Modern Türk siyasal hayatının en önemli aktörlerinden birisi, hiç kuşkusuz Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca sivil siyasete dört defa başarılı darbe olarak nitelendirilen müdahalelerde bulunmuş (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997), 1960’larda iki defa Talat Aydemir’in darbe girişimleri, 2007 yılı Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan e-muhtıra krizi ve 15 Temmuz 2016 kalkışması gibi birçok darbe girişimlerine kaynaklık etmiş ve dahası, her zaman Türk siyasal hayatını şekillendiren çok önemli bir kurum olmuştur. Bunun temel sebebi, Türk modernleşmesinin İkinci Meşrutiyet döneminden başlayarak ordu kaynaklı olması ve Cumhuriyet’i kuran öncü kadroların da büyük ölçüde asker kökenli olmasıdır. Lakin son yıllarda, birçok yerli ve yabancı siyasetçi ve akademisyen tarafından ordunun siyasetteki etkin konumu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel olarak nitelendirilmektedir. Buna paralel olarak, 1990’lardan bu yana ordunun siyasetteki yerinin ülkenin demokratik gelişimine paralel şekilde normal bir seviyeye doğru çekilmesi de yadsınamaz bir olgudur. Bu yazımda, değişik yazarların fikirleri doğrultusunda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye Cumhuriyeti siyasal hayatındaki yerini saptamaya ve kısa süre öncesine kadar sahip olduğu istisnai konumun nedenlerini ve kökenini araştırmaya çalışacağım.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Cumhuriyet tarihindeki yerini anlamak için, öncelikle, Osmanlı Devleti’ni ve özellikle Osmanlı’nın Tanzimat sonrası dönemini mercek altına almalıyız. Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti’nde merkez (center) – çevre (periphery) arasındaki büyük mesafe ve örgütsüz toplumun siyaseti etkileyebilecek kanallar bulamamasının da etkisiyle, Türk devrim geleneği ve ilk modernizasyon hareketleri, Tanzimat Dönemi sonrasında büyük ölçüde askeriye-bürokrasi kökenli aydınlar tarafından şekillendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Profesör Metin Heper’in de önemli çalışması Türkiye’de Devlet Geleneği‘nde tespit ettiği üzere, dünyadaki sayılı güçlü devlet geleneklerinden birinin hâkim olduğu Türkiye, Jakoben özellikleri bulunan Kemalist Devrim’in de etkisiyle, sivil toplumculuğun gelişmesi ve askeriyenin siyasetteki yerinin sivillere kıyasla daha arka planda kaldığı liberal bir demokrasinin inşa edilmesi açısından bugüne kadar tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Ama Cumhuriyet döneminin bu yetersizliğinin önemli bir nedeni de, Osmanlı Devleti’nden alınan siyasal mirastır. Osmanlı döneminde Devlet-i Ali’nin çevresel aktörlerden bağımsız, güçlü ve merkezi konumu, bunun ilk önemli nedenidir. Ayrıca Batı ülkeleri modernleşme tarihlerinde gördüğümüz gibi, ekonomik gücü bulunan burjuvazinin devleti zorlaması ve yaptığı baskılar sonucu monarşik ve feodal düzeni yerle bir ederek siyasal güç elde etmesi durumunun aksine, Osmanlı’da daima siyasal güç ekonomik güce açılan kapı olmuştur. Güçlü bir tüccar sınıfının bulunmaması ve devletin gölgesinde yetişen tüccarların Avrupa burjuvazisinin aksine tarihsel ilerici rollerinin bulunmayışı, Osmanlı’da sivil toplumculuğun gelişememesindeki diğer önemli etkenlerdir. Osmanlı döneminde ticaretle uğraşan ve büyük ekonomik gücü bulunan gayrimüslimlerin siyasal alanda güçlerinin neredeyse hiç bulunmaması ve bu grupların Avrupalı devletlerin müdahaleleri sonucu sınırlı da olsa ortaya çıkan siyasal güçlerini ülkenin genel anlamda demokratikleşmesinden çok kendilerine çıkar sağlayacak konular için kullanmaları, Osmanlı’da demokratikleşmeyi imkânsız hale getiren bir faktör olmuştur. Ayrıca tımar sistemi ve miri toprak düzeni nedeniyle Osmanlı’da güçlü bir feodal toprak düzeni de gelişememiştir. 1960’ların ATÜT’çü sol tartışmalarında bu durum sömürüyü engelleyen olumlu bir özellik olarak algılanmasına karşın, Milkova ve benzeri birçok Marksist, bu durumun Anadolu’daki sınıfsal gelişmeyi yavaşlattığını ileri sürmüştür. Nitekim klasik Osmanlı sisteminde, sipahi, bir derebeyi değil, tımar sahibi bir sınıf atlı askerdir. Askeri sınıfla tebaa ya da reaya arasındaki büyük uçurum ve bu mesafenin Türk devlet geleneği paralelinde uzun yüzyıllar boyunca insanlar tarafından içselleştirilmesi, Anadolu’da sivil toplumculuğun gelişememesinin ve ordunun zor zamanlarda bir kurtarıcı olarak görülmesinin belki de en önemli nedenidir.
Tanzimat Dönemi’nden başlayarak ülkede Batı tipi eğitim verilen askeri okulların açılması ve askeri öğrencilerin kültürel alışverişin giderek arttığı Avrupa’daki fikir akımlarından etkilenmesinin sonucunda, ordu mensupları önceki pasif konumlarını terk ederek, örgütlenmeye ve çağdışı Osmanlı rejiminin modernleştirilmesi için aktif olarak mücadele etmeye başlamışlardır. Orduda ortaya çıkan bu devrimci ve öncü niteliğin kanıtları; Jön Türkler ve İttihat ve Terakki gibi hareket ve cemiyetler, Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemleri ve tabii ki 1908 Devrimi ile 31 Mart Vakası’dır. Ordu kökenli Enver Paşa gibi isimler, bu yıllarda siyasette oldukça etkin konuma gelmiş ve ilk modernleşme girişimleri de bu dönemde yapılmıştır. Osmanlı’dan miras kalan ordunun bu devrimci aktivist ve modernleşmedeki öncü niteliğinin Cumhuriyet’e zarar vermesinden oldukça çekinen Mustafa Kemal Atatürk, kendisi ve en yakın çalışma arkadaşı İsmet İnönü de ordu kökenli olmalarına karşın, büyük yetki ve karizmasını kullanarak Cumhuriyet’in ilanından sonra askeri siyasetten uzak tutmaya çalışmıştır. Mustafa Kemal, hem eski İttihatçılara yönelik sert tutumu, hem de ordu mensuplarını siyasetten uzak tutmak için yaptıklarıyla bu durumu bir nebze olsun düzeltebilmiş, ancak çok-partili rejime geçilmesinden sonra, ordu geleneğinde bulunan devrimci aktivizm tüm şiddetiyle yeniden karşımıza çıkmaya başlamıştır. Mustafa Kemal döneminde oy verme hakları dahi ellerinden alınmış olan TSK mensupları, tek partili dönemden kalma 1924 anayasasının da yardımıyla ülkede adeta bir diktatörlük kuran ve Kemalist devrimleri oy uğruna riske eden Demokrat Parti yönetimine büyük tepki duymaya başlamış ve 27 Mayıs 1960 tarihinde “Albaylar darbesi” olarak bilinen ilk darbe gerçekleşmiştir. 27 Mayıs, sivil siyasete aktif müdahale edilen bir darbedir, ama sonuçları itibariyle birçokları tarafından ilerici bir hareket kabul edilir; zira bu olaydan sonra Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olan 1961 anayasası yürürlüğe girmiş ve Türkiye çağdışı 1924 anayasasını demokratik bir anayasa ile değiştirmiştir. Dahası, Demokrat Parti baskılarından bıkmış halkın büyük bölümü, o dönemde 27 Mayıs’ı bir bayram gibi kutlamış ve demokrasi bilinci henüz gelişmediği için, ne yazık ki bu darbeyi desteklemiştir. Ancak sonuçları ne olursa olsun, 27 Mayıs, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sivil siyasete müdahale geleneğini de yeniden başlatmış oluyordu. Nitekim 27 Mayıs’ın hemen sonrasında, Harp Okulu’nun karizmatik komutanı Albay Talat Aydemir’in tam bağımsız bir Türkiye kurmak amacıyla yaptığı askeri diktatörlük yanlısı iki darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. TSK, 27 Mayıs ile güçler ayrılığının keskinleştiği daha demokratik bir anayasayı yürürlüğe sokarken, yürütmenin sınırsız gücünün denetlenmesi açısından Milli Güvenlik Kurulu ve Cumhuriyet Senatosu gibi kurumları da empoze ediyordu. Ancak bu kurumlar da, sivil siyasetin ağırlığı olacak şekilde ayarlanmış ve ordunun demokrasinin işleyebileceği güvenli bir ortam yaratmasından sonra siyasetten daimi olarak çekilmesi planlanmıştır.
İttihat ve Terakki’den 27 Mayıs’a uzanan süreçte, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin modernleşmedeki öncü konumunu koruduğu ve sivil siyasetin yetersizliği nedeniyle ilerici bir yaklaşımının bulunduğu iddia edilebilir. Ancak sivil siyasetin geliştiği ve halkın demokrasi bilincinin de gelişmeye başladığı 1960’lı yıllar sonrasında bile ordunun siyasete aktif müdahaleye devam etmesi, ülke içinde ve dışında giderek daha büyük tepkilere neden olmuştur. Başbakan Adnan Menderes de dahil olmak üzere Demokrat Partili 3 önemli ismin haksız bir şekilde idam edilmesi ve halkın kendi kendini yönetmeye alışması, darbeler konusunda Türkiye’deki tepkileri arttırmıştır. Her ne kadar 12 Eylül öncesinde Türkiye yönetilemez ve yaşanamaz bir ülke haline gelmeye başlamışsa da, darbe sonrasında yapılan akıl almaz uygulamalar, darbelere karşıt bilinci daha da geliştirmiş ve halkın darbelere büyük tepki duymaya başlamasına neden olmuştur. İşte bu adımlar, 15 Temmuz 2016 kalkışmasının başarısız olmasının temel nedeni olmuştur.
Ordunun Türkiye’deki konumu incelendiğinde, Batı tipi demokrasilere uygun anlamda ülkeyi dış tehditlere karşı korumaya yönelik moderatör (moderator) rolünden ve hatta gelişmekte olan ülkelerde görülen rejimi korumaya yönelik muhafız rolünden (guardian) daha fazlasının olduğu ve zaman zaman karar alıcı ve sisteme yön verici (ruler) roller oynadığı, ancak Güney Amerika’daki bazı ülkelerde geçmişte görüldüğü gibi de sürekli bir askeri diktatörlük yanlısı olmadığı anlaşılmaktadır. Zira TSK, her müdahalesinin ardından, rejime yön verdikten (1960-1961, 1980-1983) sonra bir şekilde sahneden çekilmeyi kendisine ilke edinmiş ve bunu da gerçekten yapmıştır. En şiddetli ve acımasız darbe olan 12 Eylül’ün etkileri bile, son yıllarda yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Ancak TSK, bunu yaparken sistemi korumak adına çeşitli önlemler de almıştır. Profesör Ergun Özbudun’a göre, örneğin 27 Mayıs sonrası kurulan ve 12 Mart ve 12 Eylül sonrası kademeli olarak yetkisi arttırılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK), ordunun demokrasiye geçiş sonrası kullandığı himayeci güçlere iyi bir örnektir. 12 Eylül sonrası kurulmuş Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM’ler) de, ordunun siyasetteki etkisini korumaya yönelik bir girişimdir. Yine 12 Eylül sonrası getirilen inanılmaz ölçekteki siyasal yasaklar, anti-demokratik 1982 anayasasının kabulü ve Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olması konusundaki referandumun reddedilmesi durumunda askeri diktatörlüğe yol veren bir seçim olması, ordunun siyasetteki etkisini koruduğuna ve tamamen sivil demokratik bir rejime izin vermediğine açık kanıtlardır. Ayrıca 1983 genel seçimlerine de yalnızca ordunun izin verdiği üç parti katılabilmiştir. Mehmet Ali Birand’ın da yazdığı üzere, TSK, özellikle 12 Eylül sonrasında, askeri toplumdan ve gerçek Kemalizm’den izole edici farklı bir siyaset anlayışı benimsemiştir. Ordu eğitimi hep doktriner olmuştur, ancak 12 Eylül sonrası ordu eğitimi daha muhafazakâr ve özellikle devrimcilik ve sosyalizm karşıtı olmuştur. 12 Eylül sonrasında, TSK, üniversitelere de el atarak YÖK’ü kurmuş ve üniversitelerde özgür ve farklı düşüncenin önünü kesmiştir. 12 Eylül’ün yarattığı Özal döneminde de, dinin siyasi emeller için kullanılması ve yolsuzluk kurumsallaşmış ve hukuk devletinin temelleri yıkılmıştır. Ancak biten Soğuk Savaş sonrası değişen dünya koşullarında, artık komünizmi değil irticayı bir tehlike olarak algılayan TSK, 12 Eylül sonrası kendisinin en büyük destekçisi olan İslami kesimle 28 Şubat sürecinde karşı karşıya gelmiştir. 15 Temmuz 2016 girişimi de, her ne kadar bir diğer İslami grup olan Fethullah Gülen cemaati (FETÖ/PDY) tarafından organize edildiği iddia edilse de, Türkiye’de 2002’den beri iktidardaki İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkmış; ancak toplumsal desteğinin zayıf olduğu anlaşılmıştır. Bu nedenle, Türkiye’de darbelerin önünün kesilmesi adına, iktidar ve muhalefet partilerinin anayasaya uygun siyaset izlemeleri veya anayasayı kendilerine uygun hale getirmeleri şarttır. Bu sürecin bir diğer artısı ise, darbe girişimine tepki olarak sivilleşmenin boyutunun ülkede hızla artacak olmasıdır. Lakin bu süreci orduyu yıpratmak için kullanmak, Türkiye için büyük güvenlik riskleri yaratabilir. Bu nedenle, bu alanda yapılan reformlarda son derece dikkatli davranılmalı ve öfkeyle hareket etmeden sağduyulu kararlar verilmelidir.
Son tahlilde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokrasi sicilinin başarılı olduğunu söylemek zordur. Ancak adil davranmak gerekirse, 1950-1990 döneminde dünyada Soğuk Savaş koşullarının gereksinimi olarak bir NATO üyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde güvenlik odaklı bir siyasal yapının bulunduğu ve bu yapının orta ölçekte bir devlet olan Türkiye’de dışarıdan yönlendirmelere de açık olduğu düşünülürse, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni geçmişteki askeri müdahaleler nedeniyle suçlamak büyük tabloyu görememek anlamına gelecektir. Bu çok etkili dış boyutun dışında, ülke içerisinde de sivil siyasetin günümüzde de örneklerini gördüğümüz kutuplaştırıcı ve uzlaşmayı bilmeyen yapısının Türkiye’yi askeri müdahalelere sürüklediği de yadsınamaz bir gerçektir. Dahası, tarihsel ve kültürel olarak da Türk devrim ve devlet geleneklerinde ordunun öncü rolü ortadadır. Dolayısıyla, evrensel değerleri göz ardı etmesek dahi, Türk siyasal hayatı incelenirken bu topraklardaki siyasal gelenek ve siyasal kültürde, ordunun rolü, Batı’nın kalıplaşmış demokrasi modellerinden daha farklı bir biçimde ele alınmak zorundadır. Bu anlamda, demokratikleşme adımlarının kurumları yıpratmadan ve halkı kutuplaştırmadan gerçekleştirilmesi, Türkiye’de kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Hala neden 27 Mayıs darbesi sonrası yapılan 1961 anayasasından daha ilerici ve liberal bir anayasanın bugün Türkiye’de sivil siyaset tarafından yapılamadığı da, cevaplaması gerçekten zor bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKLAR
– Hale, William, Turkish Politics and The Military, (1994), London: Routledge
– Birand, Mehmet Ali, Shirts of Steel: An Anatomy of the Turkish Armed Forces, (1991), New York: I. B. Tauris and Co Ltd.
– Harris, George S., “The Role of the Military in Turkey in the 1980’s: Guardians or Decision-Makers?”, “State, Democracy and the Military: Turkey in the 1980’s” kitabından, sayfa 177-200, (1988), Berlin & New York: Walter de Gruyter.
– Özbudun, Ergun, Contemporary Turkish Politics: Challenges to Democratic Consolidation, (2000), Boulder, CO: Lynne Rienneri.
– Narlı, Nilüfer, “Civil-Military Relations in Turkey”, Turkish Studies, Vol. 1, no: 1, Spring 2000, ss. 107-127.
– Cizre, Ümit, “The Military and Politics: A Turkish Dilemma”, Middle Eastern Armies: Politics and Strategy kitabından, Barry Rubin & Thomas Keaney (2002), London: Frank Cass, ss. 189-205.