Amerikalı akademisyen William L. Cleveland (1941-2006), uzun yıllar Simon Fraser Üniversitesi’nde ders vermiş ve Ortadoğu Tarihi üzerine uzmanlaşmış bir kişidir. Birçok önemli kitabın yazarı olan Cleveland’in en önemli çalışması ise, -bugüne kadar birçok baskı yapan- A History of the Modern Middle East kitabıdır. Bu kitap, Mehmet Harmancı tarafından Türkçe’ye Modern Ortadoğu Tarihi adıyla çevrilmiş ve ilk baskısı Agora Kitaplığı basımı olarak 2008 yılında yayımlanmıştır. Bu yazıda, bu kitabın İslamiyet’in doğuşunu, İslam medeniyetinin gelişimini ve Osmanlı ve Safevi İmparatorlukları gibi çok önemli iki İslam İmparatorluğunun tarihini anlatan birinci bölümü özetlenecektir. Ancak daha detaylı bilgiler ve İslam uygarlığının daha sonraki yüzyıllardaki gelişimi için, kuşkusuz kitabın tamamı okunmalıdır.
William L. Cleveland
5 kısım ve 634 sayfadan oluşan kitabın ilk bölümüne “İslami Uygarlığın 18. Yüzyıla Kadar Gelişmesi” adı verilmiştir. Bu bölümde, yazar, İslamiyet’in yükselişi ve yayılmasını, 15. yüzyıla kadar İslam uygarlığının gelişimini ve Osmanlı ve Safevi İmparatorluklarını incelemiştir.
Yazar William L. Cleveland’ın da belirttiği üzere, İslam dini, ilk olarak çorak ve az yerleşimli Arap yarımadasında (Suudi Arabistan’ın Mekke şehrinde) yer etmiş bir dindir. İslam inancına göre, kutsal kitap Kuran-ı Kerim, MS 610-632 yılları arasında Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla inmiştir. Ancak Hz. Muhammed’in ölümü sonrasında, Müslümanlar, İslam dinini Arap yarımadası dışına taşımış ve İspanya’dan bugünkü Pakistan’a kadar geniş bir coğrafyada büyük bir inanç grubu ve İmparatorluk oluşturmuşlardır. Lakin İslam dininin tarihsel süreçte en önemli şehirleri olan Bağdat ve Şam gibi vilayetler, İslamiyet öncesinde de var olan yerleşim birimleridir. Dolayısıyla, İslam dinini anlamak için, önce Ortadoğu coğrafyasını anlamak gerekir. Zira Ira Lapidus’un yazdığı gibi, “Mekke’de doğmuş olan İslam uygarlığının kökleri Filistin, Babil ve Persepolis’tedir”.
Ortadoğu’daki ilk önemli tarihsel gelişmeler MÖ 3500 yıllarında yaşanmış ve ilk kez bu dönemde Irak’ta şehir-devletleri oluşmaya başlamıştır. Bu dönemden başlayarak, bölge halkları, yazılı alfabe, yönetim kurumları ve ayrıntılı dinsel ritüeller geliştirmeye başlamışlardır. MÖ 2400 dolaylarında çeşitli şehirlerin egemen bir monarkın yönetiminde tek devlet halinde birleşmesiyle, bölgesel İmparatorluklar şeklinde daha büyük çaplı siyasal antiteler oluşmaya başlamıştır. Tarım, silah teknolojisi, ulaşım ve iletişimde yaşanan gelişmeler sayesinde, ilerleyen yüzyıllarda büyük İmparatorlukların oluşumuna uygun ortamlar sağlandı. Mısır’ın Nil Vadisi’nde, bu dönemin en ileri devlet yapıları, Firavunlar egemenliğindeki Mısır uygarlığı sayesinde ortaya çıktı. Benzer bir deneyim Acem İmparatorluğu (MÖ 551-331) sayesinde Kuzey Afrika (Mısır) dışında Ortadoğu’da da yaşandı. MÖ 4. yüzyılda Büyük İskender’in fetihleri ardından İran ile Akdeniz arasında bulunan Ortadoğu topraklarında, idare ve yüksek kültür dili olarak Yunanca benimsendi. İskenderiye ve Antakya’daki öğretim kurumları sayesinde, Yunanca, bölgedeki egemen dil haline geldi. Roma İmparatorluğu döneminde de Latin kültürünün yanısıra Hellenik kültür etkisi devam etti. Roma İmparatorluğu başkentinin MS 330 yılında Konstantinopolis’e (bugünkü İstanbul) taşınmasıyla ve ondan bir yüzyıl sonra Batı Roma’nın yıkılmasıyla, Doğu Roma’nın “Doğulu” kimliği iyice belirginleşti. Roma geleneğini bu tarihten itibaren Bizans İmparatorluğu sürdürdü.
İslamiyet, işte böyle bir ortam ve bu ortamdaki din ve kültürlerle etkileşim içerisinde doğdu ve gelişti. Bu din ve kültürler arasında en etkili olanları; Hıristiyanlık, Musevilik ve İran’da ortaya çıkan tek-tanrıcı bir diğer din olan Zerdüştlük olarak sıralanabilir. Sasani İmparatorluğu döneminde, Zerdüştlük, İran’ın resmi dini olarak benimsenmiştir. Yahudilik, MS 1. ve 2. yüzyıllarda Romalılar Yahudiler’i Filistin’den sürmüş olmalarına rağmen Ortadoğu’da her zaman var olmuş bir dini inanç olagelmiştir. Hıristiyanlık ise, kuşkusuz, İslamiyet öncesinde en geniş kitlelere ulaşmış dindir. Hıristiyanlık içerisindeki dini ve siyasi ayrımlar, geçmişte birçok mücadele ve ayrılmaya da neden olmuştur. Bu çelişkiler 451’de Kalkedon Konseyi’nde Monofizit veya Monofisit (Hz. İsa’nın tek bir doğası bulunduğuna inananlar) ve Diyofizit veya Diyofisit (Hz. İsa’nın biri ilahi, diğeri insani olan iki doğası olduğunu savunanlar) inancını savunanlar arasındaki tartışmalarla başlamış, ilerleyen yıllar içerisinde de Katolik, Ortodoks ve Protestan mezheplerinin birbirlerinden ayrışmasıyla derinleşmiştir.
İslamiyet öncesinde Ortadoğu topraklarında iki rakip emperyal devletin (batıda Roma-Bizans İmparatorluğu ile doğuda İran Sasani İmparatorluğu) mücadelesi vardı. Yunan bilimi ve felsefesi, Roma yönetimi ve hukuku ve Rum Ortodoks Hıristiyanlığının sentezi sonucu oluşan Bizans medeniyeti, 7. yüzyıl başlarında gücünün doruklarındayken İtalyan yarımadasından Konstantinopolis’e kadar uzanmaktaydı. Anadolu, Mısır, Filistin, Suriye ve Irak’ın bazı bölümleri de bu dönemde Bizans kontrolündeydi. Gelişmiş bir bürokrasi, güçlü ve profesyonel bir ordu ve Ortodoks Kilisesi’nce desteklenen meşruiyeti yüksek hükümdarlar sayesinde, Bizans İmparatorluğu, bu dönemde gayet güçlü gözüküyordu. Ancak Sasanilerle girişilen ve uzun on yıllar süren savaş (540-629), her iki İmparatorluğu da zamanla güçsüz düşürdü. Ayrıca Ortodoks Hıristiyanlığın resmi din olarak benimsenmesi ardından devletle halk arasında da bazı sorunlar ortaya çıktı; zira devletin resmi din dayatmasına rağmen, halkın bir bölümü Hıristiyanlığın diğer kollarına ve Yahudiliğe bağlı kalmaya devam ettiler. Devletin “sapkın” olarak gördüğü bu gruplara yaptığı baskılar ise, halkta büyük hoşnutsuzluklara ve tepkilere neden oldu. İlerleyen dönemlerde bazı Bizanslıların Müslüman hükümdarları kabul etmelerindeki temel etkenlerden birisi de buydu. Sasani İmparatorluğu için de benzer bir durum söz konusuydu; 1200 yıllık Acem yönetim geleneğinin mirasçısı olan Sasaniler, daha çok seçkinlerin törensel dini haline gelen Zerdüştlüğü halkın önemli bir bölümünün kabul etmemesi neticesinde, bu dönemlerde çeşitli iç çekişmelere sahne oldu. İran halkının Yahudilik ve Hıristiyanlığın bazı kollarına inanmaya devam etmeleri nedeniyle, halkın devlete sadakati azaldı. İslamiyet, işte tüm bu gelişmelerden etkilenerek ortaya çıktı ve özellikle Bizans’ın Yunan mirası, İran’ın bürokratik geleneği ve Konstantinopolis ve Ctesiphon (Tizpon) saraylarında gelişen İmparator kavramının etkisinde kaldı.
İslamiyet öncesinde Arap yarımadasının durumuna bakıldığında, bu bölgenin uçsuz bucaksız bir çöl olduğu görülmektedir. Bu bölge, kuşkusuz, öncelikle Sami ırkından gelen Arapların yuvasıdır. Bizans ve Sasani İmparatorlukları’nın disiplinli yapılarının zıttı şekilde, Arap coğrafyasında bu dönemde ciddi bir otorite yoktu. Bir devlet yapısı, hukuk sistemi ve yönetim merkezi henüz oluşmamıştı. Bireylerin dahil olduğu aşiretler en büyük toplumsal ve siyasal örgütlenmelerdi. Bölge halkları, daha çok koyun, deve ve keçi yetiştiren kır göçebeleriydi. Ayrıca kıt kaynaklar nedeniyle aşiretler arasında savaş ve mücadeleler de yaygındı. Bu savaş kültürü, ilerleyen dönemde İslamiyet’in hızlı yayılmasında etkili olmuştur. Aşiret bölünmelerine karşın, bu dönemde Arap kültüründe birlik vardı. Bedevilerin kahramanlık ve şeref özellikleri, Arap şiirinin kaside formunda dile getirilir ve herkes tarafından benimsenirdi. Ortak bir Arapça dilinin varlığı da kesindi. Bu sayede, Hz. Muhammed’in mesajları ilerleyen on yıllarda bölgede hızlı bir şekilde yayılabildi. Ayrıca Arap konfederasyonlarından ikisi bu dönemde Hıristiyanlığı benimsemiş ve diğer tek-tanrılı dinlere (yani İslamiyet’e) bu sayede uygun bir ortam oluşmuştu. Yemen’in İslamiyet öncesindeki son hanedanı ise Yahudiliği seçmiş ve tek-tanrıcılık buradaki halkta da yayılmaya başlamıştı. Ancak iç bölgelerdeki büyük çoğunluk yerel putlar ya da Tanrılara tapıyor ve animizmin çeşitli inanışlarını uygulamaya devam ediyorlardı. Ayrıca Yemen ile Ortadoğu İmparatorlukları arasındaki geçiş yolu olarak, Arabistan, daha bu dönemden itibaren büyük önem kazanmaya da başlamıştı. Mekke, o yıllardayken Arabistan’daki en gelişmiş şehir haline gelmiş ve önemli bir ticaret merkezi olmuştu bile. Kâbe ise, bu şehirdeki önemli bir animist kült merkezi olarak dini açıdan öne çıkıyordu. Şehirde yerleşik bulunan Kureyş aşireti, dinin gücünü çok önceden kavramış ve Mekke’yi din turizminin merkezi haline getirmişti.
İslam Peygamberi olan Muhammed bin Abdullah (Hz. Muhammed), 570 yılı dolaylarında Mekke’de doğdu. Hayatının ilk yıllarında bu kadar önemli bir kişi olacağını belli eden belirgin özellikleri yoktu. Kureyş aşiretinin bir kolu olan Haşim aşiretine bağlı olarak doğmuştu. 2 yaşında öksüz kalan Muhammed, amcası Ebu Talib tarafından büyütüldü. Gençliğinde kervan ticaretiyle meşgul oldu. 20’li yaşlarında zengin bir dul olan Hatice ile evlenince maddi durumu düzeldi. Hz. Hatice, Hz. Muhammed’e ilk inanan kişi olarak İslam inancında önemli bir yere sahiptir. Sıradan bir hayat süren Muhammed, buna karşın dürüstlüğü ile takdir topluyor ve “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilen kişi) lakabını alıyordu. 40 yaşına yaklaştığında ise tavırları birden değişmeye başladı; şehir dışına dağlara tek başına geziler yapıyor ve günlerce yalnız kalarak düşünüyordu. Hira Dağı’ndaki bu tek başına beklediği günlerden birinde, Allah’tan meleği Cebrail aracılığıyla Muhammed’e Mekkelilere iletmesi için kendisine verilen mesajları ulaştırması istendi. O gece, dünya tarihini değiştirecek bir din ortaya çıkıyordu… Muhammed’e ömrünün geri kalan 22 yılında indirilen vahiyler, arkadaşları ve inananları tarafından kaydedildi, ezberlendi ve tek bir kitapta (Kuran-ı Kerim) toplandı. Kuran-ı Kerim, Müslümanlara göre Allah’ın sözlerini ve buyruklarını içerir ve değiştirilemez; ancak güncel gelişmeler ve ihtiyaçlar doğrultusunda İslam bilginlerince yeniden yorumlanabilir. Ayrıca bu dönemden başlayarak, Yahudiler ve Hıristiyanlar, Kuran’ın Allah’ın sözlerini içerdiği fikrini kabul etmekte zorluk çekmişlerdir. İslamiyet ise, kendisinden önce Peygamberleri ve dinleri kabul eder ve onlara saygı duyar.
Hz. Muhammed’in Peygamberliği, Mekke dönemi (610-622) ve Medine dönemi (622-632) olarak ikiye ayrılabilir. Bu iki dönemdeki farklılıklar üslup ve içeriğe de yansımıştır. Kuran-ı Kerim, sureler dizisi halinde indirilmiş ve surelerin uzunluğuna göre sıralanmıştır (en uzun başa, en kısa sona). Mekke dönemi surelerinde tek-tanrıcılık düşüncesi ön plandadır. Kuran, genel olarak yardımsever olmayanları kınar ve zenginleri servetlerinin öteki dünyada kendilerini Allah’ın gazabından kurtaramayacağı konusunda uyarır. Kıyamet Günü kavramı İslam dininin temel öğelerinden birisidir. Tanrı’nın emirlerine itaat edenler cennetle ödüllendirilecek, uymayanlar ise cehennemle cezalandırılacaklardır. Muhammed’in vaazları başta pek az insanı cezbetmiş ve genelde toplumdan (Mekke halkı) tepki görmüştür. Zira Hz. Muhammed’in eleştirileri, Mekke kentinin toplumsal, ekonomik ve dini yapısına bir tehdit oluşturmaktadır. Muhammed, zengin Kureyşli tüccarları ve Mekke’yi varlıklı bir hac merkezi yapanları şiddetle eleştirmekteydi. Mekke şehrinde kendisine yönelik tehditler artınca, Muhammed, kendisine inananların bulunduğu Yathrib (Medine) şehrine göç etti. Verimli bir vaha şehri olan Medine, 622 yılında Hz. Muhammed ve ona inananların Hicret’ine sahne oldu. Medine’de, Muhammed, büyük bir din adamı ve İmparator’a dönüştü. Şehirdeki tüm önemli kişilere gücünü ve otoritesini kabul ettirdi, onları inandığı/kurduğu dine inandırdı. Kendisini kabul etmeyen Yahudi aşiretlerini ise Medine’den kovdu ve mallarına el koydurdu. Medine’ye gelişinden sonra Mekke’yi de fethetmek için çalışmalara başladı. Hz. Muhammed, Mekke ile yapılan savaşlar neticesinde askerliği de öğrendi ve destekçilerini arttırdı. 630 yılında Mekke’ye zaferle girdi ve doğruca Kâbe’ye giderek putları parçaladı. Hz. Muhammed, Arap toplumu ve coğrafyasını birleştiremese de, Allah’ın buyruğu olarak getirdiği katı ahlak ve hukuk kurallarıyla düzenli bir toplum yaratmayı başardı. O, bir kurucu lider, bir sosyal reformcu ve aynı zamanda bir Peygamberdi.
Hz. Muhammed’in ölümü sonrasında işler eskiye dönseydi, birçok reformcu ve büyük lider gibi o da unutulabilirdi. Ancak güçlü mesajlar veren Muhammed’in getirdiği din kalıcı oldu ve giderek daha da yayıldı. Oğlu olmadığı için, Muhammed’den sonra Hz. Ebubekir Halife olarak seçildi. 632-634 yıllarında Halifelik yapan Ebubekir’den sonra 3 halefi görev yaptı; Hz. Ömer (634-644), Hz. Osman (644-656) ve Hz. Ali (656-661). Raşidun (doğru yönlendirilmiş) veya Dört Halife olarak bilinen bu kişilerden üçü (Hz. Ebubekir dışında) öldürülmüştür. Hz. Ömer döneminde ilk kez Bizans ve Sasanilere saldırılar düzenlenmeye başlamıştır. Böylece İslamiyet’in yayılması dönemi başlar. Arap fetihlerinin bu dönemdeki hızı şaşırtıcıdır; birkaç on yılda Sasanilerle başlayan savaş dönemi, 635’te Şam, 641’de Mısır, 670’de Tunus, 680’de İspanya’ya kadar uzanmıştır. 732’de Charles Martel tarafından Poitiers Savaşı’nda durdurulana kadar, Arap akınları kesintisiz devam etmiştir. Ayrıca Arap kültürü ve dili, İspanya dışında, girdiği her yerde kalıcı hale gelmeyi başarmıştır. Bu kalıcılığın sırrı konusunda şu tezler ileri sürülebilir. Birincisi, bölgede tek-tanrıcılık zaten gelişmiştir ve İslamiyet’in tek-tanrıcı yapısı bölge halklarınca olumlu karşılanmıştır. İkincisi, İslamiyet, o dönemdeki diğer dinlerin aksine farklı olanlara hoşgörüyle yaklaşmış ve özellikle Hıristiyan ve Yahudilerin korunmasını emretmiştir. Bu hoşgörü, uygulamada Zerdüştler ve Hindular için de geçerli olmuştur. Gayrimüslimlere yönelik bazı ayrımcılıklar (cizye vergisi, askerlik yapamamak, bazı renk giysiler giyememek, evleri ve ibadet yerlerinin Müslümanlar kadar büyük olamaması) var olsa da, o döneme göre bu durum diğer dinlerin ayrımcılıklarına kıyasla çok daha düşük düzeyde olmuştur. Ayrıca Arap devletlerinin halklara koyduğu vergiler de diğer devletlere kıyasla düşük düzeyde olmuş ve bu durum halkların desteğini sağlamalarında etkili olmuştur. Araplar, İslamiyet’in ilk yüzyıllarında aslına bakılırsa yönettikleri gayrimüslim halklara din değiştirmeyi bile teşvik etmemişlerdir. Bunun da iki temel sebebi vardır: (1) İslamiyet’in o dönemde Araplara özgü bir din ve bir ayrıcalık olarak görülmesi ve (2) Gayrimüslimlerden alınan cizye vergisinin devlete ekonomik açıdan fayda sağlaması.
Hz. Osman 656’da öldürülünce, halifeliğin kime kalacağı sorunu başgösterdi. Bu durum, ancak İslam ümmetini kalıcı bir şekilde bölecek olan bir iç savaşla çözülebildi. Öldürülen Hz. Osman yerine Hz. Ali seçilince, Suriye’nin güçlü Valisi Muaviye ona karşı çıktı. Muaviye, Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın katillerini bulamamakla suçladı. Liderlikte hak iddia eden iki rakibin güçleri 657’de Siffin Savaşı’nda karşı karşıya geldiler; savaşın kesin bir galibi olmasa da, zamanla Hz. Ali’nin Kufe’de kurduğu devletin gücü azaldı ve Ali 661’de öldürüldü. Hz. Ali dönemi kısa ve ihtilaflı olsa da, önemli bir Müslüman azınlığın Peygamber soyundan gelen bir cemaat liderini benimseme geleneğini oluşturdu ve İslamiyet’in kalıcı olacak bölünmesini (Sünniler ve Şiiler arasında) başlattı. Hz. Ali’den sonra Emevi Hanedanı ve Muaviye Halife olarak tanındı. Ancak Muaviye’den sonra hilafetin yeniden Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’e geçmesi kararlaştırıldığı için, Muaviye’nin oğlu Yezid ile Hüseyin arasındaki mücadele (Kerbelâ Olayı veya Kerbelâ Savaşı) İslam dünyasındaki bu ayrımı kesinleştirmiş ve keskinleştirmiştir. 10 Ekim 680 tarihli olayda, bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbelâ şehrinde, Hz. Muhammed’in torunu Hüseyin’e bağlı küçük bir birlik ile Emevi Halifesi I. Yezid’in ordusu arasında cereyan eden savaş sonucunda, Hüseyin öldürüldü ve ailesi esir alındı. Bu olayın ardından, 661-750 döneminde hilafet Emeviler’de kaldı, ama İslam dünyasında Sünni-Şii ayrımı kalıcı hale geldi. Bu olaydan sonra, bazı Şii mezhebindeki Müslümanlar, Emevilerin ve Dört Halife’nin (Hz. Ali hariç) hilafetine karşı çıkarak hilafet makamının yalnızca Hz. Ali soyundan gelenlere ait olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre; Hz. Muhammed ölmeden önce, kendisinden sonra yerine geçecek kişinin ismini yazmak üzere kâğıt-kalem istemiş, fakat Peygamber’in bu isteği yerine getirilmemiştir. Oysa eğer Hz. Muhammed’in isteği yerine getirilseydi, Peygamber, kâğıda Ali’nin ismini yazacaktı ve Halife de Hz. Ali olacaktı. Bu farklılık nedeniyle, günümüzde de devam eden Sünni-Şii ayrımı İslam dünyasını kesin bir şekilde iki ana gruba ayırmıştır. Şiiler hep azınlıkta olmakla birlikte (günümüzde yüzde 10 dolaylarındadır), bu inancı benimseyen ve diğer devletlere yayan İran (günümüzdeki adıyla İran İslam Cumhuriyeti) nedeniyle her daim varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Hz. Ali’den sonra hilafeti Emeviler adına ele geçiren ve pragmatik bir hükümdar olan Muaviye, İslamiyet’i yaymaya ve hanedanını sağlamlaştırmaya çalıştı. Başkenti Mekke’den Şam’a taşıdı ve Arap İmparatorluğu’nu Bizans’ın halefi bir devlete dönüştürmeye başladı. Ancak Emeviler içerisinde de iç karışıklıklar devam etti. Arapları kayırarak yöneten Emeviler nedeniyle, 750’de patlak veren bir isyanla hilafeti Abbasiler ele geçirdi. Abbasiler, 1258’e kadar bu ünvanı korudular. Abbasiler döneminde fetih döneminden idari kurumların gelişimine ve hukuk sistemi kurulmasına odaklanıldı. El Mansur (754-775), Harun el-Reşid (786-809) ve El-Meymun (813-833) dönemlerinde siyasal istikrar ve refah yaşandı. Abbasiler, Emeviler gibi Arap imtiyazcılığı uygulamadılar ve bütün Müslümanları eşit saydılar. Bu şekilde, İslamiyet, Abbasiler döneminde de hızla yayılmaya devam etmiştir.
A History of the Modern Middle East
Bazı tarihçiler, İslam tarihini Abbasi İmparatorluğu’nun yükselişi ve çöküşü olarak anlatırlar. Bu anlayışa göre, 750-945 döneminde Bağdat’ta mutlakıyetçi bir İmparatorluk kurulması sayesinde, İslam uygarlığında büyük bir siyasal istikrar, ekonomik atılım ve kültürel zenginlik dönemi yaşanmıştır. Ancak 945’te İran askeri hanedanı olan Buyidlerin Bağdat’ta iktidarı ele geçirmeleri ardından, Abbasiler’de duraklama başlamış ve İslam uygarlığı da gelişimini durdurmak zorunda kalmıştır. Bu durum, ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun 15. ve 16. yüzyıllardaki atılımlarıyla düzeltilebilmiştir. Yazar William L. Cleveland’a göre bu yorum abartılıdır; zira Abbasilerin en güçlü dönemlerinde de başka İslam uygarlıkları ve devletleri var olmuştur. Dahası, bu devlet ve medeniyetler de Abbasiler kadar önemlidir. Marilyn Waldman’ın geliştirdiği bu anlayış, Cleveland’a göre de daha yerindedir. Ancak bu durum, Abbasilerin 1258’de çökene kadar İslam hukuku, entelektüel, siyasal ve dini geleneklerini oluşturan çok önemli bir medeniyet olduğu gerçeğini değiştirmez.
Abbasi İmparatorluğu dönemi, tüm İslam dünyasında şehir hayatının canlanmasına ve ekonominin gelişmesine neden olmuştur. Dicle-Fırat nehirlerinden gelen suyla beslenen Bağdat, daha 9. yüzyılda 1 milyon civarında nüfusu olan büyük ve kozmopolit bir şehir haline gelmiştir. O dönemde “evrenin merkezi” olarak görülen Bağdat, Çin’den Afrika’ya, Akdeniz’den Hindistan’a büyük bir ticaret ağının da merkezi olmuştur. Bu dönemin zenginliğinde tarımın gelişimi de çok önemli bir faktördür. Arapların 8. yüzyılda Pakistan’ı fethetmeleriyle, Hindistan’ın tropik ikliminin ürünleri Ortadoğu’ya taşınmaya başlamıştır. Öyle ki, bizim hep bu bölgede var olduğunu sandığımız pirinç, şekerkamışı, limon, muz, hurma, ıspanak, patlıcan ve pamuk gibi birçok meta, aslında Hindistan’dan Irak’a getirilmiş ve oradan da Avrupa’ya götürülmüştür. Gelişen tarım ve artan zenginlik sayesinde, Abbasiler döneminde lüks yaşam ve sanatsal faaliyetler de gelişmiştir. Bu dönemde adeta bir İslam rönesansı yaşanmış ve birçok Müslüman bilimadamı ve alim yetişmiştir. Hatta Abbasi Halifesi El-Meymun döneminde (813-833), antik Yunan klasikleri Arapça’ya çevrilmiştir. İbn Sina gibi önemli bir doktor ve İbn Rüşd gibi önemli bir hukukçunun bu dönemlerde ortaya çıkması da Cleveland’a göre tesadüfi değildir. Bu dönemdeki bir diğer çok önemli gelişme ise, kâğıdın yaygın olarak üretilmeye ve kullanılmaya başlanmasıdır. MÖ 1. yüzyılda Çin’de bulunduğuna inanılan kâğıt, İslam dünyasına 751 yılında Aral Gölü doğusunda Arapların bir Çinli kuvvetini yenmesinden sonra girmiştir. Tutsak edilen Çinliler, kâğıt yapmayı Müslümanlara öğretmişlerdir. Bu sayede, İslam uygarlığı, 8. yüzyıldan itibaren artık evrensel bir nitelik kazanmaya başlamıştır.
Yazar William L. Cleveland’a göre, İslam tarihini anlamak için İslam’ın şartlarını da, gelişimini de bilmek gerekir. Zira İslam dini ritüel ve pratikleri sadece Kuran-ı Kerim kaynaklı değildir. İslam hukuku, Kuran temelli ama onunla kısıtlı kalmayan bir şekilde gelişmiştir ve gelişmeye hep açık olmuştur. İslam’ın 5 temel şartı şunlardır: (1) Kelime-i Şahadet getirerek (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) Allah’ın tekliğini kabul etmek ve Hz. İbrahim’den itibaren tüm kutsal din ve Peygamberleri kabul ederek, Hz. Muhammed’i son Peygamber, Kuran-ı Kerim’i son kutsal kitap, İslamiyet’i son din olarak benimsemek, (2) Kutsal Kâbe’ye yüzünü dönerek günde 5 vakit Allah’a namaz kılarak tapınmak/ibadet etmek, (3) Sağlığı elverenler için Ramazan ayında oruç tutmak ve yemek, içmek ve cinsel faaliyetlerden belli saatlerde (gün doğumundan gün batımına kadar) uzak durmak, (4) En az bir defa olsun Hac mevsiminde Kutsal Kâbe’ye gitmek, (5) Servetinin yüzde 2,5 düzeyinde yıllık Zekât vergisi vererek fakir-fukaraya yardımcı olmak.
Bu 5 ana şart dışında, Cihad da önemli bir İslam düşüncesidir. Cihad, savaşmaktan ziyade “Allah yolunda çaba harcamak” demektir. Cihad, temelde insanın kendi nefsiyle mücadelesidir ve günümüzdeki gibi radikal dinci terör örgütlerinin İslam’ı zorla yaymaları ve başka dinden olanları öldürmeleri anlamına gelmemektedir.
5 şart ve çok temel bir kavram olan Cihad dışında, Şeriat adı verilen İslam hukuku da İslam uygarlığı açısından çok önemlidir. İslam bilginleri, Hz. Muhammed sonrasında onun görüş ve yaşam pratiklerini, İslam tarihinde yaşanan önemli vakaları ve toplumun benimsediği değerleri Kuran ışığında yorumlayarak, İslam hukukunu (Şeriat) geliştirdiler. Zira yüce Kuran, birçok meselede (boşanma, miras vs.) net kurallar ortaya koyuyorsa da, bazı alanlarda tüm sorunlara çözüm getirmiyordu. Bu sebeple, Müslüman hukukçular, Hz. Muhammed’in sözlerini ve yaptıklarını (hadis), Kuran’da yer almayan bir olayda daha önceden uygulanan/kabul edilen prensiplerin uygulanmasını (kıyas) ve Müslüman toplumların uzlaşmaya vardıkları toplumsal değerleri (icma) Kuran’a ek olarak hukuk kaynakları olarak benimsediler.
Bunlar dışında, İslamiyet’te örgütlü bir ruhban sınıfı olmadığı ve İslam’ın Allah ile birey arasında aracıya ihtiyaç duymadığı hep belirtilse de, “ulema” adı verilen din görevlilerinin İslam toplumunda ve devletlerinde büyük bir güçleri ve etkileri olmuştur. Tasavvuf ise, “İslam mistisizmi” olarak da adlandırılabilecek olan ve İslam’ın Saray merkezli maddiyatçılığından uzaklaşarak, bu dinin manevi boyutuna daha fazla yönelenlerin ilgisini çeken boyutudur. Tanrı sevgisine dayalı bir dindarlık hareketi olan Tasavvuf, zaman zaman müzik bile içerebilen coşkulu ibadetler öngörür ve bu nedenle Müslüman halklar tarafından genelde sevilir.
İslamiyet’le ilgili çok önemli ve genelde eleştiri toplayan bir konu ise, kadınların İslam dinindeki statüsüdür. Oysa İslam dini, Arap toplumuna kadın hakları bağlamında çok büyük bir ilerleme getirmiştir. Kuran’daki reformlar, daha çok evlilik, boşanma ve miras alanlarında yoğunlaşmış ve İslamiyet öncesi döneme kıyasla kadınlara büyük avantajlar sağlamıştır. Zira önceden “mihr” adı verilen uygulamayla kadınlar aileleri ve aşiretleri tarafından kocalarına satılmaktaydı. Kuran, mihrin aileye değil, geline verilmesini sağlayarak bu uygulamaya son vermiştir. Ayrıca bir erkeğin en fazla 4 kadınla evlenebilmesi de Kuran’ın getirdiği bir ilerlemedir. Ayrıca yine Kuran’a göre, bir erkek, ancak tüm eşlerine eşit davranabilmesi durumunda birden çok kadınla evlenmeye hak kazanır. Bu husus anlaşılmadığından, genelde İslam’ın çok eşliliği teşvik ettiği düşünülür; oysa çok eşlilik, esas İslamiyet öncesinde Arap toplumunda çok yaygındır. Benzer şekilde, İslamiyet öncesinde boşanma sadece erkeğin hakkıyken, İslamiyet’te bu hak her iki tarafa da tanınmıştır. Miras konusunda da İslam’ın getirdikleri önceki döneme göre ilericidir; önceden miras hakkı olmayan kadınlar, İslamiyet sayesinde sabit bir paya sahip olmuşlardır. Ancak gerek evlilik-boşanma, gerekse de miras konusunda erkeklerin kadınlara göre İslami düzende de ciddi avantajları söz konusudur ve bu durum günümüzde başta feministler olmak üzere birçok kesimce sıklıkla eleştirilmektedir.
Sünnilik-Şiilik ayrımı da İslam hukuku ve İslam tarihi açısından önemli bir konudur. Daha önce belirtildiği gibi, bu iki ana mezhep arasındaki temel mesele, Sünnilerin Dört Halife sonrasında Emeviler ve Abbasileri İslam dininin varisi olarak görmeleri, Şiilerin ise bu devletlerin hilafeti temsil ettikleri görüşünü reddederek, Hz. Ali’nin ve Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin İslam dinini temsil eden asıl kişiler olduklarını düşünmeleridir. Bu olay, Kerbelâ Savaşı nedeniyle giderek kitleselleşmiştir. Ayrıca Sünnilerde Halifelerin yetkileri geçici ve ulema karşısında kısıtlıyken, Şiilerde İmamların -Eflatun’un (Platon) anlattığı şekilde- başka insanlarda olmayan özel bilgilere ulaşabildikleri ve topluma rehberlik etmeleri gerektiği savunulur. Şii doktrininde, 12. İmam Muhammed el-Mehdi 874 yılında ortadan kaybolmuştur ve Tanrı tarafından saklanmaktadır. Kıyamet Günü öncesinde ise 12. İmam “Mehdi” olarak ortaya çıkacak ve yeryüzüne adaleti getirecektir. Şiilikte 3 ana kol vardır: Zeydiler (Beşçiler), İsmaililer (Yediciler) ve İsnaaşeriyyeciler (On ikiciler). Şiiliğin İsmailiye adı verilen kolu, 7. ve 8. İmamlar arasındaki haleflik yorumları bağlamında 12 İmamcılardan ayrılır. Onlar, İmamlığın günümüze kadar kesintisiz devam ettiğini ileri sürer ve yanılmaz İmamları olarak Ağa Han’ı kabul ederler. Zeydiliğin tâkipçileri ise, diğer Şii mezheplerinde olduğu gibi ilk 4 İmam’ı kabul ederler, ancak 5. İmam olarak Muhammed el Bakır yerine kardeşi Zeyd bin Ali’yi görürler. Şiiliğin merkezi daima İran (günümüzde İran İslam Cumhuriyeti) olmuş ve İmamlar devlet yönetiminde en tepede (bugünkü İran devlet yapısında Ayetullah adı verilen dini lider gibi) daha üstte yer almışlardır. Sünnilikte ise, Şiilikten farklı olarak, din önderleri ve liderleri tarihsel olarak hep devletlerin kontrolü altında olmuştur. Sünnilikte 4 ana kol bulunmaktadır: Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki. Sünniliğin farklı merkezleri olmakla birlikte, tarihsel açıdan en önemli 3 Sünni devlet Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır olarak sıralanabilir.
11. ve 15. yüzyıllar arasında İslam tarihindeki en önemli gelişme, savaşçı Türklerin İslamiyet’i yaygın şekilde benimsemeleridir. Türkler, Abbasiler döneminde de paralı asker olarak İslamiyet’e hizmet etmişlerdir. 11. yüzyılda ise, Selçuklular adıyla bilinen bir Türk devleti İran üzerinde hâkimiyet sağlamıştır. Abbasi Halifesi 1055’te Selçuklu liderini Bağdat’ta askeri ve idari yönetimi ele almaya davet edince, Türkler, İslam geleneğinin savunucusu oldular. Selçuklular büyük bir İmparatorluk kurdular ve 1071 Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya girdiler. Ancak ilk yıllarındaki başarılarına karşın, zamanla Selçukluların merkezi otoritesi zayıfladı ve küçük beylikler ortaya çıktı. Lakin bu dönemin sanat, eğitim ve bilim alanındaki çalışmaları Türk-İslam medeniyeti açısından çok önemlidir. Nizamülmülk’ün kurduğu medrese sistemi sayesinde Sünni İslam ekolünü yeniden güçlendiren Selçuklular, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna da zemin hazırlamıştır. Selçuklular’dan sonra Haçlılar da Anadolu ve Ortadoğu’ya girmişlerdir. Burada 4 Latin Krallığı kuran ve Batı’dan gelen Haçlılar dışında, doğudan gelen tehlike ise Moğollar olmuştur. Moğollar İran ve Irak’ı yakıp yıkmıştır. İlk istila dalgası 1200’lerde Cengiz Han döneminde başlamıştır. Cengiz Han’ın oğlu Hülagü döneminde 1256’da ikinci dalga yaşanmıştır. 1258’de Moğollar Bağdat’ı yağmalamış ve İslam’ın sembolü olan hilafet kurumunu ortadan kaldırmışlardır.
Modern Ortadoğu Tarihi
Haçlılar ve Moğollar nedeniyle bir dönem sarsılan İslam uygarlığı, daha sonra Osmanlı ve Safevi İmparatorlukları’nın oluşmasıyla yeniden yükselişe geçti. Her iki İmparatorluk da İslam devleti özelliği gösteriyor, ancak kendi milli kültürlerinin de etkisiyle İslam medeniyetine artı değerler katıyorlardı. 13. yüzyıl Moğol istilası ardından kurulan küçük Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Devleti, savaşçı Türk geleneğiyle İslam inancını bütünleştirerek hızla büyümüştür. İslam’ı yaymayı temel alan “Gaza” düşüncesi ve “gazilik” ruhu Osmanlı’nın güçlenmesinde etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin küçük bir beylikten bir dünya devletine dönüşmesi sürecinde 3 başarılı askeri seferden söz edilebilir. Bunlardan ilki ve en önemlisi, kuşkusuz, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in (Sultan II. Mehmed) Bizans’ı yıkarak İstanbul’u fethetmesidir. Osmanlı’nın yeni başkenti olan İstanbul, kısa sürede Osmanlı yönetiminde büyük bir kozmopolit merkez haline gelmiş ve Fatih’in İmparatorluk şuuru sayesinde evrensel bir nitelik kazanmıştır. Nitekim 16. yüzyılda 700.000 civarında nüfusuyla Avrupa’nın en hareketli ve görkemli şehirlerden biri haline gelen İstanbul, aynı zamanda mimarisiyle de o dönemde dünyanın en üstün şehri kabul ediliyordu. Özellikle Saray mimarı olan Mimar Sinan’ın yapıtları, daha o dönemlerde büyük bir şöhret kazanmaya başlamıştı. İstanbul’un fethi sayesinde, Osmanlılar, Karadeniz ve Doğu Akdeniz’i hâkimiyetleri altına almak için büyük bir fırsat yakaladılar. Ancak bu konuda bir eksiklikleri vardı; iyi bir donanmaları yoktu. Bu nedenle, Osmanlılar, kısa sürede güçlü bir donanma kurma işine giriştiler. Bu sayede, kısa sürede Rodos (1522), Cezayir (1529), Kıbrıs (1570) ve Tunus (1574) fethedildi. 16. ve 17. yüzyıllarda dünyanın en önemli askeri güçlerinden biri olan Osmanlılar, hem Batı, hem de Doğu yönünde uzun yıllar boyunca genişlemiştir. Nitekim Osmanlı tarihi açısından ikinci büyük askeri başarı, Yavuz Sultan Selim’in 1516-1517 yıllarındaki askeri zaferleridir. Bu zaferler sayesinde, Memlûkleri mağlup eden Türkler, Mısır ve Suriye’yi ele geçirdiler ve kutsal emanetleri aldılar. Bu sayede, kısa sürede Osmanlılar Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin koruyucusu ve bir anlamda İslam hilafetinin yeni temsilcisi oldular. Üçüncü önemli askeri zafer ise, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avrupa’ya düzenlenen seferle oldu. 1520’lerde, Kanuni, Belgrad ve Budapeşte başta olmak üzere Orta ve Doğu Avrupa’daki en önemli şehirleri Osmanlı topraklarına kattı. Hatta Viyana’yı bile kuşattılar; ancak Avrupalıları korkudan dehşete düşüren bu kuşatma başarıyla sonuçlanmadı. Kanuni Sultan Süleyman’ın fetihleriyle, Osmanlı Devleti, gücünün ve sınırlarının zirvesine ulaştı.
Osmanlı Sultanları, genel olarak mutlakiyetçi, bürokratik ve tarıma dayalı bir İmparatorluğa hükmettiler. Bazı bilimadamlarınca “din-tarım İmparatorluğu” olarak tasnif edilen bu yapı, şaşılacak şekilde uzun süreli ve başarılı olmuştur. Bunun sebepleri üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. William L. Cleveland’a göre, Osmanlı’nın başarısının sırrı, farklı din ve kültürden halklara esnek yönetim anlayışı doğrultusunda haklar ve imtiyazlar vermesidir. Birçok araştırmacı, özünde bir İslam devleti olan Osmanlı’nın pragmatizmine hayran kalmıştır. Zira Osmanlı Devleti, fethettikleri topraklardaki halkların yerel gelenek ve göreneklerine karışmamış ve onları zorla İslam dinine döndürmek için de büyük bir çaba içerisine girmemiştir. Farklı olanlara yönelik “hoşgörü”, Osmanlı’nın başarısındaki anahtar kelimeydi. Ayrıca yönetici seçkin sınıfın (askeri) iyi yetişmiş olması da Osmanlı’nın başarısındaki bir diğer önemli etkendi. Büyük ve evrensel bir İmparatorluk gibi hareket eden Osmanlı Devleti, ayrıca devşirme sistemi sayesinde eşi-benzeri olmayan başarılı bir bürokrat yetiştirme modeli de keşfetmiştir. Arapça ve Farsça karışımı Osmanlıca’yı iyi bilen Osmanlı devlet adamları ve bürokratları, İslam kültürünü de çok iyi bilir ve Kuran’ı Arapça okuyabilirlerdi. Bu dönemde Osmanlı kimliği gelişmiş, Türklük kavramı ise arka planda kalmış ve daha çok cahil köylüler için kullanılır olmuştur.
Osmanlı Devleti, temelde 3 önemli kurumsal yapıdan oluşuyordu: askeriye, memurlar, dini yapı. Ayrıca yöneten (askeri sınıf) ve yönetilenler (reaya ve tebaa) arasında da katı bir ayrım vardı. Askeri içerisinde Saray ordusu olarak bilinen Yeniçeriler en önemli güçtü. Disiplinli ve profesyonel bir ordu olan Yeniçerilerin evlenmeleri ve ticaret yapmaları yasaktı. Ayrıca kendilerine özgü bir dini anlayışları vardı ve çoğu devşirme sisteminden yetişen gayrimüslim çocuklardan oluşuyordu. Tımarlı Sipahiler ise Osmanlı’nın taşra ordusuydu. Askeri sistemle ekonomik sistemi birleştiren tımar düzeni sayesinde, devlet, topraklarında sürekli asker besletiyor ve savaş zamanı bunları cepheye gönderebiliyordu. Osmanlı Devleti’nin bürokrasisi de hayli gelişmişti; memur olarak görev yapan kişilere “kalem efendisi” adı verilir ve birçok şeyin kaydı tutulurdu. Din kurumu ise ulema tarafından yönetilirdi. Ulema ve özellikle onun başı olan Şeyhülislam güçlü de olsa, Sultan karşısında yetkisizdi. Bu nedenle, Osmanlı Devleti bir teokrasiden çok monarşiye daha yakındı. Ayrıca Osmanlı’da uygulanan “millet sistemi” de farklı millet ve dinden olanları barış içerisinde yaşatmak amacıyla oluşturulmuş bir yönetim biçimiydi. 16. yüzyılda İstanbul’un yüzde 32’sinin Hıristiyan, yüzde 10’unun Yahudilerden oluştuğu da düşünülürse, “millet sistemi” bir tercihten ziyade zorunluluktu ve dönemi için başarılı bir modeldi. Bu şekilde, her din grubuna Sultan’ın onayıyla kendi din büyüklerini belirleme hakkı verilmiş ve bu sayede devlete aidiyet duygusu arttırılmıştı.
Ancak Osmanlı Devleti, Orta Çağ’da gösterdiği büyük başarılara karşın, sonraki dönemde yavaş yavaş duraklamış, gerilemiş ve sonra da çöküşe geçmiştir. Bu noktada, Cleveland, birçok tarihçi gibi kapitülasyon olarak bilinen ve İmparatorluğun güçlü döneminde Avrupalı tüccar ve devletlere verilen ticari imtiyazların devleti ekonomik olarak yıkıcı etkisinden söz etmektedir. Millet sisteminin ulusçuluk (milliyetçilik) çağında işlememeye ve Hıristiyan nüfusun devlete aidiyetinin azalmaya başlaması da bir diğer ciddi sorundu. İçerideki diğer sorunlar (beceriksiz Padişahlar, taht kavgaları, Yeniçerilerin politize olması, iç isyanlar vs.) da bunlarla birleşince, Osmanlı Devleti sürekli bir durgunluğa girdi. Bu durum, kısa sürede askeri başarısızlıklarla da tescil edilmeye başlandı. Bir dönem her girdiği savaşı kazanan Osmanlılar, artık birçok savaşta yenilmeye başladılar. Özellikle Rusya ve büyük Avrupalı devletlerle girişilen savaşlarda neredeyse hiç ciddi zafer kazanılamamaya başlandı. Sonuçta, Osmanlı İmparatorluğu tüm görkemiyle birlikte 20. yüzyıl başlarında tarihin tozlu sayfaları arasında yerini aldı. Buna karşın, İslam uygarlığı ve Türk tarihi açısından bu devletin eşsiz bir konumu bulunmaktadır.
Osmanlı’ya benzer şekilde, aynı dönemlerde İran coğrafyasında da Safevi İmparatorluğu (1501-1736) kurulmuştur. Kürt veya Türk kökenli olduğu düşünülen Safeviler, zamanla Azerbaycan ve İran’da etkili oldular. Şah İsmail (1494-1524), 7 yaşında bir tarikatın başına geçmiş ve zamanla büyük bir İmparatorluk kurmuştur. 1501’de Tebriz şehrini ele geçiren İsmail, kendini Şah ilan etmiştir. İsmail, 1510’da Türk aşiretlerini yenerek doğu İran’ı da ele geçirdi. Şah İsmail’i bazı Anadolu aşiretleri ve Türk beyleri de Osmanlı karşısında desteklediler. Ancak İsmail’in Çaldıran Savaşı’nda 1514 yılında Osmanlı karşısında aldığı yenilgi, Safevileri bir süre duraklattı. Ateşli bir Şii olan Şah İsmail, Şiiliği politik bir güç olarak konumlandırmayı başardı (resmi din haline getirdi) ve yeniden kısa sürede toparlanarak büyük bir İmparatorluk kurdu. İsmail, Sünni tarikatları ortadan kaldırdı ve Şii olmayanları öldürerek devletini bir Şia devletine dönüştürdü. İran’da o dönemde henüz bir Şii dini kurumu olmadığından, Lübnan’dan Şii ulemasını ülkesine getirdi ve böyle bir kurum oluşturdu. Şah İsmail döneminde, 12 İmam Şiiliği resmi doktrin haline geldi ve İran halkı diğer Müslüman halklardan kalıcı şekilde ayrıştı. Ancak bu durum, İran’la Osmanlı’yı ve diğer Sünni devletleri de otomatik olarak rakip haline getirdi.
Şah İsmail ve sonrasında, Safevilerin en büyük sorunu Kızılbaş aşiretlerinin bölünmüşlüğü olmuştur. Şah Abbas döneminde bu sorun kısmen çözülebildi ve İmparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı. Bağdat’ı geri alan Abbas, ayrıca İsfahan’ı dünyanın o dönemdeki en güzel ve canlı şehirlerinden biri haline getirdi. Abbas, Kızılbaş beylerini kontrol altına alma ihtiyacı hissederek, Kafkasya seferlerinden elde edilen ve Müslüman yapılan Hıristiyan kölelerden oluşan düzenli bir ordu kurdu. Bu, Osmanlı köle ordusu Yeniçeriler’in bir benzeriydi. Zamanla 37.000 kişiye ulaşan bu ordu, savaşlarda önemli başarılar kazandı. Safevi hanedanı, Abbas’tan sonra sadece bir tek etkili hükümdara sahip olduysa da, onun kurduğu sistem sayesinde daha uzunca süre devam etti. Ancak 1722’de Safevi hanedanı son buldu. Safeviler sonrasında İran’da uzun bir adem-i merkeziyetçilik dönemi başladı. 1794’te Fethi Ali Şah Kaçar Devleti’ni kurana kadar bu durum devam etti.
Sonuç olarak, bu yazıda birinci bölümü özetlenen William L. Cleveland’ın Modern Ortadoğu Tarihi adlı eseri, Ortadoğu Tarihi konusunda derslerde okutulabilecek iyi bir çalışmadır. Kitabın Türkçe çevirisinde birkaç ufak hata olsa da (Dört Halife’nin öldürülmesiyle ilgili bilgiler de maddi hata da vardır), genel olarak çeviri iyi ve okunaklıdır. Ayrıca kitap daha çok İslam dini ve tarihine dair fazla bilgi sahibi olmayan Amerikalı okurlar için yazıldığı için, bakış açısı gayet nesneldir. Bu nedenle, bu kitabın derslerde okutulması rahatlıkla tavsiye edilebilir.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ