Tayvan National Chengchi Üniversitesi Doğu Asya Çalışmaları bölümünde misafir öğretim üyesi olarak bulunan ve Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde Dr. Öğretim Üyesi olarak görev yapan Dr. Ümit Alperen, lisans derecesini 2006 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden, yüksek lisans derecesini ise 2010 yılında Çin’in Şanghay şehrindeki Fudan Üniversitesi’nin Uluslararası Politika bölümünden almıştır. Alperen, doktora derecesini ise Prof. Dr. Timuçin Kodaman danışmanlığında hazırladığı “Çin dış politikasında İran” adlı teziyle Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler bölümünden 2016 yılında almıştır. Çin Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere Uzak Doğu coğrafyasındaki birçok ülkenin iç politikaları ve dış siyasetleri hakkında uzman bir isim olan Alperen, çeşitli akademik platformlar ve haber sitelerinde de zaman bölgesel analizlerini paylaşmaktadır. Dr. Ümit Alperen, aynı zamanda Ankara Politikalar Merkezi üyesidir.
Twitter: @AlperenUmit
***********************************************************************************
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Hocam merhaba. Son yıllarda uluslararası ekonomi ve siyasetin ağırlığının Asya-Pasifik veya Hint-Pasifik bölgesine kaymasına paralel olarak, akademide de gerek Türkiye, gerekse birçok diğer ülkede bu bölgedeki Çin gibi büyük ülkelerin siyasetlerine yoğun bir ilgi gözlemleniyor. Siz de Çin’de eğitim almış ve Çince bilen bir akademisyen olarak kuşkusuz Türkiye için önemli bir akademisyensiniz. Bu bağlamda, Çin’in son birkaç yılda Şi Cinping’in tartışmasız liderliğiyle birlikte geçirdiği dönüşüm ve Batı dünyasında Çin’in stratejik hasım haline getirilerek isminin NATO belgelerinde bile geçirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu konuda Çin’in artan askeri harcamaları ve Güney Çin Denizi’ndeki hareketlenmesi mi etkili oldu, yoksa Batı dünyasının ABD liderliğinde verdiği stratejik karar çerçevesinde mi Çin bir anda -özellikle 2018 Huawei skandalından başlayarak- hedef haline getirilmeye ve şeytanlaştırılmaya başlandı?
Dr. Ümit ALPEREN: Çin’in 1990’ların ortalarından itibaren ekonomik olarak yükselemesine temelde iki yaklaşım vardı. Bunlardan ilki, Çin’le angajman politikası izlendiğinde ve daha fazla ticaret yapıldığında Pekin’in Batı-merkezli uluslararası sistemin uyumlu bir üyesi olacağı yönündeydi. Dolayısıyla, liberal bir yaklaşım. İkinci yaklaşım ise, Mearsheimer’ın başını çektiği “offensive realist” (saldırgan gerçekçilik) yaklaşımı; yani uluslararası politikada büyük güçlerin büyük güç gibi davranacağı varsayımı idi. Çin’in uluslararası sisteme olan angajmanının artırarak 1980’ler itibari ile ekonomi temelli bir dış politika izlemesi, ilk yaklaşımı haklı çıkarıyor algısını oluşturdu. Ayrıca Çin’de ekonomik refahın artması da Çin Komünist Partisi’nin en büyük meşruiyet kaynaklarından birisi oldu
Diğer yandan, Çin’in küresel ekonomideki ağırlığının artması, küresel politikadaki ağırlığının artmasını da beraberinde getirdi. Pekin’in yaklaşımı bu noktada küresel ekonomik çıkarlarının korunabilmesi ve sürdürülebilmesi için politik gücünün de ortaya çıkarılması idi. Bu, olağan ve benim de şahsi olarak beklediğim bir süreçti. Fakat Şi Cinping’den önceki süreçte Çin’de kollektif bir yönetim anlayışı vardı. Gayrı resmi olarak, Başkan, eşitler arasında birinci idi. Fakat Şi ile birlikte Çin’de liderliğin merkezileştiğini ve gücün liderin şahsında toplandığını görüyoruz. Dolayısıyla, liderin karar-alma sürecindeki etkisini de artırdı. Bu da, Çin-ABD ve Çin’in küresel sistemde sorunlaştırma sürecini hızlandırdı. 2017’lerde başlayan süreci aslında ben 2025 sonrası bekliyordum.
Sözün özü, küresel hegemonik güç ABD, yükselen/yükselmiş güç Çin’i kendi sistemine bir tehdit olarak görüyor. Bir bakıma da bu durum modern dönemdeki “Tukidides Tuzağı“. Lakin karşılıklı küresel ekonomik bağımlılık, aktörlerin ani hareketlerini kaldıramayacak kadar hassas.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Çin’in artan ekonomik gücünü dengelemek adına ABD başta olmak üzere birçok Batılı ülkenin Hindistan üzerinde durdukları bir sır değil. ABD’nin Rusya’dan S-400 almasına rağmen yaptırımlardan muaf tuttuğu Hindistan’a, kendi Başbakanı da Hint asıllı Rishi Sunak olan Birleşik Krallık’ın Britanya İmparatorluğu döneminden büyük değer verdiği ortada. Buna son olarak bu yıl yapılan “Bastille Günü” kutlamalarına Hindistan Başbakanı Narendra Modi’yi davet eden Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron katıldı. Batı dünyası, Çin’i dengelemek adına sizce yeni dönemde Hindistan’ı nasıl yapılandırmak istiyor? Peki, sizin de geçtiğimiz gün bir ziyaret için gittiğiniz bu ülkenin dünyanın yeni üretim merkezi ve bir bölgesel güç olma ihtimali gerçekçi mi?
Dr. Ümit ALPEREN: 2000’lerden itibaren küresel sistem tartışmalarımız, genellikle Çin’in yükselişi ve ABD’ye meydan okuması ekseninde oldu. Evet Çin yükseldi, ama diğer güçler de yükseliyor. Hindistan örneğinde olduğu gibi. Hindistan önemli bir ülke, her şeyden önce ölçek açısından. Çin de ölçek açısından farklı bir kategoride. Nüfus, pazar büyüklüğü, üretim güçleri vb.
Haziran 2020’de Çin-Hindistan arasında iki ülke sınır hattında yer alan Galvan Vadisi çatışmalarına kadar ikili ilişkilerde ivme yukarı doğruydu. Şi ve Modi 2018’de Çin’in Wuhan kentinde “Wuhan Ruhu” adı altında iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi için gayr-ı resmi bir zirve başlatmışlardı. Bu, 2019’da da Hindistan’ın Chennai şehrinde devam etti. Fakat tabii çok sürmedi. Özellikle QUAD çerçevesinde, ABD ile Japonya, daha önce de Hindistan’ı Çin politikasında yanlarına çekmeye çalışsalar da, bunu başaramamışlardı. Fakat 2020 Haziran’ında Çin-Hindistan ilişkileri ters yüz oldu. Böylece Hindistan dış politikası da Hint-Pasifik’te Japonya ve ABD ile uyumlaşmaya başladı.
Hem ABD, hem de Japonya, Hint-Pasifik’te Hindistan’ı devasa ölçeği nedeniyle Çin’i dengeleyebilecek en önemli bölgesel güç olarak görüyorlar. Diğer yandan, Hindistan’ın Rusya ile olan ilişkilerine saygı gösteriyorlar ve bu konuyu Hint-Pasifik’teki ilişkilerinin dışında tutuyorlar. Bu, önemli bir husus. Muhtemelen ABD, Avrupa’da İngiltere, Doğu Asya’da Japonya ile olan özel ilişkilerine benzer şekilde Güney Asya’da da benzer şekilde Hindistan ile özel bir müttefiklik ilişkisi geliştirmeye çalışıyor. Modi’nin Haziran’daki Washington D.C. ziyaretindeki konular bu konudaki yaklaşımımı da destekler mahiyette. Bu ziyaret sonrasında (iki hafta sonra), Modi’nin ABD’nin iki önemli rakibi Rusya ve Çin’in liderlerinin katıldığı ŞİÖ zirvesine Başkanlık yapması da büyük bir prestij.
Hindistan ekonomisi son 10 yıldır istikrarlı bir şekilde ortalama yüzde 6’nın üzerinde yükseliyor. 2028’de dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olması bekleniyor. En büyük rakibi Çin’in nüfusu hızla yaşlanırken, Hindistan’ınki artıyor. Bu durum, Hindistan için kısmen dezavantaj iken, aynı zamanda emek-yoğun üretim gücü ve genişleyen bir pazar olabilmesi açısından önemli. Hindistan’ın yükselişini Çin’den ayırt edici diğer bir husus da, Çin’in yükselişinin karşısında ABD varken, Hindistan’ın yükselişi karşısında Çin var. ABD, İngiltere, Japonya ve Avustralya gibi uluslararası sistemin önde gelen ülkeleri Hindistan’ın yükselişini destekliyor. Bu durum da, Hindistan’ı özel bir konuma taşıyor. Hatta dengenin dengeleyicisi konumuna. Sanırım Soğuk Savaş’tan sonra uluslararası sistemde ilk defa bu kadar belirgin bir gelişmeye şahit oluyoruz.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Son dönemde ABD’nin etkisiyle QUAD ve AUKUS gibi girişimlerin hayata geçirildiğini ve NATO toplantılarına Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi güvenilir Batı müttefiklerinin davet edildiklerini görüyoruz. Uzak Asya’da şu an için askeri dengeler ne durumda ve Çin, hakikaten de bölge ülkeleri için bir tehdit oluşturuyor mu?
Dr. Ümit ALPEREN: Potansiyel bir tehdit her zaman mevcut. Fakat bu tehdidin trend olarak dinamik olduğunu söylemek çok mümkün değil. Bölgedeki bütün aktörler -Çin de- farkında ki, karşılıklı askeri tehdidin artması beraberinde bölgesel bir silahlanma yarışını ve dolayısıyla istikrarsızlığı getirecek. Örneğin, Çin’in askeri olarak bölgede daha açık bir tehdit olarak görünür olması, Japonya’nın da silahlanmasını kısıtlayıcı anayasasının 9. maddesini değiştirmesine neden olabilir. Bilindiği üzere, Japonya Ordusu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında öz-savunma anlayışı üzerine inşa edilmişti. Dolayısıyla, aksi bir durum Çin için bir kabus olur. Uzun yıllardır Doğu Asya bölgesi Kuzey Kore haricinde daha çok ekonomi ile küresel gündeme geliyor. Bölge ülkelerinin askeri alana yoğunlaşmaları ekonomiyi ve ticari ilişkileri arka plana atmalarını da beraberinde getirir. Bu durumda da orta ve uzun vadede bütün bölge ülkelerini olumsuz etkilemesi kaçınılmaz.
Ama belirttiğiniz husus da önemli; bölgedeki trend önümüzdeki yıllarda Hint-Pasifik’te ekonomik konulardan daha çok askeri konularla gündeme gelecek. Altran alta bu yönde bir gelişme var. Sizin de ifade ettiğiniz gibi QUAD ve AUKUS bir başlangıçtı, Japonya ve Güney Kore’nin NATO ile etkileşimlerini artırmaya devam etmesi de gelecek dönemi analiz etmek için önemli veriler. Özellikle Güney Kore uzun yıllardır Çin ile olan yoğun ekonomik ilişkileri nedeniyle Çin-ABD arasında bir ‘denge politikası’ izlemeye çalışıyordu. Tabii bunda Kuzey Kore konusu da etkili oluyor. Güney Kore’nin QUAD, AUKUS ve özellikle NATO ile yakın teması bölgesel askeri gelişmeler açısından bir turnusol kağıdı görevi görüyor.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, barışçıl yolların tercih edileceğini belirterek, Tayvan’la birleşme konusunda kararlı mesajlar veriyor. Çin’in Tayvan konusunda izleyeceği strateji ne olabilir? Sizce Pekin, Batılı bazı düşünce kuruluşlarında iddia edildiği gibi bir işgal ya da abluka gibi politikalarına yönelebilir mi? Böyle bir ihtimal yoksa, Pekin, Hong Kong modeli bir birleşme yönünde Tayvan’da neler yapabilir?
Dr. Ümit ALPEREN: Şi’nin Tayvan konusundaki mesajları dönemsel olarak değişiyor. Barışçıl birleşme yoğunluklar dile getirilse de, zaman zaman “her türlü seçenek masada” ifadelerini de çeşitli düzeylerde duyuyoruz. Çin, 2049 yılına yani Çin Halk Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümüne kadar Tayvan’ı topraklarına katma hedefi koydu. Mevcut koşullarda bir askeri harekât zor görünüyor. Yukarıda da konuştuğumuz nedenlerle de yakında ilgili. Özellikle Rusya’nın Ukrayna işgaliyle Ukrayna’nın direnişi, Batı’nın topyekûn Rusya’ya tepkisi de Çin’i daha yumuşak bir politikaya sevk ediyor. Ama “Çin Tayvan’a askeri bir operasyon yapamaz, yapmaz” demek de çok zor. Malumunuz Rusya’nın da Ukrayna’yı işgal etmeyeceği de ağırlıklı bir yaklaşımdı. Bölgesel ve küresel gelişmeler çok hızlı, genel trend içerisinde süreci dikkatle izlemeli.
Tayvan’a özellikle askeri olarak denizden kısmi gevşek bir abluka Pelosi’nin ziyaretinden beri hissedilir derecede var. Tayvan ile Hong Kong benzeri bir birleşme mümkün değil. Hong Kong ve Tayvan her açıdan çok farklı iki sorun. Kısaca değinmek gerekirse, Hong Kong’un kendi egemenliği hiç olmadı. Birleşik Krallık’a bir süre çerçevesinde devredilmişti, sonrasında Çin’e geri döndü. Tayvan’da ise yönetimin hep kendi egemenliği oldu. Tabii bu geniş ve uzun bir konu.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Bu keyifli ve öğretici mülakat için size teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.
Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 28/07/2023