7 Mayıs 2021’den beri Mescid-i Aksa’dan gelen haberler, ne yazık ki yine kan ve gözyaşıyla dolu bir ortamı yansıtıyor. İsrail güvenlik güçlerinin Mescid-i Aksa’da namaz kılan Müslüman halka ses bombaları ve silahlarla saldırmaları, Kadir Gecesi’nden bir gün önceki toplu ibadette yaşananların ardından Kadir Gecesi’nde (8 Mayıs 2021) İsrail kolluk kuvvetlerinin kullandığı şiddetin artması, nihayetinde 10 Mayıs’ta işin iyice çığrından çıkıp, yaralı Filistinliler’in sayısının artmasının yanı sıra Mescid-i Aksa’dan yükselen alevler, süreci neredeyse özetleyen bir çerçeveye savruldu. Öte yandan, Gazze’den İsrail’e yönelik füze atışları, İsrail’in 24 Filistinli’nin ölümüne neden olan Gazze’ye yönelik karşı saldırıları derken, İsrail hükümetinin tetiklediği bir şiddet sarmalıyla, bölgeyi ve tüm dünyayı muhatap kılan bir girdapla karşı karşıya kaldık. Peki, neden 10 Mayıs Pazartesi bu durumda kanlı bir kilometre taşı oldu? Hem tarihsel zemin, hem de günümüzdeki siyasetin sentezi olan yeni durumu çözümlemeye çalışalım.
İsrail’in Trump döneminde ABD nezdinde kazandığı önemli avantajlar oluştu. Trump yönetiminin hem tüm Kudüs’ü, daha önce kabul edilen bir yasayı yürürlüğe koyarak, İsrail’in başkenti olarak tanıması, hem de Suriye’den 1967’de İsrail tarafından işgal edilen Golan Tepeleri’ni İsrail toprağı kabul etmesi, Wilson ilkelerinden beri kabul edilen bir düsturu yerle bir etti. Fiili duruma müdahale etmeyen uluslararası sistem, en azından kâğıt üzerinde, işgal yoluyla toprak kazanımına karşı idi. 1648 Westphalia’daki temel kabulleri de yadsıyan bu anlayış, güçlü olanın haklı olduğu Ortaçağ anlayışını -üstelik siyasi sistemin başat unsuru ABD ile- ortaya koydu. Eğer Trump’ın siyasi ömrü yetseydi, Batı Şeria’nın tamamının İsrail tarafından ilhakı ABD tarafından benimsenecek, damat Jared Kushner’in 50 milyar ABD doları tutarındaki finansmanı zemininde, “parası neyse veririz” bakışı, “Yüzyılın Antlaşması” ile, ekonomik bir vizyonla Filistin konusu “satın alınacak” idi. Buradaki haksızlık, 1897 Siyonizm Kongresi’ndeki “kolektif toprak satın alma” stratejisinde de görülmüştü. Aslında bu bir propaganda idi; zira toprak satın almalar, iddia edildiği gibi, o kadar da yüksek bir aşamaya ulaşmadı. Hagana ve İrgun çeteleri de dahil, İngiltere mandası altında yaşanan katliamlar görmezden gelinerek “parası bastırılarak bir devlet kurulduğu” savı, bugün de, yakın geçmişe, “Yüzyılın Anlaşması” bakışına kadar dayandı. Bu anlaşma anımsandığı takdirde, Batı Şeria ve Gazze arasında yer altı tünelleriyle ulaşımın sağlanmasını öngörüyor, Filistin’i “Filistinsizleştirme” siyaseti uygulamaya giriyordu (https://www.aa.com.tr/en/energy/energy-diplomacy/us-to-announce-deal-of-the-century-soon-kushner/20593). Yine Trump döneminde, “İbrahim Anlaşması” ile, Bahreyn, BAE, Umman dahil İsrail’i tanıyan, ilişkisi normalleşen ülkeler, İsrail’in yalnızlığını aşmasına vesile olurken, aynı zamanda, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nden, Basra Körfezi’ne uzanan bir denklemde, “21. yüzyılın Bağdat Paktı”nda, İsrail’i merkezi bir konuma getiriyordu (https://www.state.gov/the-abraham-accords/). Bunun en somut yansıması da, Şubat 2021’de adı geçen ülkelerin bir araya geldiği Philia Forumu’nda görüldü (https://www.mfa.gr/en/philia-forum-en.html). Bir yıl öncesine gidildiğinde ise, Ocak 2020’de “Doğal Gaz Forumu”nda, Filistin Otoritesi’nin de gözlemci olduğu oluşumda görüldü (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54252161).
Biden döneminde İsrail Başbakanı Netanyahu, kendisine yeni siyasal kredilerin açılmayacağını tahmin edebiliyordu. Obama’nın 2. döneminde, o zamanki Cumhuriyetçi çoğunluğun davetiyle ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada, Bibi, Obama’yı yerden yere vurmuş, Obama ile yıldızı pek barışmamıştı. Ancak 3. Obama dönemi adı verilen Biden döneminde, Trump dönemindeki kazanımları ile muhatap olan Netanyahu, 1 yılda 4 seçimle hükümeti devam etmesine karşın, kendi siyasal çoğunluğunu sağlayacak bir hükümet oluşturamadı. Öte yandan, hükümeti kurma görevi, yakın rakibi Yair Lapid’e verildi. Netanyahu, 2021 yazında 5. seçime gidecek bir siyasal kaosta, fanatik Yahudi partileri koalisyon ortağı olarak almayı, siyasi konumunu yeniden güçlendirmeye çalışmaktadır. İşte tam da bu ortamda, 7 Mayıs’taki olaylar akla gelmektedir. Trump’ın “kıyakları” ile, “iki devletli çözüm”den kağıt üzerinde de uzaklaştığını hisseden Netanyahu, Filistin’i “buharlaştırmak” gibi bir momentumu yakaladığını hissetmektedir.
Güncel siyasal tartışmalarda, bir yandan da yıllardan beri İsrail’in devam eden devlet politikasının izleri vardır. Sözgelimi Kudüs’te Mescid-i Aksa’ya yakın, hakları Ürdün kontrolündeyken, BM tarafından garanti altına alınan Filistinli ailelerin, Şeyh Cerrah mahallesindeki mülkiyet ilişkilerinin yerleşimciler tarafından zorla el değiştirilmesi, mahalle sakinlerinin taciz edilmesi, uluslararası bir konunun, İsrail ulusal yargısı eliyle, mülkiyet haklarının tasfiye edilmesi gibi bir bilançoyu ifade etmiştir. “Yerleşimci politikası”, Netanyahu eliyle, Batı Şeria’da son zamanlarda, daha da yoğunlaşan bir iskan politikası, mülkiyet ve toprakları zorla el değiştirme siyasetinde de uygulanan bir devlet siyasetidir. Netanyahu’dan çok önce, 1967’den beri de uygulanagelmektedir. Benzer bir yaklaşım, Gazze’de de vardı ancak Şaron’un Başbakanlığında, 2005’te “tek taraflı barış süreci” işletilirken, Gazze’den hem İsrail Ordusu, hem de İsrail Ordusu’nun operasyonlarında, “yerleşimciler” geri çekildi.
Gelinen son aşamada, Filistin gerçeği tamamen tasfiye edilmeye çalışılırken, sıra Müslümanlar’ın “ilk kıblesi”, Mekke’den sonraki en kutsal mekanları Mescid-i Aksa’nın “Filistinsiz” ve “Müslümansız” hale getirilmesi yaklaşımında görülmektedir. 25 Şubat 1994’teki saldırılardan sonra, önce kapatılan, sonra üçte ikisi Sinagog, üçte biri Cami olarak kullanılmaya başlanan El Halil kentindeki Halil İbrahim Cami modeli, 10 Mayıs’taki “Birleşik Kudüs Günü” yürüyüşü ve İsrail güvenlik kuvvetlerinin operasyonu ile Mescid-i Aksa’da gündeme gelir mi endişesi gündeme gelmiştir. Netanyahu’nun siyasi ihtirasla geldiği zeminde, 10 Şubat 2021’de, kameralara yansıyan Mescid-i Aksa’daki duman, bir çağ yangınını değil, çağların yangınını sembolize etmektedir. Yıllardan beri süren kazı çalışmalarında, Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs Sahra’nın bulunduğu Haremüşşerif’in altının oyulduğu, 5 şiddetindeki bir depremde yıkılacağı, yerine Süleyman Mabedi’nin tekrar ortaya çıkartılacağı, Yahudiler’in Tapınak Dağı dedikleri yerin, kimliğinin tamamen değişeceği algısı, Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezini akıllara getirmektedir.
Bu aşamada, artacak şiddet sarmalı, sadece İsrail-Filistin boyutunda değil, İsrail’in Doğu Akdeniz’den Basra’ya uzanan, ABD, Batı ve Arap rejimleri tarafından desteklenen konumunda anlaşılmalıdır. İki devletli çözüm perspektifinin gün geçtikçe kaybolduğu, dinsel-tarihsel mirasın yok edileceği ya da el değiştireceği bir aşama, bölge ve dünya barışı açısından kabul edilemez, geri dönülemez bir noktayı işaret etmektedir. Çözüm, 1967 sınırlarına dönüldüğü, iki devletli çözümün gerçekleştiği, başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletinin kurulduğu, İsrail-Filistin’in bu minvalde iyi komşuluk ilişkileri yaşadığı, kutsallara dokunulmadığı, kalıcı çözüm anlayışının uzlaşma ile yaşama geçtiği bir temelde olmalıdır.
Ne yazık ki, çözüm bu çerçevede uzak gözükmekte, Netanyahu’nun İsrail’de, Dahlan’ın Filistin’de seçim kazanması, Mahmut Abbas’ın seçimleri ertelemesi bağlamında, olan Filistinliler’e olmakta, her tür şiddet meşru bir yüzeye oturtulmaktadır. Yeri gelmişken söyleyeyim, 1963-1974 arasında Kıbrıs Türkleri’ne yaşananlar aklıma geldiğinde, Türkiye’nin konumu ve çözümdeki durumu daha iyi anlaşılmaktadır. Arap ülkelerinin İbrahim Anlaşması’ndaki durumunu bir tarafa bırakalım, diplomasideki edilgenlikleri bile, tarihte ibret dosyasında yer alacaktır.
Doç. Dr. Deniz TANSİ