Amerika’nın saygın düşünce kuruluşlarından birisi olan Council on Foreign Relations (CFR), birçok konuda zaman zaman çeşitli tartışma, oturum ve paneller düzenlemekte ve ABD ve dünya kamuoyunu küresel politikada yakın gelecekte yaşanabilecek gelişmeler hakkında önceden haberdar etmektedir. Kurumun 11 Ocak 2018 tarihinde düzenlediği “A Look Inside Turkey” (Türkiye’ye Bakış)[1] adlı oturum da bu bağlamda oldukça önemlidir. Oturuma Bill Drozdiak Başkanlık ederken, konuşmacı olarak katılan kişiler; ABD’nin önemli Türkiye uzmanlarından olan ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında Türkiye’de İslamcı çevrelerce darbenin organizatörü olarak hedef gösterilen akademisyen Henri Barkey, ABD-Türkiye İş Konseyi İcra Direktörü Jennifer Miel ve ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’dir. Bu yazıda, bu oturumda konuşulanlar özetlenecektir.
Oturumun video kaydı
Henri Barkey
Oturumda ilk sözü alan konuşmacı olan Henri Barkey, konuşmasına kendisine Türkiye’de “darbe organizatörü” olarak yapılan eleştirilerle ilgili olarak bir şaka yaparak başlamakta ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın darbe girişimi sonrasında yaptıklarını “kişisel ve illiberal bir rejimi kurumsallaştırma” (institutionalization of a personalistic illiberal regime) olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda, Barkey, 2017 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle birlikte Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin artık yürürlükte olmadığını iddia etmektedir. Türkiye’nin bu dönüşümü, Barkey’e göre iki temel eğilime dayalıdır. Birincisi, tüm kurumların Cumhurbaşkanlığına tabi kılınmasıdır. İkincisi ise, birinci eğilimi de güçlendirir şekilde, gücün kişiselleştirilmesidir. Bu anlamda, Max Weber’in karizmatik otorite tipolojisine benzer şekilde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, sistemde, kurumsal olarak güçlendirilmesinin yanında, enformel olarak kişisel açıdan da daha güçlü kılınmaktadır. Bu noktada Türkiye’nin geçmişte de hiçbir zaman tam anlamıyla bir demokrasi olamadığını hatırlatan Barkey, buna karşın Türkiye’nin kısa zaman öncesine kadar çoğulcu bir yapısının bulunduğunu söylemektedir. Bu sistemde her zaman uygulanmasa bile bazı doğruların ve kuralların bulunduğunu ve sistemin bir uca doğru çok savrulması durumunda ordunun (Türk Silahlı Kuvvetleri) müdahaleleriyle sistemin yeniden toparlandığını hatırlatan Barkey, şimdiyse Türkiye’nin öngörülebilir bir ülke olmaktan çıktığını belirtmektedir. Barkey, parlamentonun bu yeni sistemde neredeyse hiçbir yetkisinin kalmadığını vurgulamakta ve yargının da bu sistemde Cumhurbaşkanı’nın otoritesine tabi hale geldiğini ve yargıçların artık siyasi otoritenin iradesi dışında bağımsız olarak hareket edemeyeceklerini söylemektedir. Kısa süre öncesine kadar Türkiye’de en güçlü kurumlardan olan TSK’nın bu yeni sistemde tamamen evcilleştirildiğini ve sivil otoriteye tabi kılındığını da sözlerine ekleyen Henri Barkey, 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ise çok kötü planlanmış bir eylem olduğunu söylemektedir. Barkey, yalnızca 9.000 askerle girişilen bu darbe denemesi sonucunda ordudaki generallerin yüzde 46’sının ordudan atıldığını belirtmekte ve TSK’nın bugün yeterli sayıda F-16 pilotu bile kalmayan askeri açıdan zayıf bir ülke konumuna düştüğünü ima etmektedir. Şimdilerde orduda üst düzey görev yapan askerlerin çoğunun NATO deneyimlerinin de olmadığını vurgulayan Barkey, ayrıca Türkiye’de basının yüzde 90’ının bir şekilde Erdoğan tarafından kontrol edildiğini iddia etmektedir. Üniversitelerin de bu süreçte tamamen zapturapt altına alındığını vurgulayan Amerikalı akademisyen, 6.000 kadar öğretim üyesinin son 1,5 yılda yüksek öğretim kurumlarından uzaklaştırıldığını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin en başarılı üniversitelerinden olan Boğaziçi Üniversitesi’ni de son günlerde hedef almaya başladığının altını çizmektedir. Gazeteciler başta olmak üzere muhalif görüşteki insanların Türkiye’de artık nedensiz yere bile rahatlıkla tutuklanabildiğini iddia eden Amerikalı analist, ülkedeki üçüncü büyük parti olan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) iki eşbaşkanının halen tutuklu olduğunu ve anamuhalefet partisi CHP’nin liderinin bu konuyu gündeme bile getirmediğini söylemekte; dolayısıyla Türkiye’deki sorunun sadece iktidardan değil, aynı zamanda muhalefetten de kaynaklandığını vurgulamaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkede yaşanan siyasi krizlerden daima güçlenerek çıktığını ve bugünlere bu sayede geldiğini belirten Barkey, bu açıdan ilk dönüm noktasının 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi olduğunu hatırlatmakta ve Abdullah Gül’e eşinin başörtülü olması sebebiyle karşı çıkan TSK’nın bu süreçte siyaset üzerindeki denetim yetkisini ve meşruiyetini kaybettiğini hatırlatmaktadır. TSK’nın elimine edilmesi sonrasında geriye Türk toplumunda etkili ve örgütlü güç olarak sadece Erdoğan’ın partisi AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) ve Fethullah Gülen cemaatinin kaldığını ve bu iki grubun 2013’e kadar el ele eski sistemi tasfiye ettiklerini hatırlatan Barkey, ancak 2013 sonrasında Erdoğan’ın Gülen’le de yolunu ayırdığını ve artık Türkiye’de AK Parti ve Erdoğan dışında etkili bir güç kalmadığını vurgulamaktadır. Barkey, sözlerini, Erdoğan’ın 2033’e kadar iktidarda kalmak istediğini ve seçimde Erdoğan’ı yenebilecek tek siyasetçi olan Abdullah Gül’ün adaylığını beklemenin “Godot’yu beklemek” gibi olduğunu söyleyerek tamamlamaktadır.
Jennifer Miel
İkinci konuşmacı olan Jennifer Miel, sözlerine, Türkiye’de ekonominin son dönemde ülkedeki en önemli gündem maddesi haline geldiğini ve terörizmi bile geride bırakmayı başardığını söyleyerek başlamaktadır. Türkiye’nin son iki yılda yaşadığı darbe girişimi ve terör saldırıları gibi uluslararası yatırımcıları olumsuz etkileyebilecek olaylara karşın, 2017 yılında ortalama yüzde 7 oranında bir ekonomik büyüme performansı yakaladığını hatırlatan konuşmacı, bunun kayda değer bir başarı olduğunu belirtmekte, ancak son aylarda artan enflasyon oranının sıkıntı yaratmaya başladığını da söylemektedir. Türkiye’de halen 1.700 civarında Amerikan şirketinin faaliyet gösterdiğini söyleyen Miel, ayrıca bu şirketlerin -çoğu Türk- 100.000 civarında kişiye istihdam sağladığını vurgulamaktadır. Bu olumlu duruma karşın, Türk-Amerikan ekonomik ilişkilerinin birkaç sene öncesinde ABD-Türkiye İş Konseyi’nin kurulduğu döneme göre daha kötü düzeyde olduğunu ima eden Miel, bu noktada Türkiye’nin dış ticaret açığı sorununa da dikkat çekmektedir. Geçen seneden itibaren Rus turistlerin piyasaya dönmesiyle birlikte canlanan turizm sektörünün bu açığı kapatmak için Türkiye’nin en önemli avantajı olduğunu vurgulayan Miel, doğrudan dış yatırımlar ve portföy yatırımlarının da Türkiye açısından gerekli olduğunun altını çizmektedir. Daha sonra Reza Zarrab (Rıza Sarraf) davası ve Halkbank’a yönelik ekonomik yaptırım meselesini gündeme getiren Jennifer Miel, bu dava sonucunda Türkiye’ye 2-3 milyar dolarlık bir tazminat çıkarılabileceği, davanın ertelenebileceği veya Türkiye’nin ceza verilmesine karşın Ankara’nın ödeme yapmayı reddedebileceği gibi seçeneklerin olduğunu söylemektedir. Halkbank’ın Türkiye’nin en büyük 6. bankası olduğunu vurgulayan Miel, tazminat cezası olması durumunda bunun 2019 seçimlerini etkileyebileceğini de sözlerine eklemektedir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemini satın almasının da ekonomik ve askeri ilişkilere zarar verebileceğini kaydeden konuşmacı, buna karşın iki ülke ve şirketlerinin F-35’ler başta olmak üzere birlikte birçok ortak proje yürüttüklerini hatırlatmaktadır. ABD’nin Türkiye ile ekonomik ilişkilerinde daima ticaret fazlası olduğunu da belirten Miel, iki ülke arasındaki ticaret hacminin 17,5-18 milyar dolar seviyesinde olduğunun (geçen yıla kıyasla az bir artışla) altını çizmektedir. Erdoğan ve Donald Trump’ın ekonomi odaklı liderler olduğunu da vurgulayan Miel, bu açıdan iki ülkenin ticari ilişkilerini geliştirmek için doğru bir zaman olduğunu belirtmekte ve dijital ekonomi, sağlık, enerji ve Suriye’nin yeniden inşası gibi alanlarda iki ülkenin birlikte hareket edebileceklerini kaydetmektedir.
James Jeffrey
Son konuşmacı olan ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey ise, sözlerine Türkiye’nin bir statüko ülkesi olduğunu vurgulayarak başlamakta ve bu nedenle ABD ve Batı ile ilişkilerinde bir kopuş beklemediğini ima etmektedir. ABD’nin 1940’lardan bu yana dünyadaki kolektif güvenlik, ekonomi, ticaret, finans ve değerler sisteminin lideri olduğunu da belirten emekli Büyükelçi, Trump döneminde de bu durumun değişmeyeceğini düşünmektedir. Türkiye’nin son dönemde liberal değerlere sırt çevirdiğini vurgulayan Jeffrey, buna karşın bu ülkenin halen bir demokrasi olduğunu iddia etmektedir. Walter Russell Mead’in 2013 yılında yazdığı “The End of the End of History” makalesinde vurguladığı şekilde son dönemde demokrasiye bağlı müttefik bulmanın dünyada zor hale geldiğini vurgulayan James Jeffrey, Türkiye’nin bu nedenle hala çok önemli bir ülke olduğunun altını çizmektedir. Bu noktada ülkeleri yetenekler (capabilities) ve niyetler (intentions) bağlamında değerlendiren Jeffrey, Türkiye’nin son 15 yılda ekonomik anlamda büyük bir atılım gerçekleştirdiğini ve Gümrük Birliği içerisinde yer alan Batılı bir ekonomi olduğunu söylemektedir. Jeffrey, ayrıca tüm sorunlara karşın Türkiye’nin bölgesindeki diğer ülkelere kıyasla daha istikrarlı bir ülke olduğunu vurgulamakta ve Erdoğan’ın bunu sağlayan kişi olduğunu işaret etmektedir. Bu anlamda, ortada Türkiye’nin yetenekleri bağlamında bir tartışma olmadığını söyleyen Jeffrey, asıl meselenin Türkiye’nin niyetleri olduğunu açıklamaktadır. Türkiye’nin temel güvenlik meselelerinin PKK terörü, İran ve Rusya olduğunu iddia eden emekli diplomat, bu anlamda Türkiye’nin halen Batı kampında yer alan bir ülke olduğunu vurgulamaktadır. Buna karşın, Türkiye’nin artık yönetim tarzı olarak Batılı ülkelere benzemediğini hatırlatan Jeffrey, Erdoğan’ın bir yönüyle Vladimir Putin, diğer yanıyla da Charles de Gaulle tarzı bir lider olduğunu iddia etmektedir. Türkiye’nin halen Batı bloğuyla çok yakın işbirliği içerisinde olduğunu da sözlerine ekleyen Amerikalı diplomat, buna karşın Türkiye’nin çok boyutlu dış politikası ve otoriter yönetim tarzının Batı ile ilişkilerde sorunlar yarattığını ima etmektedir. Daha sonra Türk-Amerikan ilişkilerini geliştirmek için somut konuları sıralayan Jeffrey, öncelikle, Reza Zarrab davası, Fethullah Gülen’in iadesi ve Henri Barkey’e yönelik suçlamalar gibi hukuki meseleleri kendilerinin devlet olarak çözemeyeceğini ve bu konuların iç politikada tüketilmek için büyütüldüğünü söylemektedir. Asıl meselenin Suriye’nin geleceği, İran’ın çevrelenmesi ve terörle mücadele gibi konularda Türkiye ile beraber hareket edilip edilmeyeceği olduğunu vurgulayan James Jeffrey, sorular bölümündeyse Türkiye’nin bir liberal demokrasi olmasa da halen bir demokrasi olduğunu açıklamaktadır.
Sonuç olarak, bu oturumun önemli mesajlar içeren oldukça faydalı ve üst düzey bir etkinlik olduğu söylenmelidir. Konuşmacıların -kısmen Henri Barkey dışında- Türkiye ile ilgili ılımlı ve olumlu mesajlar vermeye çalıştıkları da açıktır. Buna karşın, ABD’nin PYD-YPG güçlerini silahlandırmasının Türkiye’ye olumsuz etkileri gibi konular esgeçilmiş ve alelade bir konu olarak ele alınmıştır. Oysa bu mesele, Türkiye açısından yaşamsal bir meseledir ve yakın gelecekte Türk halkının güvenliğini de tehdit edebilir. Ayrıca Erdoğan’ın otoriter eğilimlerine karşın seçimleri nasıl kazandığı ve Türk halkından neden bu kadar destek bulduğu meselesi de konuşmada eksik kalmıştır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ