8 Mayıs 2018 tarihinde ABD Başkanı Donald Trump’ın ülkesini tek taraflı olarak P5+1 (JCPOA) nükleer anlaşmasından geri çekmesiyle birlikte, 90 ve 180 günlük şekilde ve yine tek taraflı olarak ABD tarafından İran’a karşı çok boyutlu ambargoların uygulanmaya başlaması, İran ekonomisinin temellerini gitgide ve ciddi derecede sarsmaktadır. Öyle ki, sadece 3 ay gibi kısa bir süre içerisinde, İran para birimi olan Riyal, yabancı para birimleri karşısında devalüasyon yaşamanın da ötesi bir duruma gelmiştir. Çünkü Riyal, Dolar karşısında bu süreçte % 190 oranla değer kaybetmiştir. Nitekim 2 ay önce her bir dolar 32.000 Riyal’den işlem görürken, şu anda 117.000 Riyal’den işlem görmektedir.
ABD, bu defa İran rejimine karşı ciddi bir ekonomi savaşı açarak sosyo-politik alanda değişimlere yol açmaya çalışmaktadır. Gerçi John Bolton ve bazı ABD yetkilileri “regime change” yani rejim değişikliğinden bahsediyorlardı; ancak ABD Savunma Bakanı James Mathis, 27 Temmuz’da böyle bir planın olmadığını ve fakat İran devleti dünya normlarına uyana dek baskıların artacağından söz etmiştir. Bu şekilde İran’ın sosyal-siyasal istikrarı dürtülmekte ve bazı nedenlerden dolayı şehirlerde çeşitli protestolar vuku bulmaktadır. Bununla birlikte, İran’ın siyasi-ekonomi yolsuzluk sorunu da halkı galeyana getirerek, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Bakanlar Kurulu’nda bazı değişiklikler yapmasını zorlamaktadır. Zira İran rejimi, idari-siyasi yolsuzluk listesinde dünyada 180 ülke arasında 130. sırayı almaktadır.
ABD Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo, Haziran ayında 12 maddelik bir bildirgeyle İran’a karşı olan resmi ABD tutumunu açıklamıştır. Pompeo, Tahran’dan; İran’ın Ortadoğu’daki müdahaleci politikalarından vazgeçmesini, İsrail’in güvenliği konusunda İran destekli ve Lübnan merkezli Hizbullah grubunu desteklememesini, Suriye’de bulunan askeri birliklerini geri çekmesini, İran halkına karşı baskıcı politikalardan vazgeçmesini ve ayrıca ABD’nin Körfez’deki müttefiklerine karşı sert tutumundan vazgeçerek barışçıl politikalar yürütmesini müzakerelere başlanması konusunda ön şartlar olarak dile getirmiştir. Zaten bu konuda Başkan Trump da, Haziran 2015 tarihinde yapılmış olan P5+1 nükleer anlaşmasını defalarca ABD için büyük bir hüsran olarak nitelendirirken, her zaman İran’la yeni ve daha iyi bir anlaşma yapılabileceğini belirtmiş ve kapıyı açık bırakmıştır. Fakat İran’ın Dış İşleri Bakanlığı başta olmak üzere diplomasi ve bürokrasi sistemindeki üst düzey yetkililer, ABD haricinde AB, Rusya ve Çin ile müzakerelere başlayarak, İran nükleer programı konusunda varılan P5+1 anlaşmasını P4+1 anlaşmasına çevireceklerini ümit etmiş ve bu nedenle de defalarca AB Dış İşleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin yanı sıra Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve hatta İngiltere (Birleşik Krallık) Başbakanı Theresa May ile anlaşmanın korunması bağlamında istişarelerde bulunmuşlardır. Ancak Brüksel’deki NATO zirvesi toplantısından sonra, sanki AB de bu konuda yörünge değiştirmiş gibi görünmektedir. Nitekim AB tarafından sunulan ekonomi ve destek paketi İran yetkilileri tarafından yetersiz bulunarak, artık İran’ın tekrardan uranyum zenginleştirmeye başlayacağı ve santrifüjlerini arttıracağı açıklanmıştır.
İşte bundan sonra, İran-ABD arasındaki gerilimin tam uç noktasına gelme arifesi başlamak üzeredir. Zira ABD, 3 Ağustos’tan itibaren İran’ın petrol satışlarının sıfıra indirileceğini söyleyerek, tüm dünya ülkelerine İran ile ekonomi işbirliği yapacak olan tüzel şahıs, özel şahıs ve firmaları ambargoya uymamaları durumunda cezalandıracağını açıkça bildirmiştir. Bu yaklaşım karşısında, İran lideri Hasan Ruhani, Trump’a, “Aslanın kuyruğuyla oynama!” uyarısında bulunmuş, ardından İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Bakiri de ABD’nın tüm üslerinin saldırı menzilinde olduğunu dile getirerek, bu ülkeyi tehdit etmiştir. İşte bu açıklama bağlamında, bazı analistlere göre, İran, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasını veya en azından buraya mayın döşenerek ABD yandaşı olan Arap ülkelerinin petrol satamayacak duruma getirilmesini gündeme getirmeye başlamıştır. Ancak Ruhani, bu iddialar karşısında, Hürmüz’de değil başka yerlerde ABD yandaşlarının çıkarlarına zarar verebileceklerini dile getirerek, “Eğer biz bir litre petrol satamayacaksak, diğer ülkelerin de petrol satabilmesi mümkün olmayacaktır!” diye ciddi bir düello başlatmıştır. Ardından Suudi Arabistan ve müttefiklerine karşı yıllardır savaşan Yemenli Husiler, Suudi Arabistan’a ait olan 2 petrol gemisini Kızıldeniz’de patlatlamalarının yanı sıra, Abu-Dhabi Havalimanı’na İHA’larla saldırarak İran’ın caydırıcı güç mekanizmasını yeniden gündeme getirmiştir. Suudi Arabistan ise, bu olaydan sonra Babülmendep (Bab’ül Mendep) çıkışlı petrol satışlarını durdurma kararına varmıştır.
İran’ın bölgesel politikası, günümüzde Washington tarafında kabul edilemez bir tehdit olarak görülüyor. Bunun için, ABD, nükleer anlaşmayı bölgede elde edemediği üstünlüğü yeniden elde edebilmek için bir çözüm yolu olarak kullanmaya çalışıyor. ABD’nin Suriye’deki başarısızlığı ile birlikte Beşar Esad rejimine karşı desteklediği muariz grupların yıllardır savaşmalarına rağmen Esad rejimini deviremediği düşünüldüğünde, İran’ın ekonomik altyapısını vurmak ve sosyal protestolara zemin hazırlamak şimdilerde Washington kulislerinde en başta gelen makul politikalar arasında sayılıyor. Ekonomik savaş sonucu tabii ki İran ciddi bir iç siyasi ve ekonomik krize maruz kalacak ve bölge politikalarına müdahale etmeye de muhtemelen son verecektir. Böyle bir stratejiyi Amerikalı analistlerin görüşlerinden kolayca anlamak mümkündür. Ancak Amerikalı uzmanlar, İran’ın özgüvenini ve bu durumlara karşı önceden hazırlığını da artık açıkça anlamışlardır. Hatta bunun açık bir örneğini, Güney Irak’taki son olaylarda Amerikalıların provokasyonlarına rağmen Irak halkının İran’a karşı tutum değiştirmemelerinden görmekteyiz. Şu anda Amerika-Suudi Arabistan-İsrail üçgeni İran’ı köşeye sıkıştırmak amacıyla ekonomisini vurma politikasını tercih etmekteler. İşsizlik ortamı oluşturmak, insanlar için geçim kaynaklarını azaltmak ve sonuçta istenmeyen krizler yaratmak gibi hedefler bu üçgenin ana stratejisidir.
Kanıtlar göz önünde bulundurulduğunda, denilebilir ki, ABD Başkanı Donald Trump, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin yetki ve başarı sürecini zayıflatmak ve yıkmak için her türlü girişimde bulunmaktadır. ABD yönetimi, kaos yaratarak ve sosyal fenomenleri dönüştürerek, bu ülkede ekonomik sorunların yanı sıra siyasal ve güvenlik sorunları da çıkarabileceğine inanmaktadır. Ancak aynı ABD, İran ulusal güvenliğinin bölgede önemli bir sorun olduğunun farkında değil. Zira İran devletinin bugünkü duruma bakıldığında; devlet otoritesinin zayıflaması, büyük bir olasılıkla iç savaşlara ve ikinci bir Suriye olayı yaşanmasına sebebiyet verebilir. İşte bundan dolayı, daha sorumlu davranan AB, tehlike çanlarını yakından duymaktadır. Ayrıca Kudüs Gücü ve İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’nin 25 Temmuz 2018 tarihindeki sözleri, bir çeşit iç darbe kontrolü açısından mesaj gönderme gibi görünüyor.
Donald Trump, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’le yaptığı toplantıda 180 derecelik pozisyon değişikliği sergilerken, AB’ye olan ilgisinden ve gümrük tarifelerinde anlaşacaklarından da söz etti. Bunun yanı sıra, Avusturya Dış İşleri Bakanı Karin Kneissl, kendi Twitter hesabından yayınladığı mesajında, İran ve ABD arasındaki ilişkilerde İran Dış İşleri Bakanı Muhammed Cevat Zarif’in yaklaşımına vurgu yaparak, iki ülke arasında arabuluculuk konusunu gündeme getirdi. Avustralya Başbakanı Malcolm Turnbull da, ABC News tarafından yayınlanan “ABD, İran nükleer tesislerine saldıracak!” başlıklı haber ve yazıyı yersiz bularak reddetti. Bununla birlikte, Washington’daki CSIS (ABD Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi) düşünce kuruluşu uzmanları, mevcut durumun ABD’nin stratejik çıkarlarına zarar vereceğini ve ciddi bir tehdit oluşturduğunu açıkça belirtmektedirler.
Sonuç olarak, ABD tarafından İran’ı savaşla tehdit etme ve kaotik bir atmosferin yaratılmasıyla çıkmaz durum yaratma hamleleri sadece tek bir amaçla yapılmaktadır: “İran’ın İsrail’e karşı tehditlerini gidermek”. Zira İsrail’in çıkarları ABD yönetimi için her anlamda önemlidir. Fakat İran’ın İsrail’e yönelik politikası da 1979 İran İslam Devrimi ve onun siyasi ilkelerine dayandığı için hiçbir şekilde değiştirilemez. Bu nedenle, Tahran, aynı ABD içerisindeki Trump muhaliflerinin bir kısmı gibi, Trump diplomasisinin sona ermesini beklemek ve Kasım 2018 tarihinde ayında yapılması planlanan ara seçimlerde Trump’ın iktidarını zayıflatmak zorundadır. Aslına bakılırsa, dünyanın birçok ülkesi de benzer şekilde Trump döneminin bitmesini bekliyor ve bu da İran’a avantaj sağlıyor. Zira Trump’ın aldığı kararlar küresel istikrar ve barışa zarar vermekte ve Trump menşeli garip politikaların “tropik” iklimi ekonomik büyümenin öngörülen oranlarında düşüşe neden olmaktadır. İşte bu sorun, tüm gelişmekte olan ülkeler için olumsuz bir faktör olarak kabul edilmektedir. Örneğin Fitch’e göre, Amerikan liderliğinde bir uluslararası ticaret savaşının başlaması ile birlikte İran’a karşı ekonomik yaptırımların uygulanması sadece petrol fiyatlarının 200 doların üzerine çıkmasıyla kalmayacak, aynı zamanda tüm dünyada ekonomik kalkınmayı da zarara uğratacaktır. Bu doğrultuda, 2019 yılı için tahmin edilen ekonomik gelişme ve büyüme oranı % 3,2’den % 2,8’e düşecektir. Acaba dünya ülkeleri ve halkları böyle bir durumu kabul edebilirler mi? Dolayısıyla, İran ile ABD arasındaki savaş gerçek olmaktan ziyade, iki ülkeyi büyük bir müzakereye hazırlayan bir senaryo gibi gözüküyor.
Prof. Dr. Ghadir GOLKARIAN