Geçtiğimiz Pazar günü akşam saatlerinde ABD Ankara Büyükelçiliği’nden yapılan bir açıklama ile Türkiye’deki tüm Amerikan diplomatik misyon temsilciliklerinde Türkiye’den yapılacak -göçmenlik amaçlı olmayan- vize başvurularının askıya alındığı duyuruldu. Aynı gece Washington Ankara Büyükelçiliğimizden hemen hemen aynı cümlelerle ABD’deki Amerikan vatandaşlarının Türkiye için alacakları vizelerin de askıya alındığı duyuruldu. Olay henüz çok yeni ve Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da dün akşam saatlerinde Ukrayna’da çok kısa bir açıklama yaparak mütekabiliyet esasına vurgu yaptı.
Yazının başlığını bilahassa seçtim; çünkü dün akşamdan beri özellikle sosyal medyada bir anti-emperyalizm tartışması başladı. Öyleyse nacizane bir anti-emperyalizm çerçevesi çizmek ve meseleye çok boyutlu olarak yaklaşarak başlayalım. Emperyalizm kavramı koloniciliğin çocuğu olarak 20. yüzyılda ortaya çıkmış bir hadisedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi sanayilerine kaynak bulmak amacıyla gelişmemiş ya da üçüncü dünya ülkeleri diye adlandırılan ülkeleri iktisadi, siyasi ve kültürel tahakküm altına alması sürecine emperyalizm denir. Bu süreç, çoğu ülkede ulusal kurtuluş savaşlarına yol açmış ve bu ülkelerde yurtseverlik, milliyetçilik ve yer yer de sosyalizm harmanlı yeni rejimlerin kurulmasına yol açmıştır. Öyleyse, kapitalizm ve emperyalizm kavramları adeta iç içe geçmiş kavramlardır.
Milliyetçilik düşüncesi bir burjuva ideolojisi olarak ortaya çıkmışsa da, birçok ülkede ulusal kurtuluş savaşları, milliyetçi slogan ve motivasyonlarla yürütülmüş, bu milliyetçiliğe kaynaklarının yabancı güçler tarafından sömürülmesine bir itiraz olarak ortaya çıkan sol eğilimler eşlik etmiştir. Öyleyse yurtsever ve dışlayıcı olmayan bir milliyetçilik ile kamucu, toplumcu ve sol değerler bir arada durabilir. Bunun örnekleri sayısızdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün halkçılık, devletçilik ve devrimcilik akımları doğrudan bizim en fazla üzerinde durmamız gereken örnektir. Bunlara Meksika’da 20. yüzyılın ilk yıllarında yaşanan devrimler serisini, Yugoslavya’da Tito iktidarı boyunda, Mısır’da Cemal Abdül Nasır iktidarı boyunca ve Venezuela’da Hugo Chavez ile başlayıp bugüne kadar gelen süreci örnek vermemizde bir sakında bulunmamaktadır. Öyleyse anti-emperyalist olmanın ilk kuralı, halkçı, kamucu ve devrimci olmaktır. Bu konu Türkiye’de de çokça tartışılmıştır. Büyük üstad Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni kitabında Milli Devrimci Kalkınma Yolu’nu şöyle açıklamaktadır:
Türkiye’nin Düzeni: Dün Bugün Yarın
“Bu model ana çizgileriyle şöyle özetlenebilir:
1-) Kamu sektörü ekonomide daima bir yere sahiptir. Kamu sektörünün büyüme hızı, özel sektörün büyüme hızından daha yüksektir. Böylece kamu sektörü giderek bütün ekonomide daha egemen duruma gelmektedir.
2-) Stratejik nitelikteki belli üretim kolları devletin elindedir. Bu faaliyetlerde kamu sektörü egemenliği en kısa zamanda gerçekleştirilmelidir.
3-) Birinci ve ikinci şıklar sonucu tekelci karakterdeki yerli ve yabancı sermayenin faaliyet alanı daraltılmaktadır.
4-) Ortaçağ kalıntısı sınıfların tasfiyesi ve tarımın kalkınmada gerekli rolü oynayabilmesi için, köklü bir toprak reformu zorunludur.
5-) Temel sanayilerin kurulmasına öncelik veren ve esas itibariyle kamu sektörüne dayanan planlı sanayileşme, ülkenin kalkınmasını gerçekleştirmek ve ekonomik bağımsızlığını sağlam temellere oturtmak amacını gütmektedir.
6-) Kaynakların hem mali, hem de fiziki planlamasını öngören şümullü (geniş kapsamlı) ve gerçekleştirilmesi zorunlu bir plan, bu tip kalkınmanın vazgeçilmez aracıdır.“[1]
Buradan hareketle, bir iktidarın ve siyasi partinin anti-emperyalizm turnusolu kamuculuktur. Aksi halde, daha fazla kâr için toprağın, ırmakların ve yeşil alanların, insan emeğinin yağmanlanması süreci bizi beklemektedir. Anti-emperyalist olmanın bana göre ikinci kriteri aklı ve bilimi esas alan bir dünya görüşüdür. Akıl ve bilim, baş tacı edildiği memleketlere refah, özgürlük ve mutluluk getirmiştir. Akıl ve bilimin bir ülkede sağlıklı işleyebilmesi ve o ülkeyi medenileştirmesi için olmazsa olmaz şart laikliktir. Laiklik, bir ülkede bilimsel eğitim, özgür üniversite ve aydınlık nesillerin teminatıdır. Akılcı yetişen nesiller ülkesinin bağımsızlığı, refahı ve mutluluğu için uğraşacak, insanları inançları ya da aidiyetleri üzerinden hedef almayacaktır.
Bu son söylediğimizle üçüncü kritere değinmiş oluyoruz. Anti-emperyalist olmanın üçüncü ve en önemli kuralı halkı dil, din, mezhep ve ırk ayırmaksızın bir bütün halinde tutabilme kabiliyetidir. Bu konuda en parlak örneklerden biri Josip Broz Tito olsa gerek… Halkını ayrıştıran iktidarlar cephe gerisini zayıflatacak, bu da halkın ulusal moralini düşürecek ve ülkenin her türlü manipülasyon, psikolojik harp hatta fiili işgallere açık hale gelmesini sağlayacaktır. Böyle durumlarda beşinci kol faaliyetleri halkın direncini zayıflatacaktır. Öyleyse kapsayı ve bütünleştirici bir dil anti-emperyalizmin olmazsa olmaz koşullarındandır.
Bir de hangi durumlar anti-emperyalist tutumla bağdaşmaz buna bakmak gerek. Her şeyden önce, büyük emperyal güçlerle uluslararası nezaket kuralları ve barışçıl yaşama isteği dışında müttefiklik derecesine varan yakın ilişkiler anti-emperyalist tutumla bağdaşmaz. Hele bunların desteği ile iktidarını sürdürmek asla bağdaşmaz. Önemli ve stratejik kurumları özelleştirmek anti-emperyalizmle bağdaşmamaktadır. Çünkü halkçı düşünceye göre, devletin mülkiyetinde olan halkın mülkiyetindedir ve yukarıda da belirttiğimiz gibi halkın mülkiyetine göz dikenlerden anti-emperyalizm beklemek yanlış pozisyon almak demek olacaktır.
Anlık ve kişisel çıkarlar için emperyalist güçler karşından manevra alanı açmaya çalışmak da zannedersem anti-emperyalist tutumla bağdaşmaz. Zaten anti-emperyalistler her şart altında siyasi, iktisadi ve kültürel emperyalizmin karşısında olmuştur. Yani pozisyon bellidir. Bu pozisyon günlük siyasi manevralara kurban edilemez. Bu pozisyona yeni geldiğini iddia edenlere “hoşgeldin” deriz.
Son olarak, bence bugün Türkiye’de en büyük anti-emperyalist, bağımsızlıkçı ve halkçı tutum Mustafa Kemal Atatürk’ü savunmaktır.
Onur BİGAÇ
[1] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın, İstanbul, 2015, s. 700.