Uluslararası ilişkiler içerisinde genel anlamda etkili diyebileceğimiz dört teori vardır. Bunlar; Realizm, Liberalizm, Yapısalcılık ve Marksizm’dir. Elbette, bu teoriler tamamen birleşik bir teoriden oluşmuyor ve her birinin içerisinde farklı teoriler var. Bu teoriler, kimi zaman bazı konularda birbirleri ile aynı görüşte olsalar da, örneğin hem Realist düşünce, hem de Liberal düşünce (burada ideolojik-felsefi anlamdaki Liberalizm kastedilmemektedir) uluslararası ilişkilerde devletlerin ana aktör olduğunu kabul eder; aslında hepsi uluslararası ilişkilere farklı pencerelerden bakarlar. Uluslararası ilişkiler ile ilgilenen biriyseniz, hangi teoriyi kendinize yakın bulduğunuz küresel siyaseti yorumlama biçiminizi ciddi bir ölçüde etkiler. Elbette ki, bu teorilerden hiç birisine bağlı kalmayıp, hepsinden faydalanmayı seçen, ya da uluslararası ilişkilere daha eleştirel bir pencereden bakmayı seçenlerin sayısı da az değil.
Ben ise, bu dört ana teori arasından Realist düşüncenin alt kollarından birisi olan Neo-Realizm teorisini daha mantıklı ve ikna edici buluyorum. Dolayısıyla, bu yazıda da neden bu teoriyi kendime yakın bulduğumu anlatmaya çalışacağım. Aynı zamanda, birkaç sene sonra, özellikle mezuniyet sonrası, bu yazıyı açıp zaman içinde düşüncelerimde değişiklik olup olmadığını görmek benim için de ilginç olacaktır.
İlk olarak bir hususu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Daha önceden belirttiğim gibi, Neo-Realizm genellikle başvurduğum bir teoridir. Mearsheimer’ın bir konuşmasında[1] belirttiği üzere, hiçbir uluslararası ilişkiler teorisi uluslararası ilişkilerin % 100 yansımasını veremez, ya da gerçekte olanları % 100 açıklayamaz. Ancak % 70 gibi bir oranı yakalaması halinde, bir teori için gerçekten başarılı olduğunu ve diğerlerinin arasından sıyrıldığını söyleyebiliriz. Ben de, her ne kadar Neo-Realizm’i ana rehberim olarak kabul etsem de, gerçekte olanları tamamen açıklama kapasitesinin olmadığının ve yeri geldiğinde onu kullanmanın bir olayı analiz etmekte çok ciddi bir fayda getirmeyeceğinin farkındayım. Ancak diğer teoriler ile karşılaştırıldığında, Neo-Realizm, ülkelerin birbirleri arasındaki ilişkileri diğerlerine göre daha ikna edici ve gerçeğe yakın bir şekilde anlatabilen bir teori olarak öne çıkıyor.
Peki neden? Bence üç temel sebebi var ve bunlar aslında Neo-Realizm’in de uluslararası ilişkileri tanımlarken öne sürdüğü argümanlar. Birincisi; Neo-Realizm’e göre, devlet, uluslararası ilişkilerde en önemli aktördür. Diğer bazı aktörler de vardır; uluslararası sivil toplum kuruluşları, NATO, BM, AB, uluslararası şirketler vs., ancak bunlar dış politikada devlet kadar önemli yer tutamazlar. Liberalizm bu görüşe katılmıyor tabii ki. Liberallere göre, yukarıda saydığım devlet dışı aktörler artık devletten daha önemli bir pozisyona geliyorlar ve özellikle ulus devletin uluslararası arenadaki yerinin zayıfladığını iddia ediyorlar.
Peki, neden liberalizm değil de Neo-Realizm haklı? Aslında burada asıl mesele Neo-Realist argümanının çok güçlü olmasından ziyade, Neo-Liberal argümanın oldukça zayıf ve hem tarihsel, hem de güncel örneklerle tersinin ispatlanabilir olması. Tarihsel olarak bakmak gerekirse, özellikle 20. yüzyılda uluslararası kurumlara güç verilmeye çalışıldı. Bunun en büyük örneği iki Dünya Savaşı arasında kurulan Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, AB ve NATO gibi bölgesel kuruluşlar. Sırasıyla baktığımızda, Milletler Cemiyeti’nin tamamen başarısızlık olduğu zaten kabul gören bir durum. İkincisi, Birleşmiş Milletler, her ne kadar Milletler Cemiyeti’nden daha etkili gibi gözükse de (Güvenlik Konseyi gibi bağlayıcı bir komisyonun varlığı önemli bir adım ancak bu konseyin bile gücünün yetmediği durumlar oluyor. Buna da örnek olarak, 2003 Irak Savaşı’nı ve 1990’larda yapılan bazı insani müdahalelerin BMGK kararına rağmen gerçekleştirilmesini verebiliriz), bu kuruluşun bizim bildiğimiz anlamda ulus devlet bağımsızlığını sonlandırabilecek bir pozisyonda olmadığı gözüküyor.
Avrupa Birliği’nin, özellikle ülkelerin kendi bağımsızlıklarından vazgeçip, kendi sınırları içerisindeki kanunları belirleme konusunda birliğe bazı haklar devretmesi, Neo-Liberaller için kendi teorilerini desteklemek için kullanılan argümanlardan biri ve açık konuşmak gerekirse oldukça da güçlü bir argüman. Ancak, bu oluşumun sadece Avrupa bölgesi ile sınırlı kaldığını, dünyanın diğer taraflarında bu tarz oluşumların ortaya çıkmadığını hesaba katmak da oldukça önemli. Buna ek olarak, özellikle son yıllarda yaşanan mülteci krizleri ve üye ülkelerden bazılarının bu krizi AB çatısı altında çözmek yerine kendi çıkarlarına göre önlemler alması, katılımcı devletlerin aslında belirli bir noktaya kadar işbirliğine gideceği, eğer bu birlik çıkarlarına aykırı hareket etmeye başlarsa, çıkarlarını önde tutacaklarını gösteriyor.
İkincisi ise, büyük devletler arasındaki güç mücadelesi. Realist teoriye göre, büyük devletler her zaman süper güç olmak için birbirleri ile rekabet halinde olacaklar ve uluslararası ilişkilerin anarşik (yani devletler arası ilişkileri kontrol eden herhangi bir üst otorite olmaması durumu) yapısı nedeniyle onları bu rekabetten engelleyebilecek herhangi bir sebep ya da etken yok. Ancak burada dikkatli olunmalı. Realist argüman, uluslararası arenadaki tüm süper güçlerin her zaman bir savaş ya da rekabet olacağını öngörmez. Bu rekabet, eğer süper güçlerden birisi bu rekabeti kazanacak durumda olduğunu düşünürse ortaya çıkar. Şöyle bir örnek vereyim; hayali bir dünyada A ülkesi 10 birim güce sahip olsun. B, C ve D ülkeleri de sırasıyla 9, 7 ve 6 birim güce sahip olsun ve dünyadaki diğer 25 ülkenin hepsinin güçleri de 4 birim ve aşağısı olsun. Bu durumda, A, B, C ve D ülkeleri hayali dünyamızdaki süper güçler. Ancak bu durum, hepsinin birden aynı anda savaşa tutuşması anlamına gelmiyor. Çünkü C ve D ülkelerinin güçleri diğer iki süper güçten dikkate değer bir ölçüde daha az olduğu için, bu C ve D ülkeleri A ve B ülkeleri ile rekabete girmekten çekinecektir; çünkü kazanma ihtimalleri düşük ve bu ülkeler rasyonel olarak hareket edeceği için kazanamayacakları bir savaşa girmek istemeyeceklerdir. Öte yandan, A ve B ülkelerinin kendi aralarında rekabete girmesi iki sebep dolayısıyla oldukça yüksek bir olasılık; ilk olarak A ülkesi B ülkesinin kendisine çok yakın bir güce sahip olmasından rahatsız olacaktır. Çünkü B ülkesi bir atak yapıp 11 birim güce sahip olursa, A ülkesi dünyadaki en güçlü ülke olma sıfatını kaybedecektir ve bu ülkenin bu durumdan hoşnut olmayacağı açıktır. Bu sebeple, A ülkesinin B ye karşı saldırgan bir tutuma girmesi doğal bir durumdur. Öte yandan, B ülkesi de hem A ülkesinin niyetlerine güvenmediği ve her an saldırıya uğrayabileceğini düşündüğü/bildiği için ve aynı zamanda A ülkesini zayıflatıp dünya üzerindeki en güçlü devlet olmak istediği için, A ülkesine karşı saldırgan bir tutum sergileyecektir.
Bu teorinin örneklerini tarihte göstermek de mümkündür. Özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşları, Almanya’nın yükselen güç olarak süper güçlere meydan okuması sebebiyle yaşanmıştır. Öte yandan, Soğuk Savaş da yeni süper güç ABD ile yükselen ve bir sonraki süper güç olma iddiasını taşıyan Sovyetler Birliği arasındaki güç mücadelesine dayanmaktadır. Günümüzde ise, ABD’nin bir başka yükselen güç olan Çin’e karşı yine aynı endişeleri geliştirdiği ve Çin’i kendisine rakip olarak gördüğü gözlemlenebilmektedir. Elbette bu durum, illa ki agresif rekabete dönüşecek şeklinde kesin bir çıkarım yapmak mümkün değildir. Ancak tarihsel örnekler, bu devletlerin ilişkilerini değerlendirirken göz önünde bulundurulmalıdır.
Üçüncü ve son neden ise, uluslararası ilişkilerde İngilizcede “self-help” olarak adlandırılan benim ise Türkçe’de “kendi başının çaresine bakmak” diyebileceğim bir kuraldır. Realist argümana göre mademki uluslararası ilişkiler anarşik bir yapıda ve bir devlet saldırı altında olduğu zaman yardım isteyebileceği daha yüksek bir otorite yok, o zaman her devlet güvenliği için sadece kendine güvenmek zorundadır. Elbette ki, bu iddianın gerçek hayatta % 100 tutarlılığı olduğu söylenemez. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda büyük devletlerin küçük devletleri koruması altına alması, bu devletlere yapılacak saldırıların kendilerine yapılmış sayacağını belirtmesi ve bu bazı durumlarda bu sözleri tutması, kimi zaman küçük devletlerin büyük güçler tarafından koruma altına alınabileceğini gösteriyor. Öte yandan, günümüzde ise NATO ittifakının varlığı “müşterek güvenlik” gibi kavramların doğmasına yol açmıştır. Ancak her iki örnekte de göz önünde bulundurulması gereken bazı hususlar vardır. İlk olarak, küçük devletlerin büyük güçler tarafından korunması, genellikle ulusal çıkarlar sebebi ile gerçekleşmektedir. Öte yandan, küçük devlet her ne kadar büyük abileri tarafından koruma altına alınsa da, süper güçleri birbirinden koruyacak herhangi bir üst otorite yoktur. Dolayısıyla, bu devlet için “kendi başının çaresine bakmak” kuralı oldukça hayati bir önem taşımaktadır. İkinci olarak ise, NATO ittifakının müşterek güvenlik anlayışının temelini oluşturan 5. maddenin günümüze kadar pratikte bir uygulaması olmamıştır. Her ne kadar, ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra bu maddeyi harekete geçirse de, karşıdaki düşman bir Sovyetler Birliği ya da Çin değil, terörizm örgütü olan El Kaide idi. Bazı akademisyenler ve uluslararası ilişkiler uzmanları, bu maddenin gerçek bir saldırı halinde ne kadar işe yarayabileceğini sorgulamakta, özellikle ittifakın daha küçük ülkeleri için ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin kendilerini ateşe atmayacaklarını düşünmektedir.
Sonuç olarak, uluslararası ilişkilerde birçok teori vardır ve bunların hepsini kısa bir yazıda değerlendirmek mümkün değildir. Ancak bu yazı, neden Neo-Realist teorinin diğerlerine göre bir adım öne çıktığını açıklamaya çalışmıştır. Ayrıca, yazar, Neo-Realizm ilkelerinin tamamını kavramamış, hem Neo-Realist, hem de Neo-Liberal teoriler tarafından kabul görmüş devletlerin rasyonelliği gibi argümanları tartışma dışı bırakmıştır. Yazar, Neo-Realist teorinin başarısını onun üç argümanına indirgemiştir; birincisi, devletlerin uluslararası ilişkilerde en önemli aktör olması ve uluslararası kuruluşların onların yerini doldurabilecek duruma sahip olmaması, ikincisi, uluslararası ilişkilerin anarşik yapısı ve bu yapıdan doğan süper güç rekabetleri ve son olarak da, uluslararası ilişkilerde yer alan “kendi başının çaresine bakmak” ilkesini doğru okuyabilmesidir. Bu argümanlar, sadece teorik başarı olarak kalmayıp, gerçek hayatta da gözlemlenebilmesi ve uluslararası ilişkileri yorumlarken bize hem bugün, hem de gelecek hakkında belli başlı fikirler verebilmesi sebebi ile inanırlıklarını daha da arttırmaktadırlar.
Serkan ÇAKIR
King’s College London Savaş Çalışmaları Departmanı lisans öğrencisi
KAYNAKÇA