SAĞ-SOL KAVRAMLARI VE YENİLİKÇİLİK ÜZERİNE

upa-admin 11 Şubat 2016 2.621 Okunma 0
SAĞ-SOL KAVRAMLARI VE YENİLİKÇİLİK ÜZERİNE

Geçtiğimiz günlerde tekrar okuduğum New York Üniversitesi Psikiyatri bölümünden John T. Jost’un[1] “Elective Affinities: On the Psychological Bases of Left-Right Differences” adlı makalesi[2], Türkiye’de de zaman tartışma konusu olan sağ-sol kavramları konusunda önemli bir çalışma olarak dikkat çekmektedir. Makalede öne sürülen bazı hipotezler ve ortaya konulan pozitif korelasyonlar doğrultusunda, Türkiye’deki sağ ve sol kavramlarını ve yenilikçilik ile değişim olgularını bu yazıda tartışmaya açmak istiyorum. Zira ülkemizde son yıllarda özellikle de sosyal demokrat ve Kemalist çevrelerde Altı Ok’un Devrimcilik (İnkılâpçılık) okunu hiçe sayacak ölçüde bir statükoculuk ve değişim karşıtlığı göze çarpmakta ve bu durum da, ülkedeki tüm ciddi sorunlara rağmen iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni birçok alanda rakipsiz kılmaktadır.

Jost, makalesine öncelikle klasik sağ ve sol kavramlarının nereden kaynaklandığını açıklayarak başlamaktadır. Sağ ve sol kavramlarının siyasal alanda ilk kez ortaya çıkışı, her ne kadar sosyalist düşünce ve yazının temelleri bazı Antik Yunan düşünürlerine ve Thomas More’a kadar dayandırılabilse de, daha çok 1789 Fransız Devrimi sonrasında Kurucu Meclis’in yapısından kaynaklanmaktadır. Bu mecliste, Kral 16. Louis’in meclis kararlarını veto hakkını savunan ve eski rejime destek olan üyeler oturum başkanı Mounier’nin sağında, bu imtiyazı reddederek kayıtsız şartsız millet egemenliğini savunan ve yeni rejime sempati duyanlar ise solunda yer almışlar ve siyaset literatürüne sağ ve sol kavramları ilk kez bu dönemde girmiştir. Olaydan da anlaşılabileceği üzere, sol daha keskin değişim yanlısı özgürlükçü bir akım olarak ortaya çıkarken, sağ ideoloji eski yapıyı daha fazla sahiplenen muhafazakâr bir çizgidedir. Bu anlamda değişim, hiyerarşi karşıtlığı (eşitlik) ve yenilikçilik, sol düşünce için vazgeçilmez unsurlar olarak ortaya çıkarken, sağ kesim için geçmişe özlem (nostalji), ani değişimlerden duyulan rahatsızlık ve hiyerarşik ilişkilerin meşrulaştırılması daha temel meseleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakikaten de, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarından itibaren önce kentsoylu burjuvazi, daha sonra da emekçi proletarya Avrupa ülkelerinde değişimin öncüsü olmuşlar ve tutucu aristokrasi ile monarşi yanlısı çevrelere karşı büyük siyasal mücadeleler yürütmüşlerdir. 1850’lerden itibaren Karl Marks’ın fikirlerinin ve Marksizm ideolojisinin ortaya çıkması ve popüler olmasıyla beraber, proletaryanın yürüttüğü mücadele daha doktriner ve radikal bir nitelik kazanmış ve siyasal şiddet eylemleri tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Zaman içerisinde Ortodoks Marksizm’in şiddete meyleden yorumlarının etkisi azalmış ve burjuvazinin de kendi ayrıcalıklı haklarını tabana yaymayı işçi sınıfı muhalefetinden ürkerek kabul etmesi (eşit oy hakkı, sosyal devlet vs.) sonucunda bugün bildiğimiz anlamda Batılı demokrasiler ortaya çıkmıştır.

Jost, makalesinin geri kalan bölümlerinde ise sağ ve sol ideolojilerin benimsenmesi üzerine Amerika Birleşik Devletleri’nde kendisinin ve diğer başka bazı bilim adamlarının yaptığı deneyler üzerinde durmaktadır. Elbette bu deneylerde ortaya çıkan doğru veya ters orantılar, bir neden-sonuç ilişkisi (causality) biçiminde yorumlanabilecek nitelikten uzak olmasına karşın, Jost’a göre yine de bu kavramlar sağ ve sol kavramlarının tarihsel niteliklerinin ve günümüzdeki karşılıklarının anlaşılması açısından son derece faydalıdır. Örneğin Jost, Nosek ve Gosling’in binlerce denek üzerinde yapılan 2008 tarihli araştırmasında, -her ne kadar hemen hemen her insanın düzeni kargaşaya (kaos), uyum sağlamayı da isyankârlığa tercih ettiği bu araştırmada da ortaya çıkmasına rağmen- sağ ideolojiyi benimsemiş kimselerde düzen (istikrar) ve konformizm (uyum sağlama) arayışlarının sol ideolojiyi benimsemiş kimselere göre çok daha yüksek düzeylerde olduğu ortaya çıkmıştır. Bu, elbette bir nedensellik ilişkisi değildir, ancak arada çok güçlü bir pozitif korelasyon olduğu da göze çarpmaktadır. Yine aynı araştırmada sol ideolojiyi benimsemiş kesimlerin toplumsal olarak dezavantajlı gruplara karşı (eşcinseller, Afrikalı Amerikalılar, Müslümanlar, Araplar vs.) daha hoşgörülü oldukları ve onların eşitlik mücadelelerine daha sempatik baktıkları ortaya çıkmıştır.

Sağ ve sol kavramlarını açıklamak için yapılan bir diğer deney ise, çocukluk dönemi üzerine yoğunlaşmaktadır. J. Block ve J. H. Block tarafından yapılan uzun süreli bir araştırma (longitudinal study), çocukluk dönemindeki bazı bulgulardan yola çıkılarak 20 yıl sonra bu kişilerin siyasal görüşlerinin sağ veya sol olması konusunda ciddi tespitler yapılabileceğini göstermektedir. Buna göre, okul öncesi çocuklar arasında öğretmenleri tarafından kendilerine daha fazla güvenen, enerjik (atak), dışa dönük ve dürtüsel hareket etmeye meyilli olarak gözlemlenenler, 20 yıl sonra 20’li yaşlarının ortalarında daha özgürlükçü (liberal) ve sola yakın kişiler olarak ortaya çıkmaktadırlar. Daha kapalı, katı, içe dönük, kolay incinen çocuklar ise, tam tersine sağ ideolojilere daha yatkın ve özgürlükler konusunda çok daha şüpheci yetişkinler olmaktadırlar. Elbette geçen 20 yıllık süre içerisinde bu araştırmaya dâhil edilemeyen yüzlerce belki de binlerce değişken bulunmaktadır. Ancak yüksek oranda doğru orantının bulunduğunun ortaya konulması, bu araştırmanın ve bu konudaki teorilerin ciddiye alınması gerektiğini göstermektedir.

Bu alanda yapılan araştırmaları incelemeye devam eden Jost, 2003 yılında kendi yaptığı bir araştırmadan yola çıkarak, gelişmeye açık olmayan kapalı dünya görüşleri ve dogmatizm ile otoriterlik ve sağ ideolojilere meyletme konusunda da bir doğru orantı olduğunu iddia etmektedir. Buna göre; daha dogmatik ve ideolojik yaklaşımları yüksek dozda olan insanlar, otoriter eğilimlere daha yatkın bir görüntü çizmektedirler. Bu araştırmanın bulgularına göre; aşırı sağ eğilimliler merkez sağa, aşırı sol eğilimliler merkez sola, merkez eğilimliler ise hem sağ, hem de sol eğilimlilere kıyasla daha az otoriter ve daha özgürlükçü konumdadırlar. Yine aynı araştırmada, aşırı sağ eğilimli kimselerin aşırı sola, merkez sağ eğilimli kimselerin de merkez sola kıyasla daha otoriterliğe yatkın olduğu iddia edilmektedir. Bu anlamda, yenilik karşıtlığı ve değişime direnmenin temelinde yine sağ eğilimlerin ve genel olarak dogmatik düşüncenin yattığı söylenebilir. Jost’un üzerinde durduğu çok önemli bir diğer konu ise, dindarlıkla sağ eğilimler arasındaki ilişkidir. 2000 yılı Dünya Değerler Araştırması bulgularına değinen Jost, bu araştırmada Kuzey Amerika ülkelerinde sağ eğilimle dindarlık arasında çok güçlü bir korelasyon olduğuna dikkat çekmektedir. Jost, aynı verilerde benzer durumun daha az olmakla beraber Güney Amerika ülkelerinde (buradaki güçlü özgürlükçü teolojik akımlar nedeniyle daha az düzeyde seyretmektedir), Doğu ve Batı Avrupa’da da görüldüğüne dikkat çekerek, dindarlıkla sağ ve otoriterlik, sekülarizm ile sol ve özgürlükçülük konularında güçlü doğru orantılar olduğunu iddia etmektedir.

Aslında çok daha uzun bir şekilde incelenebilecek olan bu makaleden yola çıkarak, şimdi Türkiye’deki sağ ve sol kavramları ve yenilikçilik (değişim) ve statükoculuk (muhafazakârlık) ekseninde değerlendirmeye başlayalım. Hakikaten de, Osmanlı’nın son döneminde aydın bürokrat kadrolar tarafından oluşturulan, dinsel dogmatizme karşı daha pozitivist düşünceli, Padişah despotizmine eleştirel yaklaşan, modern Batı dünyasını daha iyi tanıyan ve anayasacılığa (meşruti monarşi) dayalı -göreceli olarak- daha özgür ve eşit bir düzeni savunan Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi hareketler, bu şablonda değişim yanlısı görüşleriyle sola daha yakın bir konumlandırmayı hak etmektedirler. Keza Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar ve belki de onlar arasında en radikali olarak yorumlanabilecek Mustafa Kemal Atatürk’ün de, köhnemiş eski düzenin gerekirse bazı noktalarda yukarıdan aşağıya gerçekleşecek devrimlerle değiştirilmesi, yenilikçilik ve modernleşmenin her alanda hâkim olması gibi düşünceleriyle, 31 Mart Vakası ve Menemen Olayı gibi olaylarda görülebileceği üzere, Osmanlı’ya özlem duyan muhafazakâr kitlelere ve gruplara karşı çok daha solda yer aldığı iddia edilebilir. Bu durumun yansımalarını, Atatürk’ün kendisinden sonra gelen nesillere bir dogma bırakmadığını hayattayken kendi ağzından açıklaması ve Altı Ok içerisine Devrimcilik ya da İnkılâpçılık maddesinin eklenmesinde de görebiliriz. Peki, Atatürk mirasını sahiplenen ve bunun üzerine 1960’larda “ortanın solu”, 1970’lerde “demokratik sol”, 1990’larda “üçüncü yol” açılımlarını ekleyen sosyal demokrat çevreler bugün değişim ve yenilikçiliğe ne kadar yakın, ya da statükoculuk ve tutuculuktan ne kadar uzaktalar?

Objektif bir gözle bakıldığında, bugün Türkiye’deki sol-sosyal demokrat çevrelerde yıllardır geçmiş özlemine dayalı (bu durum 1920’ler ve 1930’lardaki Kemalist devlete, ya da 1960 ve 1970’lerdeki güçlü sol hareketlere özlem şeklinde iki düzeyde yaşanabiliyor) ve statükocu bir anlayışın egemen olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Bu durumun doğal bir sonucu olarak da, Atatürk mirası ülkemizde giderek zayıflıyor ve Adalet ve Kalkınma Partisi, birçok noktada belki halkın istediği düzeyde ve şekilde olmasa da, yeni şeyler söylediği ve ürettiği için haksız rekabet ortamında siyasette kolay seçim zaferleri elde edebiliyor. Bu nedenle, Türkiye’deki sol çevrelerin “sol” terminolojisinin hakkını verebilmek ve daha önemlisi sandıkta AKP’ye alternatif bir sol seçenek oluşturmak adına sadece geçmiş özlemine dayalı nostaljik siyaset yapmaktan vazgeçerek, bir an önce oluşmakta olan yeni Türkiye’ye uygun somut projeler ortaya koymaları gerekmektedir. Zira ancak bu şekilde, Türkiye’de sağ ve sol dengesinin sağlandığı sağlıklı bir demokratik siyasal yapı oluşabilecektir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] John T. Jost hakkında bilgi edinmek için; http://www.psych.nyu.edu/jost/.

[2] Makale buradan görülebilir; http://www.psych.nyu.edu/jost/Jost%20(2009)%20Elective%20Affinities.PDF.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.