AVRUPA-RUSYA SAVAŞI’NIN GERÇEKLİĞİ VE UKRAYNA CEPHESİNDE RUSYA’NIN ÜSTÜNLÜĞÜNE DAİR

upa-admin 14 Aralık 2025 261 Okunma 0
AVRUPA-RUSYA SAVAŞI’NIN GERÇEKLİĞİ VE UKRAYNA CEPHESİNDE RUSYA’NIN ÜSTÜNLÜĞÜNE DAİR

Giriş

Rusya-Ukrayna Savaşı, Avrupa güvenlik mimarisinde yarattığı kırılmalarla uluslararası sistemin merkezî dosyalarından biri hâline doğru evrilen bir görünüm içerisindedir. Savaşın ilk dönemlerinde hâkim olan “genişleme”, “dengeyi tersine çevirme” ve “stratejik sürpriz” beklentileri, zamanla yerini daha karmaşık ve çok katmanlı bir gerçekliğe bırakmış durumdadır. Bugün gelinen noktada tartışma, savaşın nasıl kazanılacağından çok, hangi koşullar altında ve hangi dengeyle sona erebileceği sorusu etrafında şekilleniyor.

Avrupa başkentlerinde yükselen güvenlik söylemi, yüzeyde Rusya ile doğrudan bir savaş ihtimalini çağrıştırsa da, bu söylemin arkasında yatan esas dinamikler daha çok Avrupa’nın kendi askerî kapasitesi, stratejik özerkliği ve ABD’ye olan güvenlik bağımlılığıyla ilgilidir. Aynı zamanda, sahadaki askerî tablo, Ukrayna açısından giderek daralan bir manevra alanına işaret etmekte; Rusya’nın özellikle doğu ve güney eksenlerinde tesis ettiği fiilî hâkimiyet, savaşın yönünü belirleyen temel faktörlerden biri hâline getirmektedir. Bu durum, Ukrayna’nın askeri seçeneklerinin yanı sıra diplomatik ve siyasi pazarlık gücünü de doğrudan etkilemektedir.

Bu çerçevede savaşın geleceği, yalnızca Kiev ile Moskova arasındaki askerî güç dengesi üzerinden değil; Avrupa’nın güvenlik algısı, ABD’nin küresel öncelikleri ve Transatlantik ilişkilerde ortaya çıkan uyumsuzluklar üzerinden okunmalıdır. Özellikle ABD’de Trump yönetiminin rasyonel ve devlet çıkarcı politikaları, Ukrayna’ya yönelik destek politikalarının daha koşullu ve maliyet odaklı bir çizgiye evirilme ihtimali, savaşın seyrini belirleyecek kritik bir değişken olarak öne çıkmaktadır. Bu durum, Ukrayna’yı sahadaki fiilî gerçekliklerle yüzleşmeye zorlayan yeni bir denklemi beraberinde getiriyor.

Bu makalede, Avrupa’da yükselen savaş söylemlerinin arka planını, Rusya-Avrupa arasında doğrudan bir çatışmanın neden gerçekçi olmadığını, Ukrayna’nın sahadaki askerî aşınmasını ve ABD’nin Kiev’i mevcut durumu kabullenmeye yöneltme nedenlerini bütüncül bir çerçevede ele almaktadır. Amaç, savaşı normatif beklentiler ya da temenniler üzerinden değil; sahadaki durum, stratejik sınırlar ve büyük güçlerin rasyonel hesapları üzerinden analiz etmektir.

Avrupa’nın Savaş Algısı ve Askerî Hazırlık Psikolojisi

Avrupa’da son dönemde yükselen güvenlik söylemi, Rusya ile doğrudan bir savaş beklentisinden çok, giderek sertleşen bir tehdit algısının kurumsal dile tercüme edilmesi şeklinde ortaya çıkıyor. NATO ve Avrupa Birliği düzeyinde yapılan açıklamalar, Avrupa’nın kendisini bir çatışmanın eşiğinde gördüğünü değil; aksine uzun süredir ihmal ettiği askerî kapasite, savunma sanayii ve stratejik koordinasyon eksikliklerini artık sürdürülemez bulduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, Avrupa’dan gelen tepkiler, fiilî savaşa hazırlıktan ziyade, caydırıcılığı yeniden inşa etmeye dönük politik ve psikolojik bir seferberlik diline dayanmakta.

NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin son aylarda yaptığı açıklamalarda, Rusya “uzun vadeli ve sistematik bir tehdit” olarak tanımlanmakta; müttefiklerin savunma harcamalarını arttırmakta geciktiği açıkça vurgulanmaktadır. Rutte’nin söyleminde dikkat çeken unsur, Rusya’nın Avrupa’ya saldırmaya hazır olduğu iddiasından ziyade, Avrupa’nın hazırlıksız yakalanma ihtimali üzerinden şekillenen bir uyarı tonu şeklinde yorumlamak gerek. Bu yaklaşım, NATO’nun mevcut güvenlik doktrininde yer alan caydırıcılık anlayışıyla örtüşmekte; savaşı kaçınılmaz bir senaryo olarak değil, önlenmesi gereken bir risk olarak konumlandırmaktadır. Benzer bir söylem, Avrupa Birliği kurumlarında da görülmektedir. Avrupa Komisyonu’nun savunma sanayiini güçlendirmeye ve üye ülkeler arasında askeri üretim kapasitesini arttırmaya yönelik girişimleri, Rusya ile sıcak çatışma beklentisinden değil; Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkardığı yapısal zaaflardan beslenmektedir. AB yetkilileri, Avrupa’nın kriz anlarında dışa bağımlı kalmasının stratejik bir zafiyet olduğunu açık biçimde dile getirmekte ve savunma alanında daha özerk bir kapasite oluşturulması gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede kullanılan dil, savaşa hazırlık çağrısından çok, kurumsal yeniden yapılanma ihtiyacının siyasal ifadesi niteliğindedir. Ulusal düzeydeki açıklamalar ise bu genel çerçeveyi tamamlayıcı niteliktedir. Fransa’da hem siyasi liderlik, hem de askeri yetkililer, Avrupa’nın uzun süredir “barış varsayımı” üzerine inşa ettiği güvenlik anlayışının artık geçerli olmadığını vurgulamaktadır. Bu söylem, zaman zaman sert ifadelerle kamuoyuna yansımakta; ancak bu sertlik, savaş iradesinden ziyade, toplumların savunma gerçekliğiyle yüzleşmesini sağlama amacına hizmet etmektedir. Almanya’da da benzer şekilde savunma kapasitesinin arttırılması ve ordunun yeniden yapılandırılması yönünde yapılan açıklamalar, Rusya ile savaş hazırlığından çok, Almanya’nın kendi askerî yetersizliklerinin kabulü anlamına gelmektedir. Birleşik Krallık’ta ise güvenlik söylemi daha çok kamuoyunu mobilize etmeye yönelik bir dil üzerinden şekillenmektedir. Askerî yetkililer ve güvenlik çevreleri, Rusya’yı ciddi bir tehdit olarak tanımlamakta; ancak bu tehdit, doğrudan savaş ihtimalinden ziyade, hibrit riskler, siber saldırılar ve Avrupa güvenliğini aşındıran uzun vadeli baskılar bağlamında ele alınmaktadır. İngiliz söyleminde de temel amaç, savunma bütçelerini arttırmak ve NATO içindeki rolü güçlendirmek olarak öne çıkmaktadır.

Bu açıklamaların tümü birlikte değerlendirildiğinde, Avrupa’dan yükselen savaş söyleminin homojen ve tek yönlü olmadığı görülmektedir. Ortak payda, Rusya’nın askeri kapasitesinden duyulan korkudan ziyade, Avrupa’nın kendi stratejik kırılganlığının farkına varmasıdır. Avrupa liderlerinin kullandığı dil, yaklaşan bir savaşı haber vermekten çok, sistemsel bir uyarı mekanizması işlevi görmektedir. Savaş ihtimali retorik düzeyde sürekli canlı tutulmakta; ancak bu retorik, fiilî çatışma beklentisinden ziyade, caydırıcılığı güçlendirmek ve siyasi iradeyi konsolide etmek amacıyla kullanılmaktadır.

Bu nedenle Avrupa’nın askeri kapasite arttırma hamleleri ve sertleşen güvenlik dili, Rusya ile kaçınılmaz bir savaşın değil; kontrollü gerilim, karşılıklı mesajlaşma ve stratejik denge arayışının bir parçası olarak okunmalıdır. Avrupa’nın korkuları, savaşın kendisinden çok, savaş ihtimali üzerinden şekillenen güç kaybı ve güvenlik bağımlılığı endişelerine işaret etmektedir.

Rusya-Avrupa Savaşı Neden Gerçekçi Değil?

Avrupa ile Rusya arasında doğrudan bir savaş senaryosunun gerçekçi olmamasının temel nedeni, tarafların askerî niyetlerinden ziyade, uluslararası sistemin mevcut yapısal sınırlarıdır. Güncel güvenlik söylemleri ne kadar sertleşirse sertleşsin, büyük güçler arası doğrudan savaş ihtimali, Soğuk Savaş sonrası oluşan stratejik denge ve karşılıklı caydırıcılık mekanizmaları nedeniyle son derece dar bir manevra alanına sahiptir. Bu durum, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in son dönemdeki basın açıklamalarında da örtük biçimde teyit edilmektedir. Putin, Rusya’nın Avrupa ile savaşmak gibi bir hedefinin bulunmadığını vurgularken, olası bir çatışmayı “başlatan tarafın Avrupa olacağı” yönünde çerçevelemekte ve Rusya’nın pozisyonunu savunmacı bir hazırlık dili üzerinden tanımlamaktadır. Avrupa–Rusya hattındaki gerilim, bu bağlamda bir çatışma eşiğinden çok, kontrollü risk yönetimi düzleminde ilerlemektedir.

Öncelikle, Avrupa’nın kurumsal askerî kapasitesi ile siyasi iradesi arasındaki uyumsuzluk bu savaşın neden gerçekçi olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Avrupa Birliği ve NATO bünyesindeki devletler savunma harcamalarını arttırmakta olsa da, bu artışlar kısa vadede yüksek yoğunluklu bir konvansiyonel savaşı sürdürebilecek bir kapasite yaratmamaktadır. Orduların yapısal küçülmesi, insan gücü sorunları, mühimmat üretimindeki yetersizlikler ve operasyonel koordinasyon eksikliği, Avrupa’nın doğrudan bir savaşta stratejik inisiyatifi ele almasını imkânsız kılmaktadır. Avrupa liderlerinin sert söylemlerine rağmen, bu askeri gerçeklik Avrupa güvenlik politikasını saldırgan değil, savunmacı ve caydırıcı bir hatta sabitlemektedir. Bu nedenle, Avrupa’daki “hazırlık” vurgusu, savaşa yönelimden çok, savaş ihtimalinin kamuoyunda meşrulaştırılmasına yönelik bir siyasi çerçeve işlevi görmektedir.

İkinci olarak, Rusya açısından da Avrupa ile doğrudan bir savaş rasyonel bir seçenek sunmamaktadır. Rus askeri stratejisi, mevcut durumda Ukrayna sahasında yoğunlaşmış olup burada elde edilen kazanımların korunması ve konsolidasyonu Moskova için önceliklidir. Avrupa ile doğrudan bir çatışma, Rusya’yı yalnızca askeri olarak değil; ekonomik, diplomatik ve sistemsel olarak da aşırı maliyetli bir pozisyona sürükleyecektir. Rusya’nın askeri doktrini, nükleer eşik dâhil olmak üzere caydırıcılığı merkeze almakta; ancak bu caydırıcılık, savaşı başlatma değil, savaşı önleme işlevi görmektedir. Putin’in söylemlerinde sıkça vurgulanan “hazır olma” teması, fiilî bir saldırı niyetinden ziyade, karşı tarafı frenlemeye yönelik stratejik bir mesajlaşma olarak okunmalıdır.

Sistemin yapısal dinamikleri de bu ihtimali zayıflatmaktadır. Avrupa–Rusya Savaşı, bölgesel bir çatışma olmaktan çıkıp hızla küresel bir krize dönüşme potansiyeline sahiptir. ABD’nin NATO içindeki belirleyici rolü, nükleer silahların varlığı ve küresel ekonomik karşılıklı bağımlılık, böyle bir savaşın kontrol edilemez sonuçlar doğuracağını göstermektedir. Bu durum, karar alıcılar açısından “kazanılabilir savaş” fikrini anlamsızlaştırmaktadır. Günümüz uluslararası sisteminde büyük güçler arası savaş, askeri zaferden çok, küresel istikrarı sarsan sistemsel çöküş riski üretmektedir.

Bir diğer kritik unsur, Avrupa kamuoylarının savaşa yönelik sınırlı toleransıdır. Ukrayna Savaşı, Avrupa toplumlarında güvenlik bilincini arttırmış olsa da, aynı zamanda savaş yorgunluğunu da derinleştirmiştir. Enerji krizleri, enflasyon baskısı ve artan sosyal maliyetler, Avrupa’da uzun süreli ve doğrudan bir savaşa yönelik toplumsal desteğin sürdürülebilir olmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Demokratik sistemlerde bu tür destek eksikliği, siyasi liderlerin sert söylemlerine rağmen, fiilî savaş kararlarını ciddi biçimde sınırlamaktadır.

Son olarak, mevcut gerilimin karakteri de bu savaşın neden gerçekçi olmadığını ortaya koymaktadır. Avrupa–Rusya ilişkileri, klasik cephe savaşlarından ziyade; diplomatik baskı, ekonomik yaptırımlar, enformasyon savaşı ve psikolojik üstünlük mücadelesi üzerinden ilerlemektedir. Bu hibrit çatışma modeli, taraflara maliyet üretirken doğrudan savaş riskini kontrollü biçimde düşük tutmaktadır. Mevcut tablo, savaşın değil, sürekli ama sınırlı gerilimin tercih edildiğini göstermektedir. Bu çerçevede Avrupa–Rusya Savaşı, askeri söylemlerde sıkça dillendirilse de, stratejik, siyasal ve sistemsel düzeyde rasyonel bir seçenek olmaktan uzaktır. Tarafların attığı adımlar, savaşa yaklaşmaktan çok, savaşı imkânsız kılan dengeyi muhafaza etmeye yöneliktir.

Ukrayna’nın Askerî Aşınması

Ukrayna Savaşı’nın mevcut safhası, sahadaki güç dengesinin Kiev aleyhine belirgin biçimde değiştiği bir aşamaya işaret ediyor. Bugün savaş, yalnızca cephe hatlarındaki hareketlilik üzerinden değil, kontrol edilen alanların kalıcılığı ve askerî sürdürülebilirlik üzerinden okunmaktadır. Bu çerçevede, Rusya, Ukrayna topraklarının yaklaşık beşte birini fiilî olarak kontrol etmekte; özellikle doğu ve güney eksenlerinde bu kontrolü askeri, idari ve lojistik açıdan pekiştirmektedir. Donetsk ve Luhansk oblastlarının büyük bölümü, Zaporijya ve Herson bölgelerinin önemli kesimleri Rusya’nın fiilî hâkimiyeti altındadır. Bu alanlar, geçici işgal bölgeleri olmaktan çıkarak savunma hatlarıyla tahkim edilmiş, derinlikli askerî alanlara dönüştürülmüştür. Rusya’nın sahadaki avantajı yalnızca yüzölçümüyle sınırlı değildir. Cephe hattında ateş üstünlüğü, topçu ve mühimmat kullanımı, hava savunma yoğunluğu ve ikmal sürekliliği açısından Moskova belirgin bir avantaj sağlamıştır. Rus birlikleri, çok katmanlı savunma hatları ve cephe gerisinde oluşturulan lojistik ağlar sayesinde pozisyonlarını uzun süre koruyabilmektedir. Buna karşılık, Ukrayna Ordusu, personel kayıpları ve mühimmat ile hava savunma sistemlerindeki yetersizlikler nedeniyle cepheyi tutmakta zorlanmaktadır. Özellikle uzun süredir devam eden çatışmalar, Ukrayna’nın birlik rotasyonunu ve cephe derinliğini ciddi biçimde zayıflatmıştır.

Ukrayna’nın içinde bulunduğu zorluğun temel nedenlerinden biri, insan gücü krizidir. Uzayan savaş, eğitimli asker kaynağının tükenmesine yol açmış; yeni mobilizasyon hamleleri ise hem toplumsal dirençle, hem de operasyonel verimlilik sorunlarıyla karşılaşmıştır. Cephedeki kayıpların telafisi giderek zorlaşırken, birliklerin savaşma kapasitesi ve moral düzeyi de bu aşınmadan doğrudan etkilenmektedir. Bu durum, Ukrayna’nın geniş çaplı kara taarruzları yürütmesini fiilen imkânsız hale getirmiştir. Bu askeri tablo, Ukrayna’nın savaş stratejisinde belirgin bir dönüşümü zorunlu kılmıştır. Mevcut aşamada Kiev’in askeri faaliyetleri büyük ölçüde asimetrik araçlara ve sınırlı etki yaratan operasyonlara dayanmaktadır. Rusya’nın güneyindeki şehirler ile cephe gerisindeki hedeflere yönelik insansız hava aracı saldırıları, Ukrayna’nın sahada baskı oluşturabildiği başlıca yöntemlerden biri haline gelmiştir. Ancak bu saldırılar, Rusya’nın toprak kontrolünü veya cephe hâkimiyetini sarsacak ölçekte değildir. Daha çok maliyet üretmeyi, kamuoyunda görünürlük sağlamayı ve psikolojik etki yaratmayı amaçlamaktadır. Ukrayna’nın kayıplarını dengelemeye çalıştığı bir diğer alan Karadeniz olmakta. Son dönemde Karadeniz’de Rus donanmasına ve deniz lojistiğine yönelik saldırılar, Kiev’in savaşı farklı alanlara yayma çabasını yansıtmaktadır. Bu hamleler, Rusya’nın deniz gücüne sınırlı taktik zararlar vermiş olsa da, bölgedeki genel güç dengesini değiştirmemiştir. Rusya’nın Karadeniz’deki askeri varlığı, hava savunma kapasitesi ve kıyı kontrolü, Ukrayna’nın bu alandaki manevra alanını yapısal olarak sınırlandırmaktadır.

Sahadaki bu gelişmeler, Ukrayna’nın giderek zaman ve kapasite baskısı altına giren bir aktöre dönüştüğünü göstermektedir. Uzayan savaş, Kiev’in lehine bir aşınma üretmemekte; aksine askerî, ekonomik ve toplumsal maliyetleri derinleştirmektedir. Batı’dan gelen destek devam etse dahi, bu desteğin sahada kalıcı bir üstünlük yaratacak düzeyde olmadığı görülmektedir. Ukrayna, artık inisiyatifi ele alan değil, mevcut hatları korumaya çalışan bir pozisyona itilmiştir. Bu koşullar altında Ukrayna’yı önümüzdeki dönemde zor bir denklem beklemektedir. Sahada kaybedilen alanlar ve inisiyatif, yalnızca askerî bir sorun değil; aynı zamanda müzakere gücünü, uluslararası pazarlık kapasitesini ve iç siyasi dayanıklılığı doğrudan etkileyen stratejik bir faktördür. Mevcut tablo, Kiev’in önünde askerî zaferden çok, mevcut güç dengelerinin dayattığı zorlayıcı bir kabullenme sürecinin giderek belirginleştiğini göstermektedir.

ABD’nin Ukrayna’yı Mevcut Duruma İkna Etme Nedeni

Savaşın sahadaki seyri Ukrayna aleyhine belirginleşirken, sürecin siyasi ve diplomatik boyutunda da yeni bir denge arayışı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada ABD başkanı Donald Trump’ın Ukrayna dosyasına yaklaşımı, normatif söylemlerden ziyade maliyet–fayda eksenli ve sonuç odaklı bir perspektife dayanmaktadır. Bu yaklaşım, savaşın uzamasını stratejik bir kazanım olarak değil, ABD için sürdürülemez bir yük olarak değerlendirmektedir. Trump’ın önceki dönem söylemleri ve son dönemdeki politik işaretler, Washington’un Kiev’e yönelik desteğini koşulsuz bir güvenlik garantisi olarak değil, şartlı bir siyasi araç olarak gördüğüne işaret etmektedir. Bu çerçevede, Ukrayna’nın sahada fiilen kaybettiği bölgeleri diplomatik düzeyde de kabul etmesi yönünde bir baskının oluşması ihtimali giderek güçlenmektedir. Böyle bir senaryoda amaç, Ukrayna’nın tam bir askerî zafer elde etmesi değil; savaşın dondurulması, maliyetlerin sınırlandırılması ve ABD’nin küresel önceliklerini yeniden düzenleyebilmesidir. Bu yaklaşım, Kiev açısından ağır bir kabullenme anlamına gelse de Washington açısından rasyonel bir çıkış yolu olarak değerlendirilmektedir.

Avrupa ise bu olası yön değişikliğinin yarattığı stratejik belirsizlikle karşı karşıyadır. Bir yandan Rusya’ya yönelik güvenlik endişeleri devam etmekte; diğer yandan ABD’nin Ukrayna konusunda geri çekilmesi ya da şartlı destek politikası benimsemesi, Avrupa’yı tek başına bırakabilecek bir senaryoyu gündeme getirmektedir. Bu durum, Avrupa’nın son dönemde neden sert bir güvenlik dili benimsediğini ve savunma kapasitesini arttırma söylemini öne çıkardığını da açıklamaktadır. Avrupa’nın korkusu, Rusya’nın doğrudan askeri saldırısından ziyade, ABD’nin stratejik önceliklerini değiştirmesiyle oluşabilecek güç boşluğudur. Bu bağlamda, Avrupa’nın Rusya’ya yönelik sert söylemleri, Ukrayna’yı koşulsuz savunma iradesinden çok, kendi güvenlik pozisyonunu güçlendirme çabasına işaret etmektedir. Avrupa, Ukrayna Savaşı’nın fiilen kaybedilen alanlar üzerinden bir uzlaşmayla sonuçlanması ihtimaline hazırlıksızdır; ancak bu ihtimali engelleyecek askerî kapasiteye de sahip değildir. Bu ikili açmaz, Avrupa’yı yüksek sesle konuşmaya, fakat sahada sınırlı etki üretebilen bir aktör konumuna itmektedir.

Trump faktörünün devreye girmesiyle birlikte Ukrayna için savaş, askeri bir direnişten çok siyasi bir pazarlık sürecine evrilme riski taşımaktadır. Sahadaki kayıplar, Kiev’in müzakere masasına daha zayıf bir konumda oturmasına neden olurken, ABD ve Avrupa arasındaki stratejik uyumsuzluk Ukrayna’nın manevra alanını daha da daraltmaktadır. Bu süreçte Ukrayna’nın önündeki seçenekler giderek sınırlanmakta; savaşın devamı ile zorlayıcı bir uzlaşma arasında tercih yapma baskısı artmaktadır. Ortaya çıkan tablo, Avrupa–Rusya Savaşı söylemlerinin aksine, çatışmanın genişlemesinden çok kontrollü bir kapanış arayışına doğru ilerlediğini göstermektedir. Bu kapanış, adil ya da kalıcı bir barışı garanti etmemekte; ancak mevcut güç dengelerinin zorladığı bir gerçeklik olarak şekillenmektedir. Ukrayna açısından bu gerçeklik, toprak kayıplarının kabullenilmesi riskini; Avrupa açısından ise ABD’ye bağımlı güvenlik mimarisinin kırılganlığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu çerçevede savaşın geleceği, cephedeki askerî gelişmelerden çok, Washington’daki siyasi tercihler ve Avrupa’nın bu tercihlere ne ölçüde uyum sağlayabileceği tarafından belirlenecektir. Ukrayna Savaşı, artık yalnızca Kiev ile Moskova arasında değil; ABD’nin küresel öncelikleri ile Avrupa’nın güvenlik korkuları arasında sıkışmış bir dosya haline gelmektedir.

Sonuç

Rusya-Ukrayna Savaşı, Avrupa–Rusya çatışması ekseninde genişleyen bir savaş senaryosu olarak değil; mevcut uluslararası sistemin sınırları içinde şekillenen kontrollü bir güç mücadelesi olarak değerlendirilmelidir. Avrupa’da yükselen savaş söylemleri, doğrudan bir çatışmaya hazırlıktan ziyade, kıtanın kendi askerî ve stratejik kırılganlıklarıyla yüzleşme sürecini yansıtmaktadır. Sahadaki askerî tablo ise Rusya’nın özellikle doğu ve güney eksenlerinde fiilî hâkimiyetini pekiştirdiğini, Ukrayna’nın ise giderek daralan askerî ve siyasi seçeneklerle karşı karşıya kaldığını göstermektedir.

Bu koşullar altında Rusya–Avrupa arasında doğrudan bir savaşın ortaya çıkması, askerî, siyasal ve sistemsel maliyetler nedeniyle rasyonel değildir. Ukrayna açısından ise savaş, askeri bir zafer perspektifinden uzaklaşarak, kayıpların sınırlandırılması ve mevcut güç dengelerinin dayattığı bir uzlaşma arayışına doğru evrilmektedir. ABD’nin Ukrayna politikasında maliyet odaklı ve şartlı destek yaklaşımının güçlenmesi, bu dönüşümü hızlandıran temel faktörlerden biridir.

Ortaya çıkan tablo, savaşın genişlemesinden çok kontrollü bir kapanış arayışına işaret ederken, bu kapanış, kalıcı ve adil bir barışı garanti etmemekte. Ancak sahadaki fiilî gerçekliklerin ve büyük güçlerin rasyonel hesaplarının zorladığı bir sonuç olarak belirmektedir. Rusya-Ukrayna Savaşı, bu yönüyle, askeri güç kullanımından ziyade stratejik sınırların belirleyici olduğu bir uluslararası kriz örneği olarak tarihe geçmektedir.

Sadık ARPACI
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı
Tel:+90 545 932 36 77
Email: by.sadik@hotmail.com

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.