişiler ise Gülen cemaatine küfür yarışındalar. Bir zamanlar ağlaşarak ve hasretle yurda davet edilen kişi, şimdi nefret ve idam söylemleriyle ülkeye getirilmek isteniyor.
Kışlaların önünün çöp kamyonlarıyla kapatıldığı ve anayasa paketi ile askeriyenin kimyasının değişeceği, PKK terörünün arttığı, meydanlarda nöbet tutulduğu, herkesin birbirini suçladığı, ihbar ettiği ve bir sürü vatandaşın tutuklandığı bu ortamda ülkemizin dış politikası ne yöne ilerleyecek?
Öncelikle, hem yurtiçindeki bir kısım aydının sahip olduğu, hem de yurtdışındaki genel kanı olan “Erdoğan’ın hiç olmadığı kadar güçleneceği” tezi, halkın genelinde yabancı düşmanlığını körüklüyor gözükmekte. Neredeyse, isyanın başarısız olmasından hüzün duyarmış gibi verilen demeçler de cabası. Zaten, popüler söylemiyle darbe girişimi sonrası oklar ABD’ye dönmüş ve Gülen’in bir an önce Türkiye’ye gönderilmesi istenmişti. İsyan sonrası ortaya çıkan konsorsiyumum da inatla üstünde durduğu; bir, hizmet hareketine bağlı her kimsenin tutuklanması ve yargılanması, iki, hareketin liderinin Türkiye’de yargılanması. Her ne kadar OHAL, KHK’lar ve tutuklanmalar konusunda muhalefetin çok ciddi kaygıları olsa da, HDP hariç partilerin, en azından belli bir düzlüğe çıkana kadar, AKP’nin yanında duracağı kesin gibi.
İç politikayı bir kenara bırakıp, isyanın dış politikaya yansımalarına bakacak olursak, isyanın ilk saatlerinden beri AKP’nin yanında olan Vatan Partisi gibi Avrasyacı muhalefet, özellikle Gülen cemaati ile mücadelesi konusunda AKP’ye ciddi destek vermişlerdir; dış politikada Avrasya’ya yönelinmesi konusunda irade ortaya koydukları bir gerçektir. AKP’nin özellikle 2011 yılından sonra içine girdiği ve Erdoğan’ın otoriterleşmesi ile de bağlantılı Batı skeptisizmi, 15 Temmuz isyanı ile son parçasını tamamlamış bir puzzle’a dönüşmüştür. İsyanın arkasında ABD’nin olduğu yönündeki fikirlerin hem Yeni Şafak gibi AKP yanlısı, hem de Aydınlık gibi Perinçekçi görüşe sahip medyanın dilinde olması, bu politik ideolojilere yakın kişilerin meydanlarda beraber olduğu gerçeğiyle de birleştirilirse, bir Avrasya’cı bloğun oluşmaya çalışıldığını görmekteyiz. Her ne kadar “Allahu Ekber” ve “İdam isteriz” sesleri “Ne mutlu Türküm diye” ve ”Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarıyla karışıyor olsa da, Onuncu Yıl Marşı ve ilahilerin birlikte çalındığı programlar bizi tereddüt ve acabalara itiyor konumda.
CIA eski direktörü Graham Fuller’in ve CIA eski Türkiye şefi Henri Barkey’nin isyan günü Türkiye’de olduğu ve isyanın başarısızlığa sürüklendiği ilk saatlerde apar topar ülkeden kaçtığı gibi bilgiler yazılıyor ve çiziliyor. ABD’den istenen Gülen için, ülkedeki her kurumdan nerdeyse sözleşmiş gibi “kanıt isteriz” beyanatları geliyor. Bunların yanında, Erdoğan’ın Köln mitinginde görüntülü mesaj vermesi sudan sebeplerle engelleniyor.
Batı kamuoyunda ve liderlerinde, Erdoğan’ın ülke siyaseti ve halkı gözündeki “kahraman” sıfatının çok fazla rahatsızlık verdiği gibi bir görüş var. Erdoğan, Batı tarafından, özellikle IŞİD konusunda sınıfta kalmış ve ne pahasına olursa olsun, önü kesilmesi gerek bir lider olarak görülüyor. Batı, bu hissini gün yüzüne çıkardıkça, kendi topraklarındaki Müslümanları özellikle Türkleri kaybetmeye mahkûm.
Bu şartlar altında, Türkiye’nin NATO üyeliği tehlikede, AB üyelik hevesi zaten kaçmış olan ülke AB’den daha da uzaklaşmakta, idamın geri gelme riskine karşı Orta Çağ karanlığına saplanmak üzere, yönünü Doğu’ya çevirmeye çok meyilli olarak da demokrasisi ölüm döşeğinde… Ülkedeki vatandaşları azımsanmayacak bir kısmının (yüzde 8) IŞİD sempatizanı olması gerçeği bazı anketlerle anlaşılan, ABD ve AB düşmanlığı yoğrulan halkın büyük çoğunluğunun zaten Batı’yı gözden çıkardığı su götürmez bir gerçek.
Tam da Batı’dan eleştiri okları gelirken, yardımına Rusya ve Çin yetişmekte ve Türkiye’yi teselli etmekteler. ABD Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye’yi ziyaretinin ülkenin demokrasisine destekten çok, 15 Temmuz gecesi sonrası iki haftalığına elektriği kesilen İncirlik Üssü ve Türkiye’nin NATO sorunsalı ile ilgili olduğunu düşünmekle birlikte, Çin Dış İşleri Bakanı’nın Ankara’yı ziyareti, arafta kalan Türkiye’den pay alma hevesinde olan diğer ülkeleri de alarma geçirebilir. Çin’in bu hareketi, bir akbabadan farksızdır, tabii ki akbaba bile bir canlıdır ve hayatta kalması gerekir.
Arafta kalan bir ülke derken, İncirlik Üssü’nün elektriğinin iki hafta kesik olması ve şimdilik Almanya ile ortaya çıkan sorunların devamının başka Avrupa ülkeleri ile de yaşanması içten bile değil. Yani Türkiye, arafta olmaktan çok, belli bir tarafa sürüklenen bir ülke olarak görülmeli belki de. Rusya ile baltaları toprağa gömmüş olan Türkiye’nin bu durumu elini rahatlatıyor ve ülke, Şangay İşbirliği Örgütü’ne adeta göz kırpıyor. Yani Türkiye, Batı’dan kopmak ve yörüngesini anti-demokratik ülkelerin tarafında oturmak konusunda hiç olmadığı kadar ciddi. Erdoğan, bunun üzerine daha önce de çok defa kafa yormuştu ama Suriye iç savaşı onu daha pragmatik olmaya itmişti.
Kısacası, Türkiye, 15 Temmuz sonrası iç ve dış hesaplaşmalarını yaparken, Atatürk ve ”Tam Bağımsızlık” şiarını kullanan muhalefete orta açan AKP tarafından yeni bir maceraya sürüklenecek gibi duruyor. Bu durumda, yalnızca Başbakan Binali Yıldırım’ın “değerli yalnızlık”tan “daha çok dost kazanan” Türkiye’sine geçiş hevesi yıkılmakla kalmıyor, aynı zamanda “Orta Doğu ülkesi Türkiye” projesi masaya yatırılıyor ve maalesef kendini devrimci ve ilerici gören bazı “solcu”ların da desteğiyle, Atatürk’ün modern, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinden sonsuza dek vazgeçilme provaları yapılıyor.
Basri Alp AKINCI