Giriş
Yale Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler tarihi, ekonomik güç ve büyük stratejiler üzerine uzmanlaşmış bir İngiliz tarihçi olan Paul Kennedy (1945-)[1], dünya tarihini ekonomik, teknolojik ve askeri parametreler üzerinden incelediği The Rise and Fall of the Great Powers (1987) adlı kitabıyla[2] dünya çapında şöhrete kavuşmuş ve büyük ses getirmiş önemli bir sosyal bilimcidir. Kennedy’nin bu ünlü eseri, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri adıyla yıllar önce Türkçe’ye de çevrilmiş[3] ve Türk entelektüelleri arasında bir dönem popüler olmuştur. Kennedy, bu kitabının da etkisiyle 2001 yılında Britanya İmparatorluk Nişanı Komutanı yapılmış ve 2003 yılında British Academy’nin üyesi olarak seçilmiştir. 23 dile çevrilen bu eserinde, Kennedy, 1500 yılından günümüze değin, ekonomik gelişmişlik, teknolojik ilerleme ve askeri gücün başat (hâkim-dominant) ulusların yükselişi ve çöküşüyle yüksek oranda ilişkisi olduğunu savunmuştur. Yine bu eserinde, Kennedy, derinleşen stratejik yaklaşımların askeri harcamaların artmasına sebep olduğunu ve bunun sonucunda ülke ekonomilerine aşırı sorumluluk yüklendiğini, dolayısıyla uzun vadede bu durumun gerilemeyi getirebileceğini göstermiştir. Kennedy’nin, daha önce İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere ve Almanya’yı etkilemiş olan tarihsel dinamiklerle o dönemde Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin karşı karşıya kaldığını öne sürdüğü bu eseri, karar alıcıların da dahil olduğu geniş ve etkili bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Ancak Kennedy’nin kitabı, Soğuk Savaş’ın beklenmedik ve ani bitişiyle birlikte gözden düşmüş ve unutulmuştur. Yine de, gerek metodoloji, gerekse geleceğe yönelik öngörüler bağlamında bu kitabı hatırlamakta büyük fayda vardır. Nitekim bu yazıda, bu kitabın 21. yüzyıl dünya sistemine ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin geleceğine dair bazı öngörülerde bulunulan son bölümü “To the Twenty-First Century” (21. Yüzyıla) bölümü özetlenecektir.
Paul Kennedy
Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri: Ana Tezler
Kennedy, kitabının son bölümüne, gelecek hakkında yorum yapar ve öngörülerde bulunurken, geçmişteki olaylar hakkında yorum yapılır gibi kesin konuşulamayacağını belirterek başlamakta ve metodolojik zorluklara dikkat çekmektedir. Zira gelecek hakkında, ancak ve ancak, günümüzde ortaya çıkan ekonomik ve siyasi trendlere dayalı olarak oluşturulan modeller doğrultusunda konuşulabilir ve tahmin yapılabilir. Ancak bunların da bir kesinliği yoktur; zira sistemde her zaman beklenmedik durumlar ve kazalar yaşanabilir. Bu bölümde, Kennedy, gelecek adına doğru tahminlerde bulunabilmek adına, öncelikle kitapta ileri sürdüğü temel tezleri özetlemektedir.
– Ekonomik ve teknolojik gelişmeler, devletlerin (ulusların) yükseliş ve çöküşlerinde ve küresel sistemin değişim-dönüşümünde en temel faktördür. Ancak değişim hızı ve kapsamı, tarihin farklı dönemlerinde ve farklı uluslar açısından birbirinden değişik sonuçlar üretmektedir. Dahası, Rönesans, Aydınlanma ve Endüstri Devrimi dönemlerinde olduğu gibi, entelektüel dönüşümler de toplumların ilerleme veya gerilemelerine doğrudan etkide bulunabilir.
– Ekonomik büyüme ve askeri gelişmişlik arasında doğrudan bir ilişki vardır. Zenginleşen devletler, tarih boyunca askeri açıdan da modernleşmeye ve gelişmeye başlamışlardır. Bu nedenle, stratejik konumlanmada, askeri güç ve ekonomik güç devletlere birlikte etkide bulunurlar. Ancak ekonomik gücün askeri güce etkisi her zaman ve hemen olmayabilir. Coğrafi faktörler, taktiksel yeterlilik, milli maneviyat ve liderlik gibi unsurlar da bu noktada etkilidir. Yine de, prensip genel itibariyle doğrudur; tarih boyunca askeri açıdan öne çıkan ve savaşları kazanan devletler, daima en fazla maddi kaynağa sahip olan devletler olmuşlardır.
The Rise and Fall of the Great Powers
21. Yüzyıl Öngörüleri
Bu iki ilkeden yola çıkarak spekülatif bir tahmin yapılacak olursa, 500 yıldır devam eden bu sistemin 21. yüzyılda da devam edeceğini öngörmek mümkündür. Dolayısıyla, gelecekte de egemen ulus-devletlerin anarşik uluslararası düzen içerisinde ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edeceklerini beklemek gerekir. Ancak geçmişe göre daha farklı olan bir unsur, günümüzde küresel ekonomi içerisinde üretim ve ticaretin çok hızlı bir şekilde değişebilmesi ve dönüşebilmesidir. Yeni teknolojiler (bilgisayar, internet, robotik, biyoteknoloji vs.), demografi ve çevrecilik hareketleri de bu bağlamda etkili olacak faktörlerdir. Bunların yanı sıra, değişimin hızı da bölgeden bölgeye ve ülkeden ülkeye farklılık gösterecektir. İngiliz tarihçiye göre, 21. yüzyıl, Asya-Pasifik bölgesinin yükselişine tanıklık edecektir. Zira bu bölge, çok geniş ve gelişmeye açıktır. Ekonomik açıdan gelişmiş Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanında, büyük bir güç olmaya aday dev Çin Halk Cumhuriyeti ile birlikte Tayvan, Güney Kore, Hong Kong ve Singapur gibi gelişmekte olan aktörleri de bu bağlamda dikkate almak gerekir. Hatta Malezya, Endonezya, Tayland ve Filipinler gibi ASEAN ülkeleri ve ABD ile Kanada’yı da Pasifik bölgesinde etkili güçler olarak görmek gerekir. Ayrıca Pasifik bölgesi, zaten 21. yüzyıl öncesinde de istikrarlı bir şekilde yükselmekteydi. Nitekim 1960’da dünyadaki toplam gayrisafi milli hasılanın yüzde 7,8’ini üreten Pasifik, 1982’ye gelindiğinde yüzde 16,4 oranına ulaşmayı başarmıştır. 2000 yılına gelindiğinde, Pasifik devletlerinin küresel ekonomideki payının yüzde 20’ye ulaşmasını beklemek yazara göre makul bir yaklaşımdır. Yazar, daha sonra bu bölümde bazı altbaşlıklarla 21. yüzyıl dünya siyasetinde etkili olabilecek trendleri sıralamakta ve bu noktada ilk olarak Çin’in yükselişine (China’s Balancing Act – Çin’in Dengeleyici Hamlesi) dikkat çekmektedir.
Çin’in Dengeleyici Hamlesi
Çin, yazara göre (kitap 1980’lerin sonlarında yazılmıştır), Mao Zedong mirasının da etkisiyle uluslararası siyasette izole edilmiş ve kendisinin diğer büyük devletlerce çevrelendiği düşüncesine sahip olan bir devlettir. İlk olarak, Japonya’nın geçmişte uyguladığı yayılmacı siyaset, Çinlilerin zihninden hiç silinmemiş bir konudur. ABD ile ilişkiler de, 1970’lerden beri istikrarlı bir şekilde gelişse de, her zaman şüpheci temeller üzerinde ilerlemiştir. Tayvan ve Asya’daki adalarla ilgili sorunlar da bu bağlamda Çin’in dış politika algılamasında önemli konulardır. Pekin’in Hindistan ile ilişkileri de, -bu ülkenin Pakistan ve Sovyet Rusya ile ilişkileri nedeniyle- daima mesafeli olmuştur. Sovyet Rusya ise, Pekin açısından o dönemde en önemli tehlike kaynağıdır; zira Moskova, Çin sınırındaki büyük askeri birlikleri ve Afganistan işgali ya da Vietnam’a verdiği destekte gösterdiği gibi askeri yayılmacılık hamleleriyle, Pekin için her zaman risk teşkil edebilir. Üstelik 1960’lardan itibaren Çin-Sovyet ilişkileri hızla bozulmuştur (Sino-Soviet Split). Ayrıca Çin Halk Kurtuluş Ordusu, o yıllarda henüz silah teknolojisi ve kapasitesi açısından rakiplerine göre çok geridedir. Mao döneminde orduda profesyonel askerler yerine köylü militanların tercih edilmesi nedeniyle, Çinli askerlerin dövüş yetenekleri de henüz rakipleri düzeyinde gelişmemiştir. 1979 sınır savaşında iyi eğitimli Vietnamlıların onbinlerce Çinli askeri öldürmesi, bunun en somut kanıtıdır. Çin’in o yıllardaki kişi başına düşen gayrisafi milli hâsıla düzeyi de 500 $ gibi çok düşük bir seviyededir. Oysa bu durum, gelişmiş Batı ülkelerinde 13.000 $, Sovyet Rusya’da ise 5.000 $ düzeyindedir. O dönemde 1 milyar olan nüfusunun 2000’lerde 1,2 veya 1,3 milyar olması beklenen Çin, Kennedy’ye göre gelecek yüzyılda da halkı diğer ülkelere kıyasla fakir kalacak bir devlet olacaktır. Bu kadar büyük ve kalabalık bir devleti yönetmenin ve ekonomik büyümeyi sağlamanın zorlukları da, Çinli karar alıcıları -en esnek ve zeki yönetime sahip olsalar bile- zorlayacaktır.
Time dergisinin kapağında Deng Xiaoping
Tüm sorunlara rağmen, yazar Paul Kennedy’ye göre, Çin’in son 6-8 yılda geçirdiği dönüşüm ve gelişim etkileyicidir. Bu bağlamda, Deng Xiaoping’in liderliği, ilerleyen yıllarda tarihçiler tarafından Fransa’daki Colbert, Prusya’daki Büyük Friedrich veya Japonya’daki Meiji dönemi sonrasına benzetilebilir. Zira bu dönemde, Çin, tüm pragmatik unsurları kullanarak gücünü arttırmaya çalışmış ve yatırımcılığı ve girişimciliği teşvik eden bir çizgiye evrilmiştir. Devletçi bir sistem içerisinde bunu yapabilmek ise, ancak konuları birbiriyle koordineli olarak düşünebilen yetenekli bir hükümetin başarabileceği bir şeydir. Ordunun küçültülmesi (4,2 milyondan 3 milyona), yeni üniformaların kabulü ve askeri rütbelerin iadesi (Mao döneminde burjuva anlayışını yücelttiği gerekçesiyle iptal edilmiştir), bu açıdan doğru ve yerinde girişimlerdir. Bunların sonrasında, konskripsiyon sistemine dayalı orduda profesyonelleşme ve askeri teçhizat açısından modernleşme Çin Ordusu için gerekli adımlardır. Çin’in Mao döneminde başlatılan nükleer programını Deng döneminde başarıyla tamamlaması da bu açıdan çok önemli bir gelişmedir. Yani Çin, askeri açıdan 21. yüzyılda bir süper güç olmaya aday iddialı bir ülkedir.
Ekonomik açıdan da Çin açısından işler iyi gitmektedir. Çin, komünizm öncesinde de zaten dünyanın en önemli üretim merkezlerinden biri durumundaydı. Komünist rejim içerisinde ulusal birlik ve devlet bütünlüğünün sağlanmasıyla, üretim, zaman zaman komünist rejimin yaptığı hatalar nedeniyle oluşan arızalara karşın, istikrarlı bir şekilde artmıştır. 1952’den 1980’lerin sonuna kadar geçen döneme bakıldığında, Çin’in endüstriyel üretimi her sene ortalama yüzde 10, tarımsal üretimi ise yüzde 3 civarında artmıştır. Gayrisafi yurtiçi hasılanın ortalama artış seviyesi ise yüzde 5-6 düzeyindedir. Singapur ve Tayvan gibi ihracat odaklı ülkelerle kıyaslandığında bu rakamlar çok etkileyici bulunmasa da, Çin gibi devasa nüfuslu bir ülke için bunu başarabilmek Kennedy’ye göre çok önemli bir başarıdır. Üstelik Çin’in bu ortalamayı yakalarken yaşadığı ve Mao döneminde gerçekleşmiş birçok başarısız politika girişimi de (Büyük İleri Atılım ve Büyük Kültür Devrimi gibi) olmuştur. Dolayısıyla, Deng dönemi ortalamasına bakılırsa, tarımda ortalama yüzde 8 ve endüstride ortalama yüzde 12 büyüme gibi göz alıcı rakamlar yakalandığı görülecektir. Gelecek yıllarda da, yazar, Çin’in yüzde 7,5 ve üzerinde bir hızla büyüyebileceğini öngörmektedir. Ayrıca Deng’in askeri harcamaları çok yükseltmeme tercihi de Çin’in ekonomik büyümesinde kilit bir rol oynamıştır; Deng, ordu modernleşmesini tarım, endüstri ve bilimden sonra bütçede en çok pay ayrılan konular arasında dördüncü sıraya koymuş ve bu sayede diğer alanlarda kalkınmaya kaynak yaratabilmiştir. Yakın gelecekte bu pozitif gidişatı bozabilecek unsurlar ise, Sovyetler Birliği ile yaşanabilecek olası bir savaş ve Büyük Kültür Devrimi dönemine benzer şekilde içeride yaşanabilecek olan istikrarsızlık süreçleridir.
Paul Kennedy, Çin’le ilgili öngörülerini 3 noktaya dikkat çekerek tamamlamaktadır. Birincisi, Çin’in ekonomik büyümesini sürdürmesi ve dünyanın en büyük ekonomilerinden ve dış ticaret merkezlerinden biri olması durumunda (ki bu çoktan olmuştur), bu ülkenin yeni bir Japonya ya da Batı Almanya olmasını beklememek gerektiğidir. Yazara göre, emek yoğun tarım sektörü, devasa nüfusu ve farklı tipte ekonomisiyle, Çin, Japonya, Almanya ya da bazı Asya ülkeleri gibi asla sadece bir ticaret devleti (trading state) olamaz. İkincisi, Mao döneminden farklı olarak, Deng Xiaoping’in Çin’i, ekonomik gelişimini barışla özdeşleşmiş bir devlettir. Ekonomik gelişimi önceleyen Pekin, bu nedenle siyasal sorunların askeri yöntemlerle çözülmesine karşıdır ve sorun yaşadığı devletlerle bile çatışmaya girmekten kaçınmaktadır. Buna karşın, Çin, kendi iç ve dış politikasında bağımsız olma isteğinden vazgeçmemiştir. Üçüncü ve sonuncu önemli tespit ise, Çin’in gelecekte askeri açıdan bir “hafif sıklet” olmayı tercih etmeyecek olmasıdır. Kennedy’ye göre; günümüzde ekonomik açıdan gelişimi ön planda tutsalar da, gelecekte, Çinli Generaller ve devlet adamları için askeri alanda atılım yapmak düşüncesi daha cazip hale gelebilecektir.
Sonuç
Sonuç olarak, Paul Kennedy’nin 30 yıl önce yaptığı Çin’le ilgili tahminlerinin büyük ölçüde doğru çıktığını söylemek mümkündür. Zira Çin, günümüzde küresel ekonomik liderliği ABD’den devralma aşamasında olan çok önemli bir uluslararası güç haline gelmiştir. Çin, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kurduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) vasıtasıyla, kendisine sorun teşkil edebilecek sınır sorunlarını barışçıl yollarla çözmek ve komşu ülkelerle birlikte hareket etmek yolunda çok önemli ve akılcı bir hamle yapmış ve istikrarını sağlamıştır. Yine Çin, Hong Kong konusunu sorunsuz bir şekilde çözüme bağlamış ve “tek devlet, iki sistem” modeli doğrultusunda bu bölgeyi topraklarına katmıştır. Tayvan konusunda da, Pekin, ekonomik entegrasyon modeliyle akılcı adımlar atmakta ve bu ülkeyi orta ve uzun vadede kendisine bağlamayı planlamaktadır. Güney Çin Denizi’ndeki tartışmalı adalar konusundaysa, Pekin, şimdiye kadar askeri cepheleşme politikalarına yönelmemiş ve sorunları en azından “çözümsüz ama aynı zamanda çatışmasız” durumda bırakabilmeyi başarmıştır. Bunlar, Çin’in ekonomiyi temel alan barışçıl yükselişi konusunda olumlu hamlelerdir. Ancak son dönemde Çin’in askeri harcamalarını arttırması, hem diğer bazı ülkelerde soru işaretleri yaratmaya başlamış, hem de orta vadede Çin’in ekonomik istikrarını bozabilecek bir gelişme olarak dikkat çekmiştir.[4] Bu konuda Pekin’in stratejisinin ne olduğunu zaman gösterecektir. Ancak Çin’in askeri politikalara yönelmesi, komşu devletler nezdinde olumsuz algılanmasına neden olabilecek ve Yeni İpek Yolu Projesi gibi büyük ticaret projelerini de sekteye uğratabilecektir. Bu nedenle, Çin’in askeri modernleşmesi konusunda kesin hüküm vermek için henüz erkendir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Paul_Kennedy.
[2] Buradan satın alınabilir; https://www.amazon.com/Rise-Fall-Great-Powers/dp/0679720197.
[3] Buradan alabilirsiniz; http://www.kitapyurdu.com/kitap/buyuk-guclerin-yukselis-ve-cokusleri/14216.html.
[4] Bakınız; http://www.bbc.com/news/world-asia-china-39165080.