Türkiye’de 16 Nisan’da gerçekleşen 18 maddelik Başkanlık referandumunda muhalefetin şaibe iddiaları, mühürsüz oy tartışmaları ve başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi olmak üzere kırsalda birçok yerleşim bölgesindeki tam katılımlı blok evet oylarının çıkması seçim sonucunun meşruiyetini tartışmalı hale getirse de, referandumun % 51,4 oranla kabul edildiğini YSK resmen ilan etti. Muhalefet, Türkiye’deki çeşitli hukuki mekanizmaları devreye sokup itirazlarını dile getirmesine karşın herhangi bir sonuç alamadı. Dolayısıyla, bu referandumun kabul edilmesi neticesinde Başbakanlığın kaldırılması ve parlamentonun yasama görevlerinin önemli bir kısmının Cumhurbaşkanı’nın üstlenmesiyle birlikte Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana gerçekleşen en köklü sistem değişikliği yaşandı.
Yurtdışı oylarının da kritik bir öneme sahip olduğu ve az bir farkla kabul edilen bu referandumla ilgili tartışmalar Almanya ve Hollanda gibi Avrupa ülkeleriyle yaşanan diplomatik krizlerle beraber yurt dışında da önemli bir gündem oldu. Türkiye kökenlilerin yoğun yaşadığı Almanya, Avusturya, Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkelerinde referandum sonuçlarının ezici bir çoğunlukla “Evet” çıkması, buralarda yaşayan Türklerin çoğunun batı değerlerini reddeden ve otoriterliği tercih eden bir profilde olduklarına dair bir işaret olarak algılandı. Özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın referandum sürecinde muhafazakar tabanını konsolide etmesini sağlayan (özelde Almanya ve Hollanda genelde ise Avrupa karşıtı) söylemlerin muhatapları olan bu Avrupa ülkeleri, yurt dışında çıkan “Evet” oylarını Batı karşıtı söylemlere de onay veren büyük bir kitleyle içiçe yaşama endişesine kapılmalarına neden oldu. Bu anlamda milli aidiyet duygularının; göç ettikleri, doğdukları veya bir kaç nesil yaşadıkları bu Avrupa ülkelerinden ziyade halen kökenlerinin geldiği geleneksel/muhafazakar anlayışlar üzerine olduğu gerçeği bu ülkelerdeki entegrasyon tartışmalarını hortlattı.
Hollanda
Referandum sürecinde Türk hükümetinin bakanlarının Hollanda’ya girişine izin verilmemesiyle iki ülke arasında yaşanan seçim propagandası krizleri Avrupa’daki yurt dışı seçmenlerin katılım oranlarını önemli ölçüde “Evet” lehine etkilerken, bu krizden kısa bir süre sonra genel seçimlerin olduğu Hollanda’da Başbakan Mark Rutte’nin liderliğinde sağ-liberal çizgideki Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi’nin (VVD) oylarını da olumlu yönde etkilediğini söylemek mümkün. Yükselişte olan ırkçı lider Geert Wilders’ten partisi Özgürlük Partisi’ne (PVV) kaptırma ihtimali olan sağcı oyların bir kısmını bu sayede koruduğu tahmin edilmekte. Seçmen tabanının hızla Wilders’e yaklaştığının farkında olan Hollanda Başbakanı Mark Rutte, iki ülke arasındaki bu kriz öncesinden üslubunu bir hayli sertleştirmişti. Geçen sene Temmuz ayında Türkiye’deki darbe girişimini protesto eden bir grup Türkiye kökenlinin görüntü almaya çalışan gazetecileri tartaklaması üzerine, “Defolup Türkiye’ye gitsinler” diyen Rutte, bu görüşünü seçim propagandasında gazetelere verdiği göçmen karşıtı beyanlara da yansıtarak, “Hollanda’yı beğenmeyenlerin, değerlerine sahip çıkmayanların geldikleri ülkeye geri dönmesi gerektiğini”belirten tam sayfa ilanlar yayınladı.[1]
Türkiye’deki bu referandumun sonuçları da beklendiği üzere Hollanda’daki sağcı politikacıların yabancı karşıtlığında bir koz olarak kullanılmaya başlandı. Bu anlamda ilk tepki Hollandalı ırkçı lider Geert Wilders’ten geldi. Twitter’da “Hollandalı Türkler topluca evet verdi” başlıklı bir haberi paylaşan Wilders, “Evet şimdi de topluca Türkiye’ye dönün. Eğer Hollanda’daki özgürlüklere rağmen Türkiye’de ‘Evet’i seçiyorsanız burada işiniz yok. Güle güle” dedi.[2] Referandumda gurbetçilerin % 71 oranında “Evet” dedikleri Hollanda’daki sağ-liberal hükümetin de entegrasyonun önünde ciddi bir engel olarak gördükleri çifte vatandaşlığın kaldırılmasına sıcak baktığı söylenmekte.
Belçika
Referandumda % 75 civarında “Evet” oyu çıkan Belçika’da hükümet ortağı olan Flaman Hristiyan Demokrat Partisi’nin (CD-V) milletvekillerinden Hendrik Bogaert, “Türkiye’de totaliter bir rejimi destekleyenlerin çifte vatandaşlığına son verilmelidir” dedi. Bu öneri, bir süre önce de diğer hükümet ortağı Yeni Flaman İttifakı (N-VA) tarafından gündeme getirilmişti. Bu referandumun ardından Belçika’daki birçok parti çifte vatandaşlık hakkının iptal edilmesi için başlatılacak bir çalışmaya destek vereceklerini açıkladılar. Ayrıca Belçika’daki Diyanet camilerinin Türkiye’deki iktidar için oy topladığını iddia eden göçten sorumlu Devlet Bakanı Theo Francken de, bundan sonra Diyanet camilerini mercek altına alacaklarını belirtti. Belçika hükümeti, bu anlamda ilk tedbir olarak; “Ankara’nın uzun kolu” olarak nitelendirdiği Diyanet İşleri’ne bağlı camilerin ruhsatını iptal ederek, devlet yardımını kesmeyi planlıyor.[2]
Avusturya
Avusturya kamuoyu da, Türkiye’nin otoriterleşmesinin anayasal değişikliği olarak düşünülen bir referanduma Avusturya’daki Türklerin % 73 oranla “Evet” demesinin şokunu yaşıyor. Bu durum aynı zamanda ülkedeki entegrasyon tartışmalarını yeniden alevlendirmiş durumda. Avusturyalı siyasetçiler, Türkiyeli göçmenler üzerinde yabancı kökenli Avusturyalıların aradan uzun yıllar da geçse kendi değerlerine tamamen uzak bir şekilde yaşamalarını geçmişteki entegrasyon politikalarının başarılı olmamasına bağlıyor. Artık yeni metodlar veya farklı bir göçmen politikası geliştirilmesi gerektiği, Avusturya’daki sağ ve sol her iki görüşünde ortak düşüncesi. Fakat bu konuda en fazla sesi çıkan, yabancı karşıtlığı üzerinden bunu bir fırsata çevirmeye çalışan aşırı sağcı politikacılar. Bu anlamda göçmen karşıtı ve aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) lideri Heinz-Christian Strache, Erdoğan destekçisi Avusturyalı Türklerin ülkeyi terk etmesini talep eden bir açık mektup yayınladı. Strache, “Sevgili Erdoğan destekçileri” ifadesiyle başladığı mektubunda, “Uzun zamandan beri endişe ve anlayışla, sizlerin ne kadar anlaşılmaz ve mutsuz hissettiğinize şahit olduktan sonra, sizin burada kalmanızı istemenin boşa olduğu görüşüne sahibim. Sizin ve ailenizin burada acı çekmesi, istediğim en son şey” ifadesini kullandı.[3]
Öte yandan, Avusturya’da bir başka sorun ise referandum sürecinde ortaya çıkan illegal çifte vatandaşlar mevzusu. Avusturya’da çifte vatandaşlığın 15 yıldır yasak olmasına karşın, Avusturya vatandaşlığını almak için Türk vatandaşlığından çıkanların bir kısmının yeniden Türk vatandaşlığı aldıkları belirtilmekte. Referandum sürecinde bu olay açığa çıkınca, Avusturya hükümeti kendilerini yanıltan çifte vatandaşları tespit etmek için çalışmalara başladı. Bugüne kadar çifte vatandaş olanları tespit etmekte güçlük çeken Avusturya hükümeti, referandumda oy kullanan seçmen listeleriyle illegal yollardan çifte vatandaşlık hakkı eden Türkleri bulmayı hedefliyor. Avusturya basınında yer alan haberlere göre, Yeşiller Partisi milletvekili Peter Pilz’in elinde Türk vatandaşlarının isimlerinin bulunduğu seçmen listeleri mevcut. Avusturya’da yaşanan bu gelişmelerden sonra illegal çifte vatandaşların yeniden Türk vatandaşlıklarını iptal ettirmeye çalıştıklarına dair haberler gelmekte.[4]
İstatistiklere göre, Avusturya’da 116 bin Türk vatandaşı yaşıyor. Normalde bunların 18 yaşın üzerinde olan sadece 93 bin civarının oy kullanması gerekiyor. Fakat son referandumda Avusturya’da oy kullanma hakkına sahip Türk vatandaşlarının sayısının 108 bin 561 olarak belirtilmesi üzerine, Avusturya makamları istatistiklerde görünmemesine karşın oy hakkı bulunan 15 bin kişiyi araştırmaya başladı. Avusturyalı siyasilerin bazıları illegal yollardan çifte vatandaşlık elde edenlerin Avusturya vatandaşlığının geri alınmasını talep ediyor.[5] Bu durumla ilgili açıklama yapan Avusturya İçişleri Bakanı Wolfgang Sobotka, Avusturya vatandaşı olduktan sonra yasadışı yollarla yeniden Türk vatandaşı olanlara 5.000 euro civarı para cezası verilmesi konusunda hazırlık yapıldığını söyledi. Sobotka, Avusturya’daki Türk vatandaşlarının referandum tercihlerini de eski entegrasyon politikalarının başarısızlığına bağladı. Bu anlamda Avusturya’da yaşayan Türk vatandaşlarının dörtte üçünün referandumda “evet” yönünde oy kullanmasının 70 ve 80’li yıllarda uyum konusunda hatalar yapıldığını gösterdiğini söyleyen Sobotka, gelecekte benzeri hataların tekrarlanmaması için sığınmacılar konusundaki üst sınırın azaltılması gerektiğini de belirterek bundan sonra daha kontrollü bir göçmen politikası uygulayacaklarının ilk işaretini verdi.[6]
Almanya
Referandum sürecinde Almanya’daki seçim propagandası krizinin etkisiyle iki ülke arasında ciddi restleşmelere ve ithamlara neden olan tartışmalar yaşandı. Referandumun tartışmalı sonuçları açıklandıktan sonra ise birçok partiden sonucu olumsuz karşıladıklarını belirten açıklamalar geldi. Almanya’da iktidardaki Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Genel Başkan Yardımcısı Julia Klöckner, referandumdan çıkan sonucu “Erdoğan’ın ülkesini otoriter bir tek adam rejimine götürecek sistem değişikliğini yapacak” sözleriyle değerlendirdi. Almanya’da parlamentoda temsil edilen diğer büyük partiler de benzeri açıklamalar yaparak referandumdan çıkan sonucu endişeyle karşıladıklarını belirten ifadeler kullandılar. Bunların içerisinde en iyimser açıklama ise son günlerde Alman siyasetinde soysal demokratların parlayan yıldızı olan Sosyal Demokrat Parti SPD’nin başkanı ve başbakan adayı Martin Schulz’dan geldi. Schulz, referandum gecesindeki açıklamasında “Referandumdan çıkan başa baş sonuçlar, Erdoğan’ın Türkiye olmadığını gösterdi. Demokrasi ve insan hakları mücadelesi sürmeli” dedi.[7]
Türkiye’deki referanduma dair en aşırı tepki ise Almanya’da çıkan % 63 oranındaki “Evet” oyları üzerinden yurt dışındaki gurbetçileri hedef alan Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinden geldi. Aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi merkez yönetim kurulu üyesi Alice Weidel, referandumda Almanya’daki Türk seçmenlerden çıkan “Evet” oyu oranlarının, Almanya’daki birçok Türkün topluma entegrasyonunun başarısız olduğunun göstergesi olarak belirterek, “Evet” oyu kullanan Türk vatandaşlarının Türkiye’ye geri dönmeleri gerektiğini söyledi. Weidel, “Belli ki daha fazla hoşlarına giden, ait oldukları Türkiye’ye dönsünler” şeklinde konuştu. Weidel, vatandaşlığın ancak topluma yeterli düzeydeki bir entegrasyonla mümkün olabileceğini ifade etti. Ancak bu şartın referandumda “Evet” diyen birinci, ikinci ve üçüncü nesil Türkler arasında söz konusu olmadığını dile getirdi.[8]
Almanya kamuoyuna genel olarak bakıldığında, başta sağ partiler olmak üzere Alman siyasi partilerin çoğu, Başkanlık referandumunda verilen “Evet” oylarının Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında kaydedilen gerilemenin desteklenmesi anlamına geldiğini savunarak, bunun Almanya’nın değerleriyle bağdaşmadığını vurgulamaktalar. Bu durum en fazla Türk kökenli çifte vatandaşın yaşadığı ülke olan Almanya’da da çifte vatandaşlığı yeniden tartışmalı hale getirdi. İktidardaki Hrıstiyan Demokrat Birlik Partili (CDU) politikacılar, 2014 yılında yürürlüğe giren çifte vatandaşlık yasasının gözden geçirilmesini istiyor. Söz konusu yasaya göre, Almanya’da dünyaya gelen yabancı uyruklu çocukların çifte pasaporta sahip olmasına izin veriliyordu. Şu anda ise çifte vatandaşlık hakkının daha az nesille sınırlandırılmasını içeren yeni bir model tartışılıyor. Almanya’da 246 bin hem Türk, hem de Alman vatandaşı olan çifte vatandaşlar yaşıyor. 800 bin civarı Türk kökenli sadece Alman vatandaşlığına sahip. Yaklaşık 1 buçuk milyon Türkiyeli ise Alman pasaportu olmadan uzun süreli oturum hakkına sahip olarak yaşıyorlar.[9]
Avrupa’daki Diyanet temsilciliklerinin durumu
Avrupa’daki Türklerin entegrasyon tartışmalarında din hizmetlerinin kim tarafından ve nasıl verildiğinin önemli bir yeri söz konusu. Bu anlamda hizmet veren Türkiye’deki Diyanet işleri Başkanlığı’nın yurtdışındaki birçok ülkede temsilcilikleri mevcut. Sadece AB ülkelerinde 27 din müşavirliği, 21 din ataşeliği ve 1800 küsur cami hizmet vermekte.[10] Fakat Hollanda, Belçika, Avusturya ve Almanya gibi AB ülkelerinde göçmenlerin geldiği ülkelerin din işleri tarafından karşılanan din hizmetleri; hem entegrasyona engel olarak görülmekte, hem de Türk Diyaneti’nin iktidar lehine siyasi çalışmalar yapması ve istihbarat bilgisi toplamak gibi çeşitli casusluk faaliyetleri iddialarından ötürü ciddi tartışmalara neden olmakta. Bu durumun önüne geçebilmek için 25 Şubat 2015’te kabul edilen İslam Yasası ile ilk hamle Avusturya Meclisi’nden geldi. Bu yasa kapsamında, Avusturya dışından ithal olarak gelen imamların çalışmalarına izin verilmemekte. Bu nedenle kendisine oturum izni verilmeyen diyanet görevlisi İmam Yakup Aynagöz eşiyle birlikte bir süre önce sınır dışı edildi. Bu İslam Yasası kapsamında başka ülkelerden gönderilen din görevlilerinin artık Avusturya’da görevlendirilmesinin mümkün olmadığı ve 300’den fazla cami bulunan ülkedeki 65 Türk imamın da aynı gerekçe ile sınır dışı edilme ihtimali söz konusu.[11]
Bu sorunu mecliste ilk olarak 2016 yılı bütçe görüşmeleri esnasında CHP Mersin Milletvekili Hüseyin Çamak dile getirmişti. Çamak, Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na yönelttiği sözlü soru önergesinde; “Avusturya örneği üzerinden Diyanetin yurt dışındaki yapılanmasında AB ülkelerinin de hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak yeni bir uygulamaya gidilip gidilmeyeceğini” sordu.[12] Çavuşoğlu ise, Çamak’ın bu sorusuna cevaben; Avusturya’nın çıkardığı İslam Yasası’nı doğru bulmadığını söyleyerek, “Avrupa ülkelerine tavsiyelerinin Diyanet İşleri Başkanlığı’yla yakın işbirliği içinde olunması, hatta o ülkelerdeki din adamlarını İlahiyat Fakülteleri açarak birlikte yetiştirmeleri gerektiğini” belirtti. [13]
Avusturya’nın ardından Almanya’da da benzeri tartışmalar başlamış durumda. Bu kapsamda, Avusturya’dakine benzer bir İslam Yasası ile Almanya’da din hizmeti veren kurumların tamamen kontrol altına alınması düşünülmekte. Bununla ilgili ilk açıklama Almanya’daki İktidar Partisi CDU’nun milletvekili Jens Spahn’dan geldi. Spahn, bir İslam Yasası’na ihtiyaçlarının olduğunu ve önümüzdeki zamanlarda bu konuyu ele alacaklarını söyledi. Bu anlamda, ülkelerinde din hizmeti veren imamların Almanya’da yetiştirilmesinden, camilerin kayıt altına alınmasına kadar pek çok düzenlemenin içerisinde olduğu bir İslam yasası önermekte. Cuma hutbelerinin ve camilerde verilen derslerin Almanca olarak verilmesini isteyen Spahn, Hıristiyanlardan toplanan Kilise Vergisi gibi camiler için de vergi sisteminin getirilmesi gerektiğini söyledi. Camilerin Türkiye ya da Suudi Arabistan gibi yabancı ülkelerden finanse edileceğine, Almanya’daki camileri ve imamları da bu hizmetlerden faydalanan Müslümanların vergilerinden alarak kendilerinin finanse edebileceği görüşünde.[14]
Jehn Spahn, üçüncü kuşak Türk gençlerin Almanya’da idam cezası için gösteri düzenlemesini veya Erdoğan hayranı olmalarını entegrasyon eksikliğine bağlamakta. Bu üçüncü kuşak göçmenlerin çoğunun iyi okullar bitirdiğini, en iyi Almanca’yı konuştuğunu ve iyi işlerde çalıştığını, fakat yine de otoriter bir lideri desteklediklerini belirterek, asıl konunun kimlik ve aidiyetlik duygusu olduğunu vurgulamakta. Spahn, bu konuyla ilgi verdiği bir röportajda, Almanya’daki Türkiye kökenlilerin meclislerinin Ankara değil Berlin olduğunu hatırlatarak, “Türkiye’nin içişlerine dair derdi olanlar seve seve Türkiye’de gösteriler yapabilir. Her kim ki hem kafa olarak hem de ruhen Türkiye’de, Fas’da ya da Rusya’da yaşıyorsa, Alman toplumunun parçası olmak istemiyorsa ve bizim batı toplum medeniyetimize saygı göstermiyor, fakat olanaklarımızdan faydalanıyorsa, o zaman o kişilerin Almanya’da bulacakları bir şey yoktur. Bizim ihtiyacımız formel entegrasyondan ziyade, toplumun parçası olmalarıdır” dedi.[15]
Bu röportajında çözüm önerileri de sunan Spahn, Almanya’da İslam adına konuşabilecekleri bir muhatap olmadığını, Türkiye’deki Diyanet’in kurumu olan DİTİB’in ise siyasi açıdan muhafazakâr bir organizasyon olduğunu, sadece azınlık bir Müslüman gurubuna hitap ettiklerini ve Almanya’da bir Alman-İslam cemaatine ihtiyaç olduğunu belirtti. Çıkarmayı düşündükleri İslam Yasası ile birlikte cami derneklerine bir yapı ve sistem getirileceğini belirten Spahn, manevi destek veren kişilerin, İslam dersi öğretmenleri ve imamların eğitimlerinin tamamen Almanya devletinin kontrolünde gerçekleştirilmesi gerektiği görüşünde.[15]
Jehn Spahn’ın bu sözlerinden bir süre sonra Almanya’da Göç ve Entegrasyon’dan sorumlu Sosyal Demokrat Partili (SPD) Türk kökenli Devlet Bakanı Aydan Özoğuz da benzeri bir açıklama yaparak, Almanya’daki imam eğitiminde acilen ilerleme kaydedilmesi gerektiğini söyledi. Türkiye’deki referandum sürecinden sonra bu açıklamayı yapan Özoğuz, ”Din eğitiminin deneyimsizlikten ve kolay geldiği için yurt dışından gelen Müslümanlara bırakılmasının büyük bir hata olduğunu ve bu konuya bizzat el atma zamanının geldiğini” belirtti. Birkaç yıldır Alman üniversitelerinde halihazırda İslam ilahiyatı kürsülerinin bulunduğunu hatırlatıp, bu kurumlarda şimdilik sadece din dersi öğretmenlerinin yetiştirildiğine dikkat çekti. Özoğuz, Almanya’daki Müslümanlardan özel vergi alınmadığı için Almanya’da imam yetiştirirken, dini örgütlerle işbirliğinde ve imam maaşlarının ödenmesinde nasıl bir yol izleneceğine açıklık getirilmesi gerektiği ifade ederek, Almanya’da iktidarın bu konuda yapısal bir değişikliğe gidebileceğinin ilk işaretini verdi.[16]
Öte yandan, AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nun kurucusu olduğu Göç Araştırmaları Vakfı’nın Almanya’daki Türk diyasporası konusundaki uzman araştırmacısı Elif Tunay Çot ise, yurtdışında yaşayan Türklerin entegrasyon sorunu üzerinden ortaya çıkan yasal değişiklik önerilerinin başta orada yaşayan göçmenlerin ihtiyaçları olmak üzere birçok dengenin gözönünde bulundurularak değerlendirilmesi gerektiği görüşünde. Tunay Çot, bu görüşünü şu sözlerle dile getirmekte[17]; “Bir ülkede yaşayan göçmenlerle ilgili bir teklif hazırlanırken sadece o ülkenin ihtiyaçlarından yola çıkarak değil, (Almanya örneğinde konuşursak) öncelikle Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli vatandaşlarımızın ihtiyaçlarından ve hassasiyetlerinden yola çıkılmalıdır. Sonrasında hasıl olan ortak ihtiyaçlar konusunda nasıl stratejik yol ve çözüm önerileri geliştirileceğine dair bunun üzerine uzmanlarla tartışılmalıdır. Buradaki hassas çıkış noktası, burada yaşayan vatandaşlarımızın ihtiyaçları ve yaşadıkları toplumlarla bir harmoniye ulaşılması olmalıdır.”
DİTİB imamların istihbarat skandalı
Almanya’da 900 civarında cami ve kuran kursunun kurumsal şemsiyesi altında hizmet verdiği Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin (DİTİB) MİT’in hizmetinde ajanlık faaliyetleri yaptıklarına dair bir süre önce Federal Savcılık tarafından soruşturma açıldı. DİTİB imamları, Almanya’da Gülen cemaatine mensup (FETÖ zannı altındaki) kişileri ve bir Alman milletvekili dahil bazı Alman vatandaşlarını takibe alıp fişlemekle suçlanmakta. MİT’in Almanya’daki bu istihbarat çalışmasında aralarında Sosyal Demokrat Parti SPD’nin eski Başkanı Franz Münterfering’in eşi Federal Milletvekili Michelle Müntefering ve Berlin Eyalet Meclisi üyesi Emine Demirbüken-Wegner’in de bulunduğu 300 kişilik bir listeyi Alman Dış İstihbarat Örgütü BND’ye ilettiği söylenmekte.[18] Bunun üzerine, DİTİB Genel Sekreteri Bekir Alboğa; ”Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu yönde herhangi bir genelgesi olmamasına karşın az sayıda da olsa bazı imamların yanlış bir çaba içine girdiğini” açıklayarak bu iddiaları teyit etti ve DİTİB adına özür diledi. Almanya’da yaşanan bu tartışmaların ardından İçişleri Bakanlığı sözcüsü Johannes Dimroth, Türk devletinin DİTİB üzerindeki siyasi etkisinin son dönemde güçlü bir şekilde arttığı değerlendirmesinde bulunarak, bu nedenle DİTİB’in artık bir dini dernek olarak özerkliğinin sorgulanır hale geldiğini ifade etti.[19]
Bu tartışmalarla ilgili en dikkat çekici açıklaması ise, bu skandalın aslında bir provokasyon girişimi olabileceğini söyleyen Thomas de Maiziere’den geldi. Şöyle ki; MİT’in Almanya’da Fethullah Gülen yapılanmasına yakın olanlara yönelik istihbarat çalışması yaparak, imamların desteğiyle hazırladığı 300 kişilik bir listeyi Alman Dış İstihbarat Örgütü BND’ye vermesi akıllara ciddi soru işaretleri doğurdu. Bunun üzerine, İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere, Türkiye’nin Almanya’da istihbarat çalışması yaparak, hazırladığı Fetöcüler listesini Almanya’ya vermesinin provokasyon olabileceğini dile getirdi. Alman İçişleri Bakanı, MİT’in liste vermesini “Belki bizi bir şekilde kışkırtmayı, Türk-Alman ilişkilerini zora sokmayı amaçlamış olabilir” diye değerlendirdi. De Maiziere, Türk yetkililerin bir nezaket örneği olarak bu listeyi verdiğine inanmadığını ve Almanya’nın kendi toprakları üzerinde casusluk yapılmasına tahammül etmeyeceğini belirten Thomas de Maiziere, Federal Savcılık tarafından bu nedenle soruşturma başlatılmasını “olumlu” karşıladığını belirtti.[20]
Entegrasyon tartışmalarının Avrupa’daki Türklere yansımaları
Türkiye’den Avrupa’ya ilk kitlesel işçi göçlerinin başlamasına neden olan ve 31 Ekim 1961’de[21] imzalanan Türk-Alman İşçi Mübadelesi anlaşmasının üzerinden tam 56 yıl geçmesine rağmen, Türklerin Avrupa’daki entegrasyon (uyum) sorununun halen güncelliğini koruduğunu referandum sürecinde yeniden alevlenen tartışmalardan anlamak mümkün. Bu entegrasyon tartışmalarında özellikle (çoğunluğu Anadolu’nun kırsal bölgelerinden iş gücü olarak Avrupa’ya göç eden) Türkiye kökenliler gibi Müslüman kesimlerde muhafazakar/geleneksel toplum dokusunu koruyucu nitelikteki dinin ve dini kurumların ciddi bir işlevi söz konusudur.
Avrupa’da yaşayan özellikle ikinci ve üçüncü kuşak göçmenler üzerinde yapılan bazı araştırmalarda (dini bilgileri zayıf veya eksik olanlar dahil) büyük çoğunluğunun kimlik referanslarında dinin en baskın unsur olduğu görülmektedir. Bu anlamda Avrupa’daki camiler ve dini kurumlar göçmenlerin sosyo-kültürel kimliklerinin şekillenmesinde önemli bir yere sahiptir. Ayrıca muhafazakar kimlik oluşturma enstrümanı niteliğindeki camiler bir ibadethane işlevinin de ötesinde aynı zamanda sığınma yeri, öğrenci yurdu, kütüphane, spor kulübü, kantin, lokanta, berber, hamam, gibi birçok üniteyi de kapsayan cemaat içerisi sosyalleşme mekanlarıdır. Böylece camiler sosyalleşme odağı durumunda iken, bu camilerdeki din görevlileri de bir nevi sosyalleştirici misyonunu üstlenmişlerdir.[21]
Bu dini kurumların özellikle Müslüman göçmenlerin yaşadıkları ülkelere entegrasyonu açısından misyonu, Avrupalı siyasetçilerin de bugünlerde en fazla gündeme aldıkları konulardan birisi oldu. Avrupa ülkeleri göçle gelen çeşitliliği yönetmek için uygulamaya çalıştıkları çokkültürcülük politikası beklenen sonuçları doğurmayıp, bir yandan Avrupalılar arasında yabancı karşıtı ırkçı akımlar güçlenirken, bir yandan da ülkelerini de kapsayan küresel terörü tetikleyen aşırı dinci akımlar ikinci ve üçüncü kuşak göçmenler arasında bile yayılmaya başlayınca Avrupa ülkeleri göçmen politikalarında güvenliği ön plana aldıkları bir yaklaşım geliştirmeye başladılar. Özellikle Avrupa’da yükselişte olan aşırı sağcı politikacılar göçmen karşıtlığının popülizmi üzerinden ciddi oranlarda seçmen kazanmayı başarırken, siyasi rekabette avantaj elde etmek isteyen Avrupa’daki bazı merkez sağ partileri bile kendilerine benzettiler.
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de gerçekleşen ikiz kule saldırılarından sonra Müslümanlara karşı ciddi bir önyargı barındıran İslamofobi ABD’nin yanı sıra Avrupa genelinde de artarak devam eden bir ivme kazandı. Bu duruma bir çözüm bulmak için Türkiye’de AK Parti iktidarının da öncüleri arasında olduğu “Medeniyetler İttifakı” gibi projeler başlangıçta bir umut olarak görülmüştü, ama ömrü pek uzun sürmedi. Türkiye’de iktidarın AB uyum yasaları kapsamında kendilerine mayınsız alan açan gerekli anayasal değişiklikleri yapması ve devamında 2010 anayasa değişikliği referandumunun da kabul edilmesiyle beraber AK Parti’nin her alanda tam anlamda muktedir olması neticesinde Avrupa ile olan pragmatik yakınlık son buldu.[22] Gelinen süreçte, Türkiye, kurucuları arasında olduğu Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) kararı ile 2004 yılı öncesinde olduğu gibi çeşitli insan hakları ihlalleri ve hukuki sorunlar gerekçe gösterilerek yeniden denetim sürecine alınmasına karar verildi. Avrupa ile yaşanan bu kopuş kuşkusuz ki orada yaşayan gurbetçileri de bu gerilimli ilişkinin birinci dereceden etkilenen nesneleri haline getirdi.
Referandum sürecinde Türkiye ve Hollanda arasında yaşanan gerginliğin tarafları olan her iki ülkenin sağ iktidarlarının da bunun neticesinde seçimlerden istedikleri sonuçları alması, bu durumun siyasette ne denli kullanışlı bir araç olduğunu da gösterdi. Her iki ülkenin iktidarı siyaseten bu krizden avantajlı çıksa da aslında olan Avrupa’da yaşayan Türklere oldu. Bu krizde Türkiye’deki iktidarın yanında yer alan gurbetçiler, Avrupalı siyasetçiler tarafından ‘biz’den olmayanlar şeklinde kategorize edilip ayrımcı söylemlerin hedef noktası haline getirildiler.[23] Bu durumda milliyetçi ve dini söylemlerle tabanlarını konsolide eden sağcı akımlar Avrupa ve Türkiye siyasetinde bu durumdan bir güç devşirirken, yaşadıkları toplumla arasındaki mesafe açılan ve bir taraf olmak durumunda kalan gurbetçilerin uzun vadede bundan zarar görecek sonuçlarla karşılaşması yüksek bir ihtimal gibi gözükmektedir. Bu süreçte entegrasyon tartışmaları yeniden alevlenip, çifte vatandaşlıkların yasaklanması, buralarda oturum şartlarının ağırlaştırılması ve dini kurumların kontrol altına alınması gibi göçmenlerle ilgili daha sıkı politikaların gündeme gelmesine neden oldu. Bu durum sadece Avrupalılarla Türklerin arasında bir gerilim yaratmakla kalmayıp, yurt dışındaki Türkleri de (Türkiye’de olduğu gibi) iktidara yakın olanlar veya olmayanlar şeklinde ortadan ikiye ayırıp birbirlerinden uzaklaştıran bir sürece itti.
Ayrıca Türkiye’deki diyanete bağlı yürütülen din hizmetlerinin son zamanlarda iktidarla tamamen içice durumu ve görevlerini aşan faaliyetler gerçekleştirdiklerine dair gelen haberler bulundukları ülkelerde ciddi sıkıntılar yaşanmasına sebep olmaktadır. Buralarda Türkiye devletine bağlı olarak hizmet veren dini kurumların entegrasyon üzerindeki etkilerinin yanı sıra siyasallaşma boyutunda da ilk kez bu denli propagandist bir enstrümana dönüşmesi bu ülkelerde tüm dikkatleri üzerilerine çekmesine neden oldu. Avrupa ülkelerinin bir kısmında uygulanmaya başlayan, bir kısmında ise bir öneri olarak sunulan ve önümüzdeki günlerde uygulamaya geçmesi beklenen İslam yasalarıyla bundan sonraki süreçte dini kurumların sorumluluğunu bu ülkelerin alacağı öngörülmektedir. Fakat Avrupa’daki özellikle muhafazakar Türklerin buralardaki entegrasyon sorunu ele alınırken, dinin Müslüman göçmenler üzerindeki rolü iyi irdelenmeli ve bununla ilgili kurumlara dair öngörülen yasal tasarruflar tüm tarafların hassasiyetleri ve yaşanılan topluma adaptasyonun temel şartları göz önüne alınarak değerlendirilmelidir.
Özcan ÖĞÜT
KAYNAKLAR
[1] http://www.bbc.com/turkce/
[2] http://www.bbc.com/turkce/
[5] http://www.cumhuriyet.com.tr/
[7] http://www.dw.com/tr/alman-
[8] http://www.dw.com/tr/afd-evet%
[10] http://www.cumhuriyet.com.tr/
[11] http://www.perspektif.eu/2016/
[12] CHP Mersin Milletvekili Hüseyin Çamak’ın TBMM’de sözlü soru önergesi, “Diyanetin yurt dışındaki yapılanması”, (06.03.2016), https://www.youtube.com/watch?v=5zO7VNeKdFQ
[13] Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun TBMM’deki sözlü soru önergesine yanıtı. (06.03.2016), https://www.tbmm.gov.tr/
[14] http://www.dw.com/de/cdu-
[16] http://www.arti49.com/ozoguz-
[17] 30.03.2017, Elif Tunay Çot, Kişisel görüşme notları.
[18] http://haber.sol.org.tr/dunya/
[19] http://www.sozcu.com.tr/2017/
[21] http://www.sosyalarastirmalar.
[22] http://researchturkey.org/
[23] http://www.turkinfo.nl/avrupa-
Merhaba,
Kaynakçanızın 12. sıradaki youtube linki son bir harfi eksik girildiğinden bozuk çıkıyor. Doğrusu burada https://www.youtube.com/watch?v=5zO7VNeKdFQ
Saygılarımla.