Siyasal ve toplumsal olgular, olaylar ve gelişmeler, medya sisteminde “haberleşirken” ister istemez yeniden kurgulanırlar. Bu, bir bakıma iletişim sarmalının vazgeçilmez açıklamalarından biridir. Küresel ve ulusal haber kaynaklarından alınan verilerin kamuoyunda nasıl işlendiği, başlı başına bir bilim alanının konusudur.
Ülkemiz, Ocak 2018’den beri Afrin’de askeri bir operasyon yürütüyor. Öncelikle bunun nedenleri üzerinde durmak gerekirken, kamuoyundaki tartışmalar, hamasi nutuklar ve agresif tenkitlerden öteye gidemiyor. Tane tane anlatmak gerekirse, Türkiye, Afrin’de bir “işgal” hareketi yürütmüyor; 2016 Eylül ayında Fırat Kalkanı Operasyonu’yla başlayan bir strateji sürdürülmeye çalışılıyor. Şöyle ki, 2011 Mart ayından beri Suriye’de yaşanan kaosta, Beşar Esad, özellikle Suriye’nin kuzeyini, PYD/PKK ve onun silahlı gücü YPG adlı terör gruplarına terk etti. Hafız Esad döneminden beri kendi Kürtlerine “vatandaşlık” dahi vermeyen BAAS rejimi, Suriye karıştıktan sonra, neredeyse PYD/PKK’ya otonom bir alan ya da boşluk bahşetti. Peki, PKK/PYD, uluslararası alanda, ne ile meşrulaştırılmaya çalışıldı? IŞİD ile… IŞİD’i kuran, ABD Başkanı Donald Trump’a göre ABD eski Başkanı Barack Obama. Bu, seçim kampanyasının heyecanıyla söylenmiş bir söz olarak geçiştirilemez. Belki de bu söz, şöyle anlamlı bir bütüne dönüştürülebilir; IŞİD, Obama’nın sessiz kalmak zorunda olduğu ABD müesses nizamının tehlikeli bir tasarrufu olarak da nitelenebilir. ABD, bu yolla hem Suriye’ye yerleşmiş, hem de PYD/PKK’yı kendi adına, kendisinin yarattığı IŞİD’le “savaşma” adına vekil güç tayin etmiştir.
Peki, Rusya’nın “Suriye stratejisi” nedir? Amiyane tabiriyle, Rusya, “Esad”ı yedirmemiş”, bu sayede kara, hava ve deniz güçleriyle Suriye’de tahkim yapmış, öte yandan Esad-İran müttefikliğiyle bölgede tayin edici bir çerçeve kazanmıştır. SSCB dönemindeki Tartus’taki deniz üssünü 2008’den, yani Suriye kaosu başlamadan 3 yıl önce yenilemeye başlayan Rusya, Çarlık döneminden bu yana vazgeçmediği “sıcak denizlere inme” hedefini adım adım gerçekleştirirken, artık Doğu Akdeniz’de, buradaki petrol ve doğalgaz yataklarında ve diğer politik-ekonomik konularda söz sahibi olmuştur.
İran ise, yukarıda söz ettiğimiz denklemde, hem bölgesel müttefiki Esad’ı güçlendirir ve kalıcı hale getirirken, Lübnan’daki yapılanması Hizbullah ve Devrim Muhafızları’nın seçkin birlikleri Kasım Süleymani komutasında, Suriye’deki varlığını daha da pekiştirmiş, bu sayede bölgesel siyasaları ve Doğu Akdeniz hedeflerinde avantajlı duruma geçmiştir.
Türkiye’nin konumu ve politikaları, 2011 itibarıyla “Esad’ı devirme” ısrarına dayandığından, bölgedeki gelişmelere karşı, hesap hatalarıyla pekişen çelişkileri içinde eleştirilmiştir. Ancak Avrupa ülkeleri ve Batı’nın görmezden geldiği “mülteci” konusunda, Ankara, sayıları 3 milyonu aştığı tahmin edilen Suriyelilere kucak açmış, ama Suriye içindeki küresel ve bölgesel güçler, bu güçlerin terör uzantıları ve çeşitli örgütlere karşı, deyim yerindeyse “hazırlıksız” yakalanmıştır. Suriye içindeki hemen her cihadçı grubu IŞİD zanneden Batıcı ezberler bir tarafa, “Emevi Camii’nde namaz kılma” hırsları, Orta Doğu’da her an gelişen ve değişen kırılgan ittifaklar, ülkemizin karşısında zor bir “bilanço” yaratmıştır.
Siyasal eleştiriler elbette yapılacak, gerçekler sergilenecek, tartışmalar sürecektir. Ne var ki, Türkiye’nin karşısında oluşan PYD/PKK koridoru, terör antitesi gerçeklilği durumunda, “geçmişte yapılan hatalar ve bugün” tartışması, belki başka bir zaman diliminin konusudur. Zira, Türkiye’nin böyle bir “terör otonomisi” ile komşu olması kabul edilemez bir durumdur. Bu durumda, değindiğimiz üzere, Fırat Kalkanı Harekatı’ndaki adımları tamamlamak bağlamında, Ocak 2018’de başlayan Afrin Operasyonu, Hatay, Kilis, Fırat Kalkanı Bölgesi ve İdlib arasında kalan “terör adacığı”nı sona erdirmek üzere meşru bir müdafaa hareketidir. Ancak en önemli tartışma konularından biri, Fırat Kalkanı bölgesiyle komşu olan, Fırat’ın batısına geçmiş, Menbiç’te ABD askerleriyle beraber konuşlanan PYD/PKK teröristleridir. Aslında Kobani ve Cizire’ye yani Irak sınırına uzanan bir “terör koridoru”nun Afrin dışındaki varlığı da, halihazırda risk teşkil etmektedir. Türkiye’nin Afrin sonrasında, bu alanlardaki olası hareketliliğine karşı ABD askeri yapılanması engel teşkil etmektedir. Öte yandan, İdlib’den Afrin’e yönelen –Suriye Ordusu değil- Esad milislerinin Afrin’e girişini “bayram” havasında veren bazı medya ve sosyal medya odakları, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin caydırıcı top ateşini ve milislerin geri çekilişine yer vermemektedir.
Buradan hareketle, toplumsal-siyasal bağlamda halen sürdürülen “kutuplaşma”, ülke içinde birlik yaratamamakta, siyasal etiketler kimi zaman ülkemizin en meşru hareketini gölgelemektedir. Oysa sadece PKK/PYD değil, IŞİD’den FETÖ’ye uzanan terör grupları, kimi zaman koordineli, kimi zaman paslaşarak, bölgedeki “düzenli devlet” özelliğini taşıyan sayılı devletlerden birini, Atatürk’ün mirasını ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Asimetrik yapılanmalar, sınırları anlamsız hale getiren nüfus hareketleri, Afganistan-Pakistan sarmalına dönüşme olasılıkları, tehditkar bir ortamı beslemektedir. O yüzden “beka” denildiği zaman dudak bükenler, bir “var oluş” sorununun tetiklendiğini görmezden gelmektedir. PKK terör başı Abdullah Öcalan, Suriye’den 1998 Eylül’ünde ayrılmak zorunda kalınca, Suriye istihbaratı El Muhaberat tarafından kurulmasına olanak sağlanan PYD, PKK terörünün Suriye’deki uzantısıdır. Terör örgütünün PKK/PYD/PJAK zemininde üst koordinasyon kabul ettiği KCK terörünün, Türkiye’deki siyasi yandaşı HDP aracılığıyla ortaya koyduğu belediyelerdeki “özyönetim” anlayışı, Suriye’deki PYD bölgesinde iddia edilen “kantonal” anlayışa paralel bir oluşumu gözler önüne sermektedir. (Suriye, Hafız Esad döneminden beri ülkemize karşı PKK, ASALA, DHKP/C, TİKKO dahil pek çok terör örgütüne ev sahipliği yapmış, terörü devlet politikası olarak tarihsel zeminde devletlere karşı kullanmıştır.) PYD/PKK’nın tek küresel hamisi ABD değil, aynı zamanda Rusya’dır. Moskova’daki PYD irtibat bürosunda yer alan terörist Öcalan posterleri ve PKK terörünün afişleri pek çok argümandan, birkaç tanesidir.
Doğrudur, “açılım süreci”nde, terör alan kazanmış, Suriye politikası, parçalanan komşunun artçı sarsıntılarının yarattığı bir iklimle ülkemizi muhatap etmiştir. Ancak gelinen noktada açıkları sergilemekten çok, realpolitik mevcut durumda, “terör antitesi” ile komşu olmaya tahammül edemeyecek bir devlet politikasını gerektirmektedir. İşte bu yüzden, Afrin sınavından, milletçe sınıfta kalmamamız ve bölgedeki riskli duruma karşı demokratik bir dayanışma içinde olmamız gerekir. Fabrika ayarlarına dönülmedikçe, laik ve demokratik Cumhuriyet’e, Atatürk’ün vizyonuna sahip çıkmadıkça, yaptığımız değerlendirmeler ne yazık ki boşlukta kalıyor…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ