Geçtiğimiz hafta yayınlanan 694 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de oldukça ilginç bir madde göze çarpmaktaydı ve bütün medya kuruluşları da bu değişikliğe ilgi göstermişti. KHK’nın 62. maddesinde, Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK) adıyla yeni bir istihbarat kurumu kurulduğu anlaşılıyordu. 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunda yapılan değişklikle, devletin istihbarat kurumları arasında koordinasyonu sağlama görevini üstlenecek yeni bir yapının oluşturulmak istendiği anlaşılıyor.[1]
Ayrıca yine aynı KHK ile, MİT Müsteşarı’nın sorumluluğu Başbakan’dan alınıp Cumhurbaşkanı’na devredilmiş durumda. Devletin ağırlık merkezinin içinde bulunduğumuz Türkiye şartlarında Cumhurbaşkanlığı olması dolayısıyla, bu madde hakkında söylenecek fazla bir şey bulunmuyor. Zira görünen köy kılavuz istemiyor. Fakat Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu hakkında söylenmesi gereken şeyler var. Herşeyden önce, kurul, Amerikan İstihbarat Toplumunun (Intelligence Community) koordinasyonunu sağlamak üzere oluşturulmuş Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’nü (DNI-Director of National Intelligence) andırmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu koordinasyonu sağlamak üzere bir kurumun kurulması, Amerikan İstihbarat Toplumu’nun kendi öz benliğinin getirdiği bir zorunluluktur. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri’nde, kara, hava ve deniz istihbaratı, Pentagon’a bağlı istihbarat birimleri, CIA ve FBI birlikte çalışan istihbarat birimleri gibi görünse de, aralarında yoğun rekabet olan birimlerdir. Kendi otonomilerini paylaşmayı asla kabul etmezler. Bu duruma bir tedbir olması için DIA kurulmuş olsa da, bugüne kadar başarılı olduğu söylenemez. Çünkü söylediğimiz gibi, bu istihbarat birimleri kendi otonomilerini bir üst kurula devretmeyi tahayyül bile edemiyorlar. Hala ABD’de askeri istihbarat 1947’de kurulan CIA’nin varlığına karşı değilse bile, ayrıcalıklı durumuna tahammül edemiyor.[2] Bu, elbette Amerikan istiharatının kendi iç sorunudur ve bu zaaftan yararlanmak isteyen devletlere de bir ipucudur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne baktığımızdaysa, bizde de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi olmasa da kurumların istihbarat birimleri arasında rekabet olduğu doğrudur. Fakat bu rekabet, kurumların ideolojik dizaynından ileri gelmektedir. Örneğin, Emniyet Teşkilatı doğrudan İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir kurum olduğu için, siyasiler açısından nüfuz edilmesi en kolay birim olarak görülmüş ve ilk elden buraya el atılmıştır. Jandarma Teşkilatı, kendi yapısal konumu nedeniyle ne tam bir ordu, ne de tam olarak asayiş işleriyle ilgilenen bir yapı olarak arada kalmış bir kurumdur. Özellikle 1990’lı yıllarda Jandarma içinde oluşturulan ve varlığı hala şaibeli olan, devletin resmi kayıtlarında bulunmayan fakat görgü tanıklarının böyle bir kurumun varlığı yönündeki beyanları olan JİTEM adlı örgüt, kamuoyunda sık sık tartışmalara neden olmuştur. Bu kurumun kurucusu olduğu iddia edilen Binbaşı Ahmet Cem Ersever’in 4 Kasım 1993’te Ankara’nın Elmadağ ilçesi çıkışında elleri ve ayakları bağlı ve kafasına iki adet kurşun sıkılmış vaziyette bulunması da şüpheleri artırmıştır. Böyle bir kurumun olması bile Türk İstihbaratı açısından sakat bir durumdur. Çünkü Genelkurmay’ın dahi kurumun varlığından haberdar olmadığı ve kurumun Jandarma içinde inisiyatif alınmak suretiyle kurulduğu iddia edilmektedir. Şimdi de Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlandığını düşünürsek, sonucu kestirmek zor olmayacaktır.
Oysa, istihbarat bir örgüt işidir. İstihbarat, bir milletin ve devletin bekesına yönelebilecek her türlü saldırı ve tehdidi önceden haber almak suretiyle bertaraf etme işidir. İstihbarat, bir ülkenin yaşamsal çıkarlarının gerçekleştirilmesi yolunda olabilecekleri önceden tahmin etme işidir. Bu iş yalnızca espiyonaj (casusluk) faaliyeti olarak da görülemez. Bu iş, aynı zamanda adanmış bir beyin takımı istemektedir. Çünkü espiyonaj faaliyetleri, ancak açık istihbaratın yetmediği yerlerde kullanılır. Fakat dünyanın her yerini ve özellikle büyük devletlerin attığı adımları izlemek, kaydetmek ve günü geldiğinde ortaya çıkarma işi olan açık istihbarat faaliyeti de, en az espiyonaj kadar yaşamsal öneme haizdir.[3]
Bu düşünceler ışığında, Türk İstihbaratı için umutvar olmak kanımca zor bir iştir. Herşeyden önce, Türk İstihbaratı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gereklerine göre yapılandırılmalıdır. Emperyal devletlerin istihbarat yapılarına öykünerek oluşturulan istihbarat sistemi ne yerli olabilir, ne de milli. Öykünülen Amerikan İstihbaratı ise, dünya çapında işlediği insanlık suçlarıyla ünlüdür. Özellikle 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra Amerikan İstihbaratı’nda köklü değişikler yaşanmıştır. Bu hadiseden sonra, ABD’de istihbarat adeta özelleştirilmiştir. İstihbarat birimlerinin ve özellikle CIA’nın bütçelerinde gerekli kanuni düzenlemeler yapılmış ve istihbarat birimlerinin hizmet alımı yoluyla özel kuruluşlara askeri ve istihbari görevler vermesinin önü açılmıştır. Örneğin, Irak’ın 2003’teki işgalinden sonra adı sık sık medya kuruluşlarında duyulan, Irak’ta işlediği onlarca insanlık suçu bulunan Blackwater şirketi bu şirketlerdendir. Öyle ki, Triple Canopy ve Blackwater gibi şirketlerin sağladığı istihbaratlar artık Başkan’ın günlük brifing dosyalarına kadar girmiştir.[4] ABD’ye öykünmenin sonu özelleştirmedir. İstihbaratın bile özelleşmesidir!
Şunu söylemek gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiçbir zaman emperyal bir devlet olmamıştır. Her zaman bir stratejiye sahip olmuştur; fakat diğer ülkelerin iç işlerine, hele ki ülkelerin siyasal sistemlerinin değişim süreçlerine asla müdahil olmamıştır. Bölgesinde söz sahibi olan Türkiye, gerektiğinde Kıbrıs’a, gerektiğinde Kardak’a ve gerektiğinde de Kuzey Irak’a operasyon yapma kabiliyetine sahip olmuş ve her zaman da kendisine düşmanlık yapanlara bunun bedelini ödemiştir. Türkiye, laik karakteriyle Orta Doğu’nun mezhebi problemlerinin de tarafı olmamış ve bu konuda birçok ülkeye örnek olmuştur. Türk Ordusu (TSK) da buna yönelik olarak dizayn edilmiştir. Fakat Türk istihbaratı için aynı şeyleri söylememiz mümkün değildir. İsmet Paşa döneminde SSCB’nin Kars ve Ardahan’ı resmi olarak değilse bile şifahen istemesi[5], Türkiye Cumhuriyeti’ni o dönem NATO’ya yanaştırmıştır. Demokrat Parti döneminde de aynı eğilim artarak devam etmiş, fakat Türkiye NATO’nun eşit bir ortağı değil, adeta bir sınır karakolu ve SSCB saldırısı durumunda 2-3 milyon şehit vererek onu yavaşlatacak bir baraj olarak görülmüştür. Daha fenası, sonradan Başbakan Ecevit’in varlığından haberdar olduğu adına Özel Harp Dairesi denilen yapının ülkeye kök salması olmuştur. Yerleşen Amerikancı gizli ve derin yapılar, Türk istihbaratını da Amerikan çıkarları için düzenlemişlerdir. Daha geçen sene yaşadığımız 15 Temmuz iç savaş denemesi, kanımca bunlardan bağımsız olarak değerlendirilemez. FETÖ, bir el değil, eldivendir. Elin sahibi yaşlı bir vaiz değil, Amerikan müesses nizamıdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkiye’de istihbarat sorunu kurumsal değil, yapılsaldır. O yapısal sorun, bağımsız bir istihbaratımızın olmayışıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, taşıma istihbaratla yönetilemez. İrini kökünden kesip atmadan, FETÖ tipi dış kaynaklı cuntaların oluşması engellenemez. O irini kesip atabilmek için de, milli bir istihbarat gereklidir. Elbette bu, ABD düşmanlığı demek de değildir; önemli olan, milli çıkarlar doğrultusunda müttefik ülkelerle işbirlikleri ve dostane ilişkiler kurabilmektir.
Onur BİGAÇ
[1] 694 sayılı KHK, 62. Madde.
[2] Sait Yılmaz, “Amerikan İstihbaratı-2014”, Ümit Özdağ (editör) İstihbarat Örgütleri CIA- KGB- MOSSAD- MI6- BND- VEVAK- ÇİN, ss. 7-24, Ankara, Haziran 2016.
[3] Ümit Özdağ, İstihbarat Teorisi, 11. Bs., Ankara, Haziran 2016, s. 39.
[4] http://www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2013/03/04/6890/ozellesen-amerikan-istihbarati.
[5] http://odatv.com/stalinin-turkiyeden-toprak-istedigi-dogru-2809151200.html.