Albert Einstein, milliyetçiliği “insanlığın çocukluk hastalığı” olarak tanımlar. Çocukluktan kasıt, muhtemelen olgunlaşmamış bir “ben merkezciliğinin” dışa vurumudur. Tabii Einstein gibi Yahudi kökenli bir Alman’ın, milliyetçiliğin başlangıcındaki tarihsel misyonunun zamanla birçok yerde olgunlaşamamasının sancıları açısından bu şekilde tanımlaması isabetli bir çıkarımdır. Fakat bu kavramın aynı zamanda milletlerin varoluş aşamasında feodal toplumdan modern topluma geçişini sağlayan (zamanın değişimi içerisindeki) dinamo niteliklerini de unutmamak gerekir. Yani tarihsel kırılma noktalarında, milliyetçilik, dünyada yeni bir dönemin başlamasında en fazla işlevselliği olan unsurlardan birisiydi.
1860’lı ve 70’li yıllarda Avrupa’daki küçük devletçiklerin ulusal kültür ve ulusal dil çerçevesinde bir araya gelmesiyle İtalya ve Almanya gibi büyük devletlerin kurulmasında milliyetçiliğin büyük etkisi vardır. Ayrıca Asya ve Afrika’nın sömürge altındaki ülkelerinde sömürge karşıtlığıyla içice giren bir kavram olan milliyetçilik buralarda aynı zamanda özgürlük ve bağımsızlık bilincinin de en önemli tetikleyici unsuruydu.
“Milliyetçilik” sayesinde bir milleti oluşturan bireylerin bağlı bulundukları toplum dinamikleri içerisinde başlarında herhangi bir feodal veya monarşik güç olmadan da o “değeri” hak edebileceklerini, bu öz güvene sahip olabilmeleri açısından kendi önemlerini hissettiren ve ulusun biricikliği romantizmiyle “ortalamanın üstü etkisi“[i] yaratan bir toplumsal hafıza inşa edilmiştir. Bu perspektifte, öncelikle ulusal kültürün ve bilincin, özellikle de bir merkeze oturtulan ulusal dilin eşsiz rolü sıklıkla vurgulanmıştır. Ki bu kavram ortaya çıktığı şartlar doğrultusunda zamanın gerisinde kalan bir önceki süreci atlatıp yeni bir dönemi başlatabilmek için olmazsa olmaz bir bağımsızlık ve özgürlük dinamosu görevi üstlenmiştir. Böylece Fransız Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’na kadarki süreçte modern toplumların inşasında milliyetçilik çok önemli bir değişim ve motivasyon aracı olmuştur.
Asıl trajedi ise; bu kavramın varoluş gerekçesi bile bir toplumsal değişimin öncülüğünü etmek ve yeni bir dönemi başlatmak iken, zamanla bu kavram da ardılları gibi gücü kendi ekseninde toplayanlar tarafından bir statüko sopasına dönüşmüştür. Dolayısıyla, Avrupa’da en zirve noktaya çıktığı zamanlar Faşizm denen illet bir kavramla tanışılmasına vesile olmuştur. Zira o zamanlar Nasyonal Sosyalistler gibi Avrupa’da hızla yükselen Faşizm, başlangıçta kendini sadece milliyetçiliğin bir çeşit versiyonu olarak tanıtmıştır.
Yeni bir çağın başlangıcında bir toplumun başlarında dini, feodal veya monarşik bir çobanı olmadan da var olabileceği modern bir düzenin inşasıyla beraber ulus gibi merkezi bir değer üzerinde ortaklaşıp bir arada yaşayabilme iradesini sağlayan bu kavramla insanlık ergenlik sürecini tamamlamıştır. Asıl sorun, artık bunun üzerine bir şeyler katabilme zamanının geldiğini fark edenlerle, edemeyenler arasındadır. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yeni dünya düzeninin sosyal evriminin gerisinde kalarak kendi içlerinde çatışarak yok olmak istemeyen toplumlar, bir arada tüm farklılıklarıyla beraber yaşayabilecekleri çok-kültürlülük realitelerini keşfetmişlerdir.
Post-modernizmin bir sonucu olan bu yeni toplumsal varoluş gerçekliğini kimileri sancısız, kimileriyse acı verici sancılı süreçlerle fark edebilmişlerdir. Fakat bu sancılı farkındalık çoğu kez bir kabullenme anlamına gelmemiş, aksine farklı bir gerçeklik üzerine varlığını inşa eden ve artık o “tek” bir modele sığamayan toplumlara karşı öfke ve nefrete dönüşmüştür. Zamanın ruhu içerisindeki gerekliliklerin bir sonucu olarak, biçilen eski kalıplara sığamayan farklılıkların varoluşsal refleksleri kriminal bir alana itilmiştir.
Sonuç olarak; özgüven aşılayan, değerini hissettiren, biricikleştiren ama eski haliyle artık içinde bulunulan çağın çok gerisinde kalan bu kavramın fetişleşmesi ötekileri yok etmek için kullanılan bir malzeme durumuna gelmiştir. Günümüzde bu değişen çağı ve bir arada yaşama pratiklerinin çeşitliliğini görmezden gelen tüm statükolar iflah olmaz sancılarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bolca iç mihrak, dış mihrak, vatan hainleri vs. gibi toplumsal paranoya boyutundaki tehditler, hep bu iflah olamaz sancıları bir türlü atlatamayıp sağlıklı bir memleket olamayan yerlerde patlak vermiştir. Nitekim 20. yüzyılın başındaki ulus devletlerin yetişme süreçlerinde yaşaması merkezi bir idare altındaki azınlıklarını asimile etmesine bağlıyken, bu yüzyılda sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesinin tek yolu gelişmiş demokrasilerdeki çeşitli örnekler gibi “ademi merkeziyetçi” bir çoğulculuğa büyüyen bir yetişkinliğe erişebilmesidir.
Nihayetinde bugün millet denen kavram 100 yıl öncekiyle aynı değildir. Millet kavramının bilişsel özü artık birbirine benzeyen insanlar olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla, milliyetçilik bir vatanı artık tüm farklılıklarıyla sevebilmek, farklı etnik ve dini kimliklerden farklı cinsel yönelimlere kadar bu vatan içerisindeki farklılıklardan haz etmese bile varlıklarını kabullenip aynı topraklarda hep beraber yaşayabilmek için çaba gösterebilmektir. Bugün çağımızda evrimleşen millet kavramı üzerinden yaşadığı topraklara dair en iyisini isteyen milliyetçi, ülkesi için en sevmediğine dahi tahammül edebilendir. Bu aşamaları olgunlaşarak tamamlayan tüm toplumlar gibi sadece bir tahammülle başlayacak bir süreç zamanla tüm farklılıkların birbirlerini anlamalarını sağlayacak diyalog kanallarının önünü açarak, şiddet döngülerini de sonlandırabilecek çok önemli bir fırsatın ilk adımıdır.
[i] Ortalamanın üstü etkisi: Araştırmalar insanların çoğunun kendilerini okul başarısı, iş performansı, zeka, popülerlik, sportiflik, liderlik, araba sürme becerisi ve daha pek çok konuda ortalamanın üstünde gördüğünü belgelemektedir. Çoğunluğun ortalamanın üstünde olması istatistiki açıdan mümkün olmadığından bu olgu benliğimizi değerli görme ihtiyacımızın bir uzantısı olarak görülür.
Özcan ÖĞÜT
MSc – Siyaset Bilimi – Güncel Demokrasiler, Milliyetçilik, Federalizm ve Çok-kültürlülük
Pompeu Fabra Üniversitesi – Barcelona