Yıllardır Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan bir Türk Siyaset Bilimi Profesörü olan M. Hakan Yavuz, 1987 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdikten sonra, 1987-1989 döneminde ABD’de Wisconsin Üniversitesi’nde “Ortadoğu ve Türkiye’de İslami Akımlar” konusunda doktorasını tamamlamıştır. Yavuz’un doktora çalışmasındaki akademik danışmanı ise CFR’nin (Dış İlişkiler Konseyi) üyelerinden Prof. Dr. Mervin Crawford Young olmuştur. Yavuz, liberal Wisconsin Üniversitesi’nden sonra, çok daha muhafazakâr yapıdaki Utah Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi bölümü ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi kadrolu Doçentliğe geçmiş ve burada Profesörlüğe yükselmiştir. 1989 yılında Kudüs Hebrew Üniversitesi’nde Leonard Davis Enstitüsü’nde staj yapmıştır. 1992-1995 yıllarında MacArthur Vakfı bursu ile Özbekistan, Kırgızistan ve Türkiye’de araştırmalar yapmasının ardından, 1996 yılında Ankara’da Bilkent Üniversitesi ve ODTÜ’de ders vermiştir. 2001-2002 döneminde ise, ABD’de, Notre Dame Üniversitesi’ne bağlı Joan B. Kroc Enstitüsü’nde Rockefeller bursu ile misafir araştırmacı olarak “Fethullah Gülen Hareketi” üzerine çalışmıştır. Rockefeller burslarıyla Hebrew Üniversitesi’nde İsrail, Wisconsin Üniversitesi ve Notre Dame Üniversitesi’nde de ABD istihbarat servislerinin çalışmalarına yönelik bazı çalışmalar yapmış ve uzman kişilerle bilgi alışverişinde bulunmuştur. Prof. Dr. Hakan Yavuz, Siyasal İslam, Türkiye’deki İslam Hareket, Said Nursi ve Nurculuk, Fethullah Gülen ve cemaati, Necmettin Erbakan ve kurduğu siyasal partiler, AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan konularında yurt içinde ve yurt dışında önemli bir uzman kabul edilmekte ve bu konularda düzenlenen çeşitli uluslararası toplantılarda sık sık konuşmacı olarak boy göstermektedir. Yavuz’un birçok önemli akademik eseri ve makalesi de bulunmaktadır.[1]
Ozan Örmeci: Sayın Yavuz, mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Türkiye’deki Siyasal İslam hareketi ve İslami gruplar konusunda uluslararası alanda kabul gören önemli bir uzmansınız. Yakın dönemde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında ilginç bir kitaba da (Erdoğan: The Making of an Autocrat – 2021, Edinburgh Studies on Modern Turkey) imzanızı attınız. Birçok Batılı akademisyen gibi, siz de, 15 Temmuz sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın giderek otoriterleştiği iddia edilen rejimini eleştirerek, Türkiye’deki cari yönetim modeli için “otokrat/otokrasi” ifadesini kullandınız. Uluslararası literatürde Türkiye için sıklıkla Lucan Way ve Steven Levitsky’nin geliştirdiği “rekabetçi otoriterlik” kavramının kullanıldığına şahit oluyoruz. Lakin sürekli seçimlere giren ve kazanan bir siyasetçiyi “otokrat” olarak değerlendirmek sizce ne kadar doğru olur?
Hakan Yavuz: Erdoğan hakkında yurt dışında son yıllarda 6 önemli kitap çıktı. Tabii bunlar rejimin farklı yönlerini ele alıyorlar, ama genel sonuç şu: Erdoğan, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyet’i yerle bir etti ve yerine tek adamın mutlak anlamda hâkim olduğu bir “Sultanistik” rejim veya bir otoriter sistem inşa etti. Sadece Cumhuriyet’in kurduğu devletin kurum ve kurallarını yok etmekle kalmadı, kendi ideolojisine uygun İslam’ı araçsallaştıran ve ahlaki hiçbir kaygısı olmayan bir “toplumsal” yapı ortaya çıkardı. Ben bu ortaya çıkan sosyolojiyi ve özellikle İslamcı sosyal yapıyı, nefret ve öfke ile yoğrulmuş bir cemaat ve mahalleler yığını olarak inceliyorum. Türkiye’de bugün bir toplumdan bahsetmek çok zor. Toplumun olması için ortak hafıza, ortak değerler ve bir ortak gelecek kaygısının olması lazım. Erdoğan’ın inşa ettiği yapı öfke dolu ve polarize olmuş veya Balkanlaşmış bir yığın!
2013 sonrası seçimler de hiçbir zaman eşit koşullarda olmadı; devletin tüm imkânlarını kullanan bir iktidar ve ancak AK Parti/AKP’ye benzeyerek iktidara geleceğini uman dağınık bir muhalefet oluştu. İktidar kadar muhalefeti de eleştirmek zorundayız. Tabii, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri devrimlere ve özellikle 1960 darbesi sonrası biriken bir kin ve öfke vardı. Bu kin ve öfkeyi en iyi dile getiren ve ona bir “entellektüel” kılıf giydiren şair Necip Fazıl Kısakürek oldu. Erdoğan’ın okuduğu ve şiirleriyle yoğrulduğu en önemli kişi Kısakürek’ti. Hem İslamcı, hem Türkçü ama özünde faşist bir şairdi. Düşünceden çok heyecan uyandırdı ve bugünkü iktidarı ayakta tutan bu İslamcı heyecan ve tabii paylaşım ağları… Erdoğan’ın seçimleri kazanması değil, almasındaki ana faktörler ise: eşit koşullarda seçimlerin olmaması, muhalefetin AK Parti/AKP’ye benzeme çabaları ve dağınıklığı ve Türkiye’de son dönemde oluşan yeni sosyolojik yapı. Bence bu sosyolojiden daha kötü sonuçların çıkmasına da hazır olalım.
Ozan Örmeci: Sayın Yavuz, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Türkiye’de yıllardır Fethullah Gülen hareketi veya Fethullah Gülen cemaati olarak bilinen İslami gruba yönelik çok sert bir politika benimsendi. Bu hareket, FETÖ adıyla bir terör örgütü kabul edildi ve bu harekete mensup kişilere yönelik geçmişte -1970’lerde ve 1980’lerde- sol grupların başına gelen sert devlet müdahalesi ve baskısıyla karşılaşıldı. Siz Gülen hareketini çok detaylı çalışmış ve içeriden de gözlemlemiş bir akademisyen olarak, bu hareketin terörle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD ve AB’de de zaman içerisinde bu yönde bir yaklaşım hasıl oldu mu? Türk hükümetinin Gülen’in iadesine yönelik çabaları sizce bugüne kadar neden sonuç vermedi? Son olarak, size göre Gülen hareketinin bu noktadan sonra Türkiye’nin siyasal geleceğinde oynayabileceği bir rol olabilir mi?
Hakan Yavuz: Türkiye’deki sosyal ve siyasi İslam’ın iki ana damarı var: Nakşilik ve Nurculuk. Gülen cemaati Nur hareketi içinden çıkmış olmasına rağmen kendisine ait özellikleri var. Bunları üç kategori halinde ele almak mümkün. Gülen hareketi, Said Nursi’nin yapmak istediği liderden esere/kitaba/risaleye dönüşü geri çevirdi ve tekrar lider (Fethullah Gülen) etrafında şekillendi. Gülen’in sosyalleşme süreçleri ve dünya görüşü hareketi şekillendirdi ve Gülen hareketi olarak yoluna devam etti. Kısacası, bir eserler manzumesine dayalı hareket değil, lider ve aksiyona dayalı bir oluşumdu. Diğer özelliği ise, hareketin Soğuk Savaş koşullarında şekillendiği için anti-komünist ve Batı taraftarı olmasıydı. Hareket, Batı medeniyetini ve Batılı yaşam tarzını her zaman savundu. Bir başka özelliği ise, hareket hem sağcı, hem milliyetçi, hem de devletçi kodlara sahipti. Aslında üçünün bir araya gelmesini sağlayan Soğuk Savaş koşulları ve Türkiye’nin kendi sosyolojisi oldu.
Gülen hareketi demokrat veya liberal değildi. Modernleşme taraftarıydı, ama eleştirel düşünceye kapalıydı. Dahası, Gülen hareketi, Türkiye’nin büyük güç olmasına inanmış nostaljik Osmanlı hafızası ve İslami motiflere sahip bir sosyo-kültürel hareketti. Ama zamanla ve özellikle AK Parti/AKP’nin iteklemesiyle politize oldu ve o süreç Gülen hareketinin sonunu getirdi. AK Parti/AKP tarafından önce orduya, sonra da yargıya ve üniversitelere karşı kullanıldı ve işlevi bitince kaldırılıp atıldı. Tabii bu politize olma sürecinde 2007 Cumhuriyet Mitingleri ve 2008 Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davasının da büyük rolü oldu. AK Parti/AKP yalnızdı ve güçsüzdü. AK Parti/AKP’nin cemaate ihtiyacı vardı ve cemaat bunu kendi lehine kabaca kullanmaktan çekinmedi. Düşünün ki, o yıllarda Türk Bakanların yurt dışı seyahatlerini Büyükelçilikler değil, cemaatin yurt dışı teşkilatları yapıyordu. 2008-2011 arasında Türkiye’nin en etkili gücü cemaatti. Bu dönemde AK Parti/AKP’nin desteğiyle cemaat adalet kantarını altüst etti; tüm normlar yerle bir edildi. Ama bunu AK Parti/AKP hükümeti istedi ve cemaat de severek yaptı. Sonuç ortada; bugün ne cemaat, ne de kurumlar kaldı. Türkiye, Moğol istilasında dahi bu kadar büyük bir yıkım görmedi. Normlar yerle bir edildi, tüm kavramların içi boşaltıldı, kurumlar ve özellikle güvenlik kurumları (MİT, Jandarma, Emniyet) politize edildi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre Türkiye’de hukukun en temel normları bile kalmadı, Türkiye’de kanun olmadan mahkemeler suçlar icat edebiliyor, üniversiteler ile liseler arasında hiçbir fark kalmadı, ülke adeta bir mülteci kampına dönüştü. Kısacası, AK Parti/AKP-Cemaat çatışmasının faturası Türkiye için çok ağır oldu. Gülen hareketi bitti, ama ruhu hâlâ yaşıyor. O ruhun en hâkim olduğu yer de bugünkü AK Parti/AKP’dir. Bunun üzerine bir makale hazırlıyorum. Bitince size göndereceğim.
Darbe konusuna gelince, çok karışık ve son derece karanlık bir mesele. NATO üyesi ülkelerin istihbarat raporları darbe konusunda farklı bir anlatıya sahipler ve aşağı yukarı aralarında büyük farklılıklar yok.
Ozan Örmeci: Ne diyorlar?
Hakan Yavuz: Avrupa Birliği İstihbarat Eşgüdüm Kurumu’nun raporuna göre, darbe süreci Türk hükümetinin anlattığından farklı. Kısacası, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da dile getirdiği kontrollü ve planlı bir darbe olarak görüyorlar ve onun için Türkiye’nin darbe konusundaki hiçbir talebini yerine getirmediler. Tam tersine, NATO ülkeleri, Gülen cemaati mensuplarına çok kolaylıkla vize ve sığınma hakkı verdiler ve vermeye de devam ediyorlar. Gülen cemaatinin terör örgütü olarak tanımlanmasını da hemen hemen hepsi reddetti. Nasıl olur da 2 milyon insan bir gecede terörist olur? İktidarın sunduğu deliller Batı’da ikna edici bulunmuyor. Dahası, bunların delil olma ön şartına dahi sahip olmadıklarını belirtiyorlar. Bunu Avrupa veya Amerika’ya anlatmanız mümkün değil. Bir ülke düşünün ki, bir gecede 2 milyon yeni teröriste sahip oluyor, ordusundaki Generallerin yüzde 70’i terörist, yine yargısının üçte biri terörist! Bu, sizce mümkün mü? Bunun rasyonel bir yanı var mı? Daha 2013 yılına kadar kol kola olan ve Fethullah Gülen’e Meclis’te övgüler düzen bir hükümetin, 17 ve 25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmaları sonrası süreçte bu harekete terörist olarak yaklaşmasını hiçbir AB ülkesi kabul etmedi. Kısacası, 2013-2017 dönemi Türk tarihinin en karanlık dönemi olarak önümüzde duruyor.
Bu dönemin aydınlatılması araştırmacıların işi… Bu eksende yurt dışında çalışmalar yapılmaya başlandı. Genel kanı şu: Gülen cemaati sıkışmıştı ve darbe fikri aklından geçiyordu; bu fikri cemaat içindeki MİT ajanları daha da pekiştirdiler ve Gülen’i bu sürece çektiler. Sonuçta, darbe yaptığını sananlara karşı en büyük darbe yapıldı ve tabii bunun faturasını da Türkiye Cumhuriyeti devleti ve toplumu çok pahalıya ödedi ve ödemeye de devam ediyor. Bu darbe, bana göre başarılı olmuş bir darbedir. Darbenin amaçlarına ulaşmıştır. Cemaat bitirilmiş, Türkiye Cumhuriyeti devleti bir parti (AK Parti/AKP) devletine dönüşmüş, laiklik ve ulusalcılık hassasiyeti olan tüm yapılar (özellikle TSK) sıfırlanmış ve Türkiye bir cemaatler ve mahalleler federasyonuna dönüşmüştür. Erdoğan ise mutlak bir muktedir olmuştur. Eski Türkiye yerle bir edilirken, yerine bir dizi gecekondu konumlu yapılar inşa edilmiştir. Darbe konusunda Meclis’i elinde tutan hükümet, açıklayıcı tek bir rapor dahi hazırlayamamış ve darbeyi araştırma komisyonu darbeyi kapatma komisyonu gibi çalışmıştır. Önümüzdeki yıllarda biz sosyal bilimcilerin temel çalışma konusu, bu sürecin nasıl çalıştığı ve gerçekten ne olduğu, neden olduğu ve bunun sonuçlarının nasıl bir yıkım getirdiği olacaktır.
Ozan Örmeci: Türkiye, 2023 Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin ardından bu ay sonunda yerel seçimlere sahne olacak. Türkiye’de kamuoyunda, muhalefetin büyükşehirlerde başarısı beklenmesine karşın, ülke genelinde AK Parti’nin üstünlüğünün sürmesi bekleniyor. Sizce AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimlerde yıllardır başarılı bir performans göstermesinin temel nedenleri nelerdir? Yerel seçimlerden beklentileriniz nelerdir?
Hakan Yavuz: Türkiye’deki seçmen davranışlarını etkileyen nedenler çok farklı ve “bekâ sorunu” veya “güvenlik kaygıları” ile “din elden gidecek” endişeleri sağ seçmende son derece etkili oluyor. Medyaya hâkim olan iktidar da bunları çok başarılı bir şekilde kullanıyor. Çok büyük bir korku var. Birçok insan korkuyor. Türkiye için yurt dışında kullanılan bir başka deyim ise “Republic of Fear”; yani “Korku Cumhuriyeti“. Bu koşullardaki seçimlerden nasıl bir sonuç çıkacak, önemli. Ama hâlâ büyükşehirlerde bu çöküntüye direnen ve giderek umutsuzluğa kapılan bir orta sınıf var. Benim kanaatim Ankara’yı Mansur Yavaş alacak; İstanbul’da ise Ekrem İmamoğlu’nun şansı hâlâ çok yüksek. Diğer illeri çok iyi bilmiyorum. Bu seçimin en önemli yönü değişim umudunu canlı tutması. Erdoğan ve ekibi o umudu öldürmek istiyorlar. Umarım Türkiye buna fırsat vermez.
Ozan Örmeci: Türkiye’de son dönemin en çok konuşulan siyasi konularından birisi de Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan ve Yeniden Refah Partisi/YRP’nin yükselişi. Konunun uzmanlarının yazdıkları eserlerde, tarihsel olarak Erbakan hareketinin Gülen cemaati ile itikadî ve siyasi olarak bazı konularda uyuşmadığı ve Gülen’in genelde merkez sağ partileri ve sonrasında da 2000’lerde AK Parti’yi desteklediği belirtiliyor. Ancak 15 Temmuz sonrasında AK Parti ile Gülen hareketi en büyük rakipler haline gelmiş durumdalar. YRP ve genç Erbakan’ı Türkiye’deki Siyasal İslam geleneği içerisinde nerede konumlandırıyorsunuz? Bu partinin Erdoğan sonrasında yeni bir AK Parti çizgisi yakalaması mümkün mü, yoksa klasik Millî Görüş partileri gibi daha dar bir seçmen tabanına hitap eden sert bir muhafazakâr parti olarak kalacaklarını mı öngörürsünüz?
Hakan Yavuz: Fatih Erbakan’ın babası dışında bir sermayesi var mı? Erbakan’ın oğlu olmasaydı bugünkü konumda olabilir miydi? Elbette hayır. Türk siyasetinde oğulların saman alevi umudu estirmek dışında hiçbir kalıcılıkları olmadı. Fatih Erbakan’ın ise konjonktürel bir saman alevi olma ihtimali var. Ben hiçbir şans tanımıyorum. Aslında AK Parti/AKP diye bir parti de yok ortada. Var olan tek adam ve onun hâkimiyeti. O tek adam çekilince de herşeyin çökeceği belirtiliyor. Kısacası, Erdoğan sonrası Türkiye’den hiç umudum yok. Büyük bir çalkantı ve hesaplaşma dönemi yaşayacağız. Erdoğan, ülkede hiçbir kurum veya kural bırakmadı. Erdoğan sonrasında bir nevi fetret devri dönemine girmemiz bence kaçınılmaz. Türkiye’nin zor koşullarda güveneceği bir sigortası da yok. Türk devletinin sigortası olan TSK’yı hepimiz el birliğiyle yok ettik. Parçalanmış bir sosyoloji, çökmüş kurumlar, mafyalaşmış ekonomi ve idare şekli. Buradan ne çıkar açıkçası ben de bilmiyorum! Türkiye’de İslamcılık ise bitti. İslamcılar 22 yıldır iktidardalar. Ne yapabileceklerini hep beraber gördük. Ahlaktan soyutlanmış, tamamen ritüellere indirgenmiş ve ayıpları örtme aracına dönüştürülmüş bir İslam ve İslamcılığın Türkiye’ye vereceği bir şey kalmadı. Onun için hem ateizm, hem deizm, hem de İslam dışı Asya dinlerine ilgi gençler arasında giderek artıyor.
Ozan Örmeci: Yıllardır ABD’de yaşıyorsunuz ve bu ülkede akademik camiada büyük başarılar kazandınız. Zaman zaman Türkiye’de de ders verdiniz, konferanslara ve televizyon programlarına katıldınız. Geçen yıllar içerisinde Türkiye’nin Sosyal Bilimler alanındaki akademik gelişimi hakkında neler düşünüyorsunuz? Maalesef uluslararası sıralamalarda birkaç elit üniversitemiz haricinde ciddi başarılar kazanamıyoruz. Akademik endeksli yayınlarda da akademisyenlerimiz çok çabalamalarına karşın istedikleri kabulleri kolay alamıyorlar. Burada sizce Türkiye’de gelişen siyasete karşı tepkisel bir tavır olabilir mi, yoksa sadece bilimsel kriterlerin mi rol oynadığını düşünüyorsunuz?
Hakan Yavuz: Türkiye’de ciddi anlamda bir üniversite inşa edilmedi; darbeler, özellikle 1960, 1971, 1980 ve post-modern 1997 darbesi oluşmuş akademik birikimleri yerle bir etti. Son dönemde kurulan özel/vakıf üniversiteleri ise daha çok ticarete yöneldiler. Türk toplumu son derece politize olduğu için, siyaset, sivil toplum ve düşüncenin önünde gitti. Bu ortamda üniversitelerde gelenek ve ciddi fikir kulüpleri veya ekolleri oluşmadı. Siyaset her şeyi bozuk para gibi harcadı! Şerif Mardin bana “Ne yazdımsa yurt dışında yazabildim. Türkiye toplumu insanı yoruyor ve kamplaştırıyor.” demişti. Rahmetli Gündüz Aktan Bey de Utah’ı ziyaret ettiğinde, bana “en büyük hatam siyasete girmek oldu; siyasetten uzak dur ve sakın Türkiye’ye de dönme” demişti.
Türkiye’de eskiden bir akademik kalite vardı. Hâlâ sayıca az olan bazı elit okullarda bu kalite var. Ama bazı üniversiteler herkese doktora dağıtma merkezine dönüştü. Özellikle AK Parti/AKP’li siyasetçilerin çoğu şu an doktora sahibi. İlginçtir, bunlar ya Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ya da Marmara Üniversitesi’nden. Neden bu iki kurum tam anlamış da değilim. Ben Sociology of Islam dergisinin editörüyüm ve Middle East Critique dergisinin de editoryal kurul üyesiyim. Ayrıca Journal of Muslim Minority Affairs dergisinin de kitap inceleme editörüyüm. Türkiye hakkında gelen makaleler yanında diğer dergilere gelen makaleleri de okuyorum. Eski kalite kalmadı. Türkiye hakkında ciddi çalışmalar artık yurt dışında yapılıyor. Türkiye’de son yıllarda en çok açılan ve maddi imkânları genişleyen kurumlar İlahiyat Fakülteleri oldu. Her ile bir üniversite kuruldu. Amaç, muhafazakâr-milliyetçi okumuşlara istihdam sağlamaktı. Ve sağladılar da… Fakat bence birçok üniversite tabela üniversitesi olmanın ötesine geçemedi.
Buna rağmen, bence yurt dışında kaliteli çalışmalar halen basılıyor. Türk akademisyenlere karşı bir ambargo falan yok. Eğer bir akademisyen çalışmasını uluslararası bir dergi veya yayınevinden yayınlayamıyorsa, öncelikle kendisini eleştirmeli. Türkiye sosyolojisi ve siyaseti üzerine en çok atıf sahibi bir akademisyen olarak şunu söylemek isterim. Türkiye’de gerçek anlamda akademisyen sayısı son 20 yılda çok azaldı. Yeni yetişen gençlerin çoğu yurt dışına çıkıyor ve orada rahatlıkla iş bulabiliyor. Tabii, bazı metanetli meseleler üzerinde yazmak bugünkü Türkiye’de mümkün değil. Onun için de bazı akademisyenler yurt dışına çıkıyor. Türkiye çalışmaları artık yurt dışındaki üniversitelerde yapılıyor. Korkunun hâkim olduğu, yargının politize olduğu ve yargı kararlarının rüşvetle alındığı bir ülkede özgür düşünce ve bilim gelişemez. Bu iktidar, yalnızca geçmiş kazanımlarımızı bitirmedi, en önemlisi umutlarımızı da elimizden aldı.
Ozan Örmeci: Türkiye’de çalışmalarını takip ettiğiniz ve okurlarımıza önereceğiniz en önemli akademisyen ve araştırmacılar kimlerdir?
Hakan Yavuz: Türkiye’de yaşayan en önemli sosyal tarihçi Ahmet Yaşar Ocak’tır. Osmanlı öncesi ve Osmanlı dönemindeki dinsel yapının ve dinin toplumdaki etkisini anlamak isterseniz okumanız gereken biridir. Feroz Ahmad ve Eric Jan Zürcher, son Osmanlı dönemi ve İttihatçılık konusunda uzman yaşayan iki büyük tarihçidir. Tabii bir başka önemli tarihçi Carter Findley. Hâlâ Türkiye üzerine çalışan son derece önemli bir Osmanlı tarihçisidir. Son yıllarda Osmanlı toplumsal ve devlet yapısının modern Türkiye üzerine etkileri üzerine çalışıyor. Tabii Sosyoloji alanında hâlâ bence en önemli kişi Nilüfer Göle. Soğuk Savaş ve Türkiye’de güvenlik kavramı ve değişimi üzerine okunacak isim Behlül Özkan. Ben yazdıklarını yakından takip ederim. Kürt sosyolojisi ve antropolojisi hakkında hala etkili bir isim Martin van Bruinessen. Emekli oldu, ama halen son derece faal bir akademisyendir. Kürtler üzerine Brill’den yeni bir dergi başlattı ve son derece etkili. İki haftadır okuduğum ve çok beğendiğim bir çalışma ise Mustapha Sheikh’in yazdığı Ottoman Puritanism and Its Discontents (Oxford University Press). Bu, Kadılızadeler üzerine yapılmış ve Anadolu’daki radikal İslamcılık hakkında en önemli çalışma. 17. yüzyıl Osmanlı sosyal yapısını etkileyen radikal İslamcılığın Nakşiler üzerindeki etkilerini bu çalışma çok detaylı şekilde ortaya koyuyor.
Özel üniversiteler veya vakıf üniversitelerin çoğu bence ciddi ve etkin bir akademik kadro oluşturamadı. Üniversiteler, Türkiye’deki cemaatsel yapıların bir yansıması gibi şekillendiler. Her üniversite belli bir grubun, görüşün veya cemaatin elinde. Bu durum, Türkiye’nin bir toplum değil, cemaat ve mahalleler yığını bir yapısı olduğunu ortaya koyuyor. Boğaziçi, Bilkent, Sabancı ve diğer bazı elit özel üniversiteler ise bir mahalle veya cemaat ethosuyla adam alır ve aldıklarını korurlar. Fakat onlar bile bence Batılı anlamda bir üniversite olamadılar ve olmaları da çok zor.
Ozan Örmeci: Emekli olunca Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz?
Hakan Yavuz: 60 yaşındayım. 10 yıl daha çalışmak istiyorum. Emekli olunca Türkiye’ye geri dönmeyi planlıyordum ama bundan vazgeçtim. Türkiye beni korkutuyor. Tüm güvenlik kurumları politize olmuş, Avrupa İnsan Hakları Mahkeme kararlarına göre yargısı çökmüş ve can ve mal güvenliğinin tartışmalı olduğu bir ülkeye bu koşullarda dönmek mümkün değil. Zaten imkânı olan herkes ülkeden kaçıyor! Avrupa’da siyasi sığınma başvurularında Türkiye son birkaç yılda ilk sırada. Yetişmiş insan gücü, özellikle doktorlar, hızlı bir şekilde Türkiye’yi terk ediyorlar. Kısacası, bugünleri bile arayacağımız çok zor bir döneme doğru hızla ilerliyoruz. Bu durum beni elbette üzüyor. Türkiye’nin bu duruma düşeceği ve Avrupa’nın mülteci kampı haline getirileceği hiç aklıma gelmemişti. Türkiye benim için ne ev, ne de otel, geldiği noktada bir mülteci kampı! Bu kampta hâkim olan çadır kurumlar var. Gelecek açısından bir başka senaryo ise, büyük bir hesaplaşma sonrasında Türkiye’nin yeniden inşa edilmesi süreci. Bunu benim görmem mümkün değil.
Ozan Örmeci: Sayın Yavuz, şu sıralar akademik olarak hangi konu üzerinde çalışıyorsunuz?
Hakan Yavuz: 2021 yılında Oxford University Press’ten İmparatorluk Nostaljisi ve Yeni Osmanlıcılık Siyaseti üzerine bir kitap yayınlamıştım. O kitapta en çok indirilen bölüm AK Parti/AKP’nin “Yeni Osmanlıcı Dış Politikası” bölümü olmuştu. Yayınevi, benden bu bölümü geliştiren bir kitap istedi. Tabii sadece dış politika değil, ayrıca Türkiye’nin 2000 yılından beri değişen güvenlik politikalarını da ele almamı istedi. Şu an bu kitap için çalışmalar yapıyorum. Diğer üzerinde çalıştığım bir başka konu ise Kürt milliyetçiliğinin gelişimi ve dönüşümü üzerine.
Ozan Örmeci: Sayın Yavuz, akademik çalışmalarınızda başarılar diler, hepimize Türkiye’nin kazanacağı başarılarla görüşlerinizi daha iyimser hale getireceği parlak bir gelecek dilerim.
[1] Bakınız; https://scholar.google.com/citations?user=1hQ-UcwAAAAJ&hl=tr.
Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 17.03.2024