DOÇ. DR. OĞUZHAN GÖKSEL İLE SÖYLEŞİ: İKİNCİ YÜZYILINDA CUMHURİYET VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

upa-admin 01 Şubat 2024 595 Okunma 0
DOÇ. DR. OĞUZHAN GÖKSEL İLE SÖYLEŞİ: İKİNCİ YÜZYILINDA CUMHURİYET VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel, Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Daha öncesinde, Ekim 2014-Şubat 2021 tarihleri arasında İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde çalışmıştır. Ayrıca, Ocak 2018’den beri Britanya merkezli hakemli bir uluslararası dergi olan New Middle Eastern Studies‘de editörlük ve yayın kurulu üyeliği görevlerini üstlenmektedir. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden lisans derecesini almıştır. Çalışmalarına Britanya’da bulunan Durham Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde Orta Doğu alanında tamamladığı yüksek lisans derecesi ile devam eden Göksel, Durham Üniversitesi’nde hazırladığı “Assessing the Turkish Model: The Modernisation Trajectory of Turkey through the Lens of the Multiple Modernities Paradigm” başlıklı teziyle doktora çalışmalarını 2015 yılında tamamlamıştır. Modernleşme ve toplumsal değişim teorileri, karşılaştırmalı siyaset, kalkınmanın ekonomi politiği ve dış politika analizi konuları üzerine uzmanlaşan Göksel’in çeşitli uluslararası dergilerde ve kitaplarda yayınları bulunmaktadır. Göksel’in, 2018 yılında yayımlanan ve editörlüğünü Prof. Dr. Hüseyin Işıksal ile beraber yaptığı Turkey’s Relations with the Middle East: Political Encounters after the Arab Spring adlı kitabı, ünlü uluslararası yayınevi Springer tarafından basılmıştır.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Oğuzhan hocam merhaba. Genç kuşaktan en beğendiğim Türk akademisyenlerden biri olarak çalışmalarınızı ilgiyle takip ediyorum. Ayrıca editörlüğünü yaptığım kitaplara, Kurucu Genel Koordinatörlüğünü yaptığım Uluslararası Politika Akademisi’ne ve 2020 yılında yayın hayatına başlayan UPA Strategic Affairs dergisine katkılarınız nedeniyle de size teşekkürü bir borç biliyorum. Bu mülakatımızda hem akademik bilgilerinize başvurmak, hem de genç meslektaşlarımıza ve meslektaş adaylarımıza örnek olması açısından size bazı mesleki sorular yönelteceğim. Tekrar zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

Oğuzhan hocam, doktora derecenizi İngiltere’deki saygın yükseköğretim kurumu Durham Üniversitesi’nden aldınız. İngiltere’deki akademik yaşamı iyi biliyorsunuz. İngiltere ve Türkiye’deki yükseköğretimi kıyasladığımızda ne gibi farklılıklar göze çarpıyor? Sizce burada veya oradaki temel sorunlar nelerdir?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: Değerli Ozan Hocam, sizinle çeşitli kitap projelerinde iş birliği yapmak ve hem Uluslararası Politika Akademisi’ne, hem de editörlüğünü yaptığınız UPA Strategic Affairs dergisine katkıda bulunabilmek benim için şeref ve büyük bir mutluluk. Bir meslektaş olarak bana her daim gösterdiğiniz nazik ilgi ve destekten dolayı minnettarım. Bu fırsatlar için asıl ben çok teşekkür ederim.

Bahsettiğiniz gibi, bu ülkelerde hem öğrencilik yaptım, hem de öğretim üyesi olarak ikisinde de çalışma fırsatım oldu. Bu bağlamda, iki ülkenin yükseköğretim kurum ve kültürlerini kıyasladığımda birbirlerine üstün ve zayıf olduğu yönler var. Yani Türkiye’deki kamuoyunun ezici çoğunluğunun düşündüğünün aksine, İngiltere, kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’daki yükseköğrenimin her yönü ülkemize göre daha gelişmiş değil. Bu çok indirgemeci, hatta Oryantalist bir bakış açısıdır. Örneğin, İngiltere’de hâkim olan yükseköğrenim modeli hibrit/karma diye adlandırabileceğimiz bir sistemdir. Buna göre, üniversiteler, hem devlet tarafından yayın başarıları ölçüsünde finansal destek alıyorlar, hem de canı isteyen herkes Oxford, Cambridge ve LSE gibi saygın kurumlara dilediği miktarda bağış yapabiliyor. Bu durum, söz konusu bağışı gerçekleştiren özel sektör güçlerinin veya yabancı hükümetlerin bu prestijli kurumların istihdam davranışları ve hatta fikir özgürlüğü üzerinde belirli bir nüfuz sahibi olması anlamına geliyor. Tahmin edeceğiniz üzere, bu durumun çok ciddi tehlikeleri de var bilimsel üretim açısından; hele de siyaset, uluslararası ilişkiler ve ekonomi gibi sosyal bilimler bağlamında.

Türkiye’nin yükseköğrenimi ise, devlet üniversiteleri ve tamamen özel şahıslarca yönetilen vakıf üniversiteleri olarak keskin çizgilerle ayrıldığı için sistemimiz aslında – yani ülkede mevcut siyasi iktidardan bağımsız olarak düşündüğümüzde – teorik olarak akademisyenlerin ders ve yayın tercihlerinde daha özgür olabileceği bir yapıya sahip. Tabii bu teorik özgürlük alanı ülkede uzun yıllardır devam eden siyasi iktidarın tercihleri doğrultusunda genişliyor veya daraltılıyor. 2002-2013 yılları arasında görece geniş bir akademik özgürlük alanı varken, 2013’den günümüze tam tersi bir süreç tecrübe ediyoruz. Fakat bu olumsuz durum yükseköğrenim sistemimizin bizatihi kendisinden kaynaklanmıyor. İngiliz hibrit sisteminin ise kendisi – Türkiye’ye kıyasla hemen her açıdan çok daha gelişmiş bir Britanya demokrasisi içerisinde var olmasına rağmen – yapısal olarak sorun üretmeye meyilli bir model.

Ancak sanırım elimizde olanla yetinmek veya övünmek yerine asıl sahip olmamız gereken zihniyet hep eksik yanlarımıza odaklanıp, daha başarılı ülkelerden feyz alarak toplumumuzun kalkınmasına katkı sağlayabilmektir. Bu açıdan düşündüğümde, Türkiye’nin yükseköğrenimi İngiltere’ye kıyasla maalesef büyük zaaflardan mustarip. Konu başlıkları halinde değinecek olursam, şöyle bir kısa liste yapabilirim:

  • Akademisyenlerin ortalama gelir düzeylerinin özellikle son yıllarda ekonomiyi sarsan enflasyonun da etkisiyle mesleğin toplumsal katma değerinin oldukça altında kalmış olması. Bu durum, maalesef hızla mesleğin geleceğini ve saygınlığını tehdit edecek düzeylere varmaktadır.
  • Türkiye’deki sosyal bilimler yükseköğretiminin İngiltere’ye kıyasla halen büyük ölçüde didaktik ve yüzeysel olması. Toplumların ilerlemesini sağlayan yükseköğretim türü öğrencilere bu teoriyi veya şu formülü ezberletmekten ziyade, onlara mezun olduklarında hem kişisel hayat kalitelerini artırıcı, hem de iş pazarında karşılaşacakları sorunları çözmelerine yardımcı olacak somut beceriler kazandırmak olmalıdır. Mesela kendi başlarına güvenilir bilgilere dayalı araştırma yapmayı öğrenmek, topluluk önünde ilgi çekici bir sunum yapabilmek ve herhangi bir konuda mevcut fikirlerin ötesine geçip eleştirel analizler yapabilmek gibi becerileri sayabiliriz. Son on yılda akademisyenlerimiz arasında pedagoji konusunda bilinç düzeyi artmakta, ancak halen sosyal bilim müfredatlarının çoğunluğu belirli beceriler kazandırmaya değil zihinlere – çoğunlukla eskide kalmış – bilgileri aktarmaya yönelik olarak hazırlanıyor. Örneğin, 21.yüzyılın en büyük atılımlarından biri olmaya aday olan “büyük veri“yi elde edip bunları değerlendirmemize yardımcı olacak yazılımları (Python vb.) kullanma becerisine sahip ne kadar öğretim üyelerimiz ve öğrencilerimiz bulunuyor sosyal bilim fakültelerinde?
  • İngiltere’de büyük oranda çözülmüş, ancak ülkemizde kronikleşmiş nepotizm sorunu yükseköğretimimizde de etkisini hissettiriyor. Özellikle ülkemizin siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerinin birçoğunun – hatta kamuoyumuzca çok saygın kurumlar olarak nitelendirilenlerde dahi – istihdam tercihlerini yayın performansı gibi ölçülebilir bilimsel veriler yerine bölümde hakim olan gruba ideolojik yakınlık veya kafa dengi olmak gibi 21. yüzyılın yükseköğretiminde yeri olmaması gereken bir davranış tarzı belirliyor.

En iyisi bu soruya olan cevabımı bu noktada sonlandırayım, çünkü bu konu üzerine kütüphaneler dolduracak miktarda çalışmalar yazılabilir ve bizim buradaki alanımız kısıtlı.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’de hem bir vakıf üniversitesinde (İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi), hem de bir devlet üniversitesinde (Marmara Üniversitesi) çalıştınız. Vakıf-devlet üniversiteleri farkları ve akademisyenler açısından kolaylıklar ve zorluklar bağlamında bir değerlendirme yapmanız mümkün müdür?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: İlk olarak bu konuya dair akademik camia tarafından en iyi bilinen meseleyle yani özlük haklarıyla başlayabiliriz. Malum devlet üniversitelerinin akademisyen ve idareci çalışanlarına sağlayabildiği iş güvenliği, maaş zamlarındaki öngörülebilirlik, yeşil pasaport ayrıcalığı ve emeklilikte edinilen birtakım avantajlar vakıf üniversitelerinde bulunmuyor. Bu genel olarak doğru bir bilgi, ancak meselenin detaylarının vakıf üniversiteleri arasında radikal şekillerde değiştiğini de aklımızda tutmalıyız.

Örneğin, Koç Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi ve Özyeğin Üniversitesi gibi başat vakıf üniversiteleri akademisyenlerine devlet üniversitelerinin üzerinde ortalama maaş geliri, yayın ve konferans teşvik destekleri sağlayabiliyor. Ayrıca buralarda çalışan akademisyenlerin nesnel performans çıktılarını sağladıkları ölçüde belirli bir iş güvenliğine sahip olduğunu biliyoruz. Fakat bunlar gibi az sayıda olumlu örneğin ötesine bakacak olursak, vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğu devlet üniversiteleri karşısında ciddi zorluklar içeriyor. Birçoğu devletin altında veya yakın maaşlar sunarken, 9-18 saatleri arasında kart basma zorunluluğu veya devlette standart olan haftalık 10 saatlik ders yükünün en az iki katı ders saatlerini akademisyenlerin sırtına yükleyip, bir de üzerine yayın performansı bekliyorlar.

Özlük hakları konusunda vakıf üniversitelerinde yaygın görülen başka bir tuhaf durum ise, aynı işi yapan ve benzer profesyonel tecrübe/unvanlara sahip akademisyenler arasında nereden kaynaklandığı meçhul maaş farklarının bulunması. Birçok vakıf üniversitesinde yönetimler tarafından akademisyenlerin performanslarını ölçmek için hiçbir nesnel çalışma yapılmıyor; ders yüklerinin, idari görevlerinin, konferans ve yayın performanslarının genel bir bilançosu çıkarılmıyor. Ancak maaşlar arasında dramatik farklar olabiliyor ve bu kurumsal dayanışma kültürünü ciddi anlamda zedeleyebiliyor.

Yukarıda değindiklerimin ötesinde vakıf ile devlet üniversiteleri arasında tabii olarak öğrenci sayıları ve ortalama öğrenci giriş puanları açısından belirgin farklar var. Devlet üniversitelerinin en büyük zaafı genel olarak sosyal bilim bölümlerine her yıl kabul edilen öğrenci sayılarının en az 70 ile 150 arasında olmasıdır. Bu öğretim üyelerinin belirli becerileri (sunum yapmak gibi) öğrencilere kazandırması bağlamında ciddi bir sıkıntı yaratıyor. Vakıf üniversitelerinin çoğunluğu bu anlamda daha az öğrenci sayılarıyla avantajlıdır; ancak burada da sorun öğrenci giriş puanlarının burslu olanla olmayan aralarındaki dramatik farklardan ötürü büyük uçurumlar içermesidir. Öğrencilerin bilgi, beceri ve ilgi seviyeleri aralarında ortak bir bilişsel zeminde buluşmalarını engelleyecek düzeyde farklar olması vakıf üniversitelerinin yukarıda değindiğim en yüksek kalitede olanlarında dahi öğretim üyelerinin çözmekte zorlandığı büyük bir sorun teşkil ediyor.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Cumhuriyetin 100. Yılında Nasıl Bir Dış Politika? adlı editörlüğünü Eren Alper Yılmaz ile birlikte yaptığım 2023 Nobel Yayınları basımı kitapta, “İkinci Yüzyılın Türk Dış Politikası İçin Dersler ve Beklentiler” başlığı altında ilginç görüşlerinize yer verdiniz. Son dönemde Türk Dış Politikası’nda ortaya çıkan temel sorunlar sizce nelerdir? “Dünya beşten büyüktür” söylemleriyle sizce Türkiye planlı bir Üçüncü Dünyacı politikaya mı yöneliyor, yoksa bu iktidarın Batı ile ilişkilerde yaşadığı sorunlara yönelik daha taktiksel bir yönelim mi?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: Son dönemde Türk Dış Politikası’nda ortaya çıktığına inandığım sorunlarla, sorduğunuz soru, yani Türkiye’nin Üçüncü Dünyacı bir noktaya evirilip evirilmediği tartışması yakından bağlantılı. Ülkemiz dış politikasının özellikle son on yılda en çok vizyon ve sistem sıkıntılarından mustarip olduğunu gözlemliyorum. İktidar partisinin 20 yıldan fazladır adeta bir seçim kazanma makinesi olması; uzun vadeli dış politika hedefleri belirleyip, bunları elde etmemize yardımcı tutarlı davranışlar izlemekte de aynı mahareti gösterdiği anlamına gelmiyor. Bahsettiğiniz kitap bölümümde de değindiğim üzere, dış politikamız son yıllarda dozu giderek artan bir şekilde iç siyasete malzeme edilen popülist tavırlarla ilerliyor.

Belirli bir günde ülkemizi yakından ilgilendiren bir kriz her ne olursa olsun (örneğin Covid-19 salgını, İsrail-Filistin çatışması veya Rusya-Ukrayna Savaşı), konuya dair Ankara’nın aldığı dış politika kararları hemen her zaman iktidarın muhalefet karşısında mevzi elde etmesi temel amacı etrafında şekilleniyor. Ben, siyaset ve ekonomideki karar alma süreçlerinin seçkinci şekilde kapalı kapılar ardında teknokratlar tarafından – halktan asgari veya sıfır katılımla – yönetilmesini savunan biri değilim. Ancak dış politika gibi bir ülke vatandaşlarının mümkün olan en çoğunun çıkarlarını gözeterek (azami kamu yararı) kararlar alınmasının şart olduğu bir alanda Ankara’ya yön veren bakış açılarının sosyal medya kavgalarında ve miting meydanlarında kitlelerin kulağına hoş gelecek afaki söylemler üretme odaklı olmasından çok rahatsızım.

Kısa vadeli seçim yatırımları üreten bir dış politika tarzı uzun vadede başımıza çok büyük dertler açabiliyor. Tek bir güncel örnek verecek olursam, ABD-Türkiye-Yunanistan üçlüsü arasındaki savaş uçağı satış krizinin kökenlerini hatırlatmak isterim. Bir Rus savaş uçağı Türkiye-Suriye sınırında o günkü Davutoğlu hükümetinin emri veya izniyle uzun uzadıya soğukkanlılıkla düşünülmeden düşürüldü. Söz konusu karar, o günün siyasi gündeminde seçim miting meydanlarında ve sosyal medyada “Moskova’ya racon kesme başarısı” olarak sunuldu. Lakin bu anlık karar sonradan bizi mahcup edip, Rusya’dan özür dileme mahiyetinde S-400 hava savunma sistemleri satın almaya sürükledi; böylelikle Rusya ile süren diplomatik krizi başarıyla çözdüğümüzü düşündük. Ancak bu anlık çözüm de bizim NATO ülkeleriyle beraber üzerinde çalışılan, parasını ödemiş olduğumuz yüksek teknolojili modern F-35 savaş uçağı üretim projesinden çıkarılmamıza yol açtı. İşte şimdi bu kararlar silsilesinin bizi getirdiği noktada 40 yıllık F-16’ları yüksek satış fiyatlarına güçlükle satın alabiliyoruz, Ege-Doğu Akdeniz sahasındaki kadim rakibimiz Yunanistan ise görece oldukça uygun koşullarda F-35’ler elde ediyor ve de bize karşı muhtemel bir hava kuvvetleri çatışmasında ciddi ölçüde kıyaslamalı üstünlük elde ediyor. Plansız dış politika kararlarımızın işte bunun gibi daha çok sayıda ibretlik örneğini verebilirim. Maalesef bu dış politika sistemsizliği ne mecliste muhalefet tarafından gündeme getiriliyor, ne basında ciddiye alınıyor ne de kamuoyu arasında yeteri kadar tartışılıyor…

Sadede gelecek olursam; Türkiye’nin Üçüncü Dünyacılık, BRICS-yanlılığı vs. olarak tasarlanmış tutarlı bir dış politika stratejisi bulunmuyor. Dün söylenen sözler bugün unutuluyor, dış politikamız gündelik rüzgârlarla bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenip duruyor. Söz konusu durumun oluşmasında kamuoyumuzun çok büyük bir payı var. Sosyal medya üzerinde yaygın rastlanan dış politika tartışmaları “bak geçmişte Başbakan Ecevit ABD Başkanı (Clinton) karşısında el-pençe divan dururken, şimdi liderimiz onların karşısında bir bacağı diğerinin üzerinde rahat oturuyor” tipi akıllara durgunluk verecek kadar şekilci ve yüzeysel bir fikir düzeyinde sabitlenmiş. Dış politika üzerine düşünen, yazan çizen insani sermayemizin durumu buysa hükümete veya muhalefet partilerine kızmak sorunun asıl kaynağını ve sorumlularını aklamaktan başka bir işe yaramıyor. F-35 ile F-16 savaş uçaklarının kıyaslamalı analizi üzerine teknik uzmanlar tarafından üretilmiş bilimsel literatüre bakalım dediğinizde kitlelerce size yöneltilen yanıt onun yerine liderin bacağına, oturuş şekline bakalım oluyorsa, yukarıda özetlemeye çalıştığım sıkıntının kısa vadede çözümü için maalesef umut ışığı yok demektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Arap Baharı sürecinde Türkiye ve Avrupa merkezli yayınlarda “Türk modeli” kavramı öne çıkarılmış ve özellikle AK Parti iktidarının İslamcılık ve demokrasiyi harmanlayan yapısı övülerek, buna benzer rejimlerin İslam dünyasında da iktidara getirilebileceği ve bu sayede seküler diktatoryal askeri rejimler ya da monarşik rejimlere bir alternatif üretilebileceği düşünülmüştü. Ancak bu beklentiler pek de yerine gelmedi ve Ortadoğu coğrafyasında demokratikleşme yerine otoriterleşme hâkim oldu. Hatta bu süreçten Türkiye de etkilendi ve Gezi Parkı eylemleri sonrasında giderek demokrasi çıtasının düştüğü bir süreç yaşandı. Sizce bu süreçte neler yanlış gitti ve hangi hatalar yapıldı?

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: Sonda söyleyeceğimi bu sefer ilk başta söyleyeyim: Aslında bu çok yerinde bir soru, ancak buna verecek kısa ve öz bir yanıtım yok maalesef. Çok girift, sosyo-ekonomik, kültürel, sosyolojik boyutları olan bir araştırma sorunsalı bu; gerçek anlamda yalnızca çok kapsamlı ve multi-disipliner analizlerle anlaşılmaya başlanabilir. Türkiye’de demokratik erozyon üzerine benim de birkaç yayınla naçizane katkı vermeye çalıştığım geniş bir akademik literatür oluştu; ilgilenenlere tavsiye ederim.

Konuya dair fikrimi çok kısaca belirtmeye çalışayım: Ben de Türkiye’nin özellikle 2013 yılından – ve aslında daha da öncesinden – itibaren bir otoriterleşme süreci içerisinde olduğu tezine katılanlardanım. Ancak bizde gözlemlediğimiz bu olgu bana kalırsa Mısır, Suriye, Libya ve Tunus gibi sözde “Arap Baharı” ülkelerinde 2011’den sonra yaşanan başarısız demokratikleşme girişimlerinden çok ayrı düşünülmesi gereken bir süreçtir. Malum Ortadoğu’da Lübnan ve İsrail gibi görece eski demokratikleşme tecrübelerinin dışında hiçbir vasat demokrasi dahi bulunmuyor. Türkiye’de ise, anayasallaşma ve meşruti monarşi süreci 1876’da, Cumhuriyet rejimine geçiş 1923’de, çok-partili demokratik yarış mücadelesi ise 1950’de başladı. Arada yaşanan tüm askeri darbe kesintilerine rağmen artık 70 yılı aşmış, çok-sesli bir demokratikleşme olgumuz var.

Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutladığımız bu sene diyebiliriz ki, henüz dünya standartlarının üzerinde ileri düzey bir demokratik yapı oluşturmayı başaramadık. Malum Cumhuriyet olmak ile demokrasi olmak eşanlamlı değil. Fransa’da meşhur 1789 Devrimi’ni takiben 1792’de Cumhuriyet ilan edildi, ancak orada da modern dünyanın en eski demokratik Cumhuriyeti ABD’de de demokratik kurumların sağlamlaşması uzun zaman ve ateşli mücadelelerle mümkün olabildi. Örneğin, Afrikalı-Amerikalılar 1776’dan 1865’e kadar köle statüsündeyken, ancak 1960’lı 1970’li yıllarda beyaz çoğunlukla görece yakın sosyo-ekonomik haklar elde etmeye başladılar. Dolayısıyla, yaşadıklarımızdan bir toplum ve onun aydınları olarak sürekli yeni dersler çıkararak uzun demokrasi yolumuza yılmadan devam edeceğiz. Demokratikleşmenin bir karizmatik kurucu babanın tek başına kuramayacağı kadar zor bir kurumsal düzen olduğunu, yine bir karizmatik liderin de tek başına yıkamayacağı kadar derin bir kültür dünyası olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Bugün gönlümüzden geçen her şeyi gerçekleştirememiş olabiliriz, ancak ben yine de Türkiye’nin uzun vadeli rotasının Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki ülkelere çeşitli yönlerden ışık tutabilecek derecede evrensel – ancak kendine has bir tarihsel sürecin de ürünü olan – bir demokrasi ve insani kalkınma modeli üretmeye haiz olduğuna inanıyorum.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Oğuzhan hocam, Türkiye iç siyasetine dair de iyi bir okur olduğunuzu bilerek, önümüzdeki yerel seçimler öncesinde mevcut siyasi parti ve blokların durumu hakkında bir değerlendirmenizi rica ediyorum.

Doç. Dr. Oğuzhan Göksel: İşte en zor soruya söyleşinin en sonunda vardık! Türkiye siyasetinin 2024 yerel seçimleri arifesinde çok kaygan bir zemini var. 5 yıl önce 2019’da yapılmış olan bir önceki yerel seçimin sonuçları da daha çok kısa süre önce 2023’ün yaz başında yapılmış olan genel seçimler de 2024 seçimlerine ışık tutmuyor; çünkü bu son iki seçimde mevcut olan ittifaklar yapısı bugün tamamen alt üst olmuş durumda. Cumhur İttifakı, yükselmekte olduğu kimilerince düşünülen Yeniden Refah Partisi’nin diğer ittifak bileşenlerine karşı takındığı görece mesafeli tavır bir kenara bırakılırsa, büyük oranda birlikteliğini koruyor. Lideri olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarı sürdükçe de bu ittifak siyasetin temel aktörü olacak gibi görünüyor.

Millet İttifakı ise İYİ Parti’nin her seçim bölgesinde kendi adayını çıkartma kararı ve kendine temel rakip olarak iktidar partilerini değil de CHP’yi belirlemesinin ardından tamamen dağıldı. Güncel adı DEM Parti olan siyasi hareketi ise ikircikli bir tavır içerisinde gözlemliyoruz; bir taraftan parti liderliğinin CHP ile sürdürdüğü görüşmeler var, öte yandan ise Demirtaş ailesi ile iktidar zümrelerinin yapmış olabileceği sürpriz bir işbirliği iddiaları… Bu karmaşık tablonun üzerine özellikle metropollerde ağır hissedilen ekonomik krizin muhalefete avantaj sağladığı gerçeğini akılda tutalım, fakat CHP-İYİ gerilimine ek olarak CHP’de yaşanan Genel Başkan değişikliğinin getirdiği iç çalkantılar ve aday tartışmalarının ise iktidara avantaja olabileceğini varsayalım. Tüm bunların yanı sıra bir de seçim anket şirketlerinin hemen hepsinin son genel seçimde göstermiş oldukları başarısız performansı hatırlayalım. Mesela – hangi tarafa yakın olursa olsunlar – hiçbir anket şirketi MHP’nin yüzde 6-7’den fazla oy alabileceğini bilemedi. Yani bu şirketlerin çalışmaları da bizlere güvenilir bir veri seti sunmaktan çok uzak durumda.

Yukarıda bahsettiğim değişkenlerin hepsini alt alta topladığımda, benim zihnimde oluşan yerel seçim tablosu hiç berrak değil açıkçası. Belki de son yılların en bilinmezlerle dolu, birçok büyükşehirde en başa baş gitmeye müsait ve de muhtemel şokları barındıracak seçimlerine doğru hızla ilerlemekteyiz. Benim kendi adıma emin olduğum tek konu, İYİ Parti’nin bu seçimden hiçbir dikkate değer seçim bölgesi zaferi elde edemeyip, en büyük yenilgiyi alarak çıkacağıdır. Eğer İstanbul ve Ankara başta olmak üzere CHP-AKP (AK Parti) adaylarının sıkı sıkıya yarışacağı alanlarda muhtemel CHP yenilgileri çok küçük yüzdesel oranlar sonucu olarak ortaya çıkarsa da, İYİ Parti muhalif cenahta büyük bir cadı avının hedefi olacaktır. Ancak İYİ Parti’nin kâğıt üzerinde tecrübeli siyasi liderliğinin bizlerin gördüğü bu muhtemel tabloyu düşünememiş olma imkânları pek yok zannediyorum.

Doğal olarak, en yakından takip edilecek olan İstanbul ile Ankara seçimleri olacak; özellikle İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun – bu sefer çok daha dağınık ve hatta birbirine düşmüş muhalif partiler havuzuna rağmen – ikinci defa İBB’yi kazanması durumunda bir sonraki genel seçimin en iddialı olacak iki Cumhurbaşkanı adayından birinin belli olabileceğini düşünüyorum. Sonuç olarak, ciddi ölçüde çekişmeli geçecek yerel seçimlere dair analiz ve hatta tahminlerde bulunmaya çalışacak meslektaşlarımıza ve gazeteci arkadaşlarımıza can-ı gönülden sabırlar dilerim!

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam bu keyifli söyleşi için size teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim. Saygı ve sevgilerimle.

Tarih: 30/01/2024

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.