1990 VE 2000’Lİ YILLARDA RUS DIŞ POLİTİKASINDA TEMEL EĞİLİMLER

upa-admin 25 Ağustos 2012 16.324 Okunma 0
1990 VE 2000’Lİ YILLARDA RUS DIŞ POLİTİKASINDA TEMEL EĞİLİMLER

1980’lerin ortalarında Sovyet ekonomisinde cereyan eden durgunluğu aşabilmek hedefiyle perestroyka sürecini başlatan Mikhail Gorbaçov, bu sürecin başarıya ulaşabilmesi için siyasi yapıda değişime gitmeyi gerekli görmüştü.[1] Çünkü dönüştürülmesi hedeflenen düzenden en çok çıkar temin eden bürokrasi, iktisadi reform girişimlerine büyük bir tepki göstermiş ve perestroyka sürecini baltalayacak en önemli engel olarak görülmüştü. Bu engeli aşmak, dolayısıyla bürokratik hegemonyayı zayıflatmak için glasnost (açıklık) ve demokratizatsiya (demokratikleşme) politikalarını uygulamaya koyan Gorbaçov, bu politikalar aracılığıyla perestroykanın başarılı olmasını hedeflemişti.

1990 seçimlerinde RSFSC Halk Temsilcileri Kongresi’ne vekil olarak seçilen Demokratik Rusya Hareketi’nin liderlerinden Boris Yeltsin, aynı yılın Mayıs ayında yapılan kongre toplantısında söz konusu hareketin desteği sayesinde Yüce Sovyet’in başkanlığına getirilmiştir. Bu görevi aldıktan sonra Gorbaçov ve Sovyet Hükümeti’ne yönelik açık bir politik savaş başlatan Yeltsin, 12 Haziran 1990 tarihinde Kongre’nin de onay vermesiyle Rusya Federasyonu’nu egemen bir devlet olarak ilan etmiştir.[2] Siyasi güç mücadelesi durumunda Rus egemenliğinin ilan edilmesi, Gorbaçov’un otoritesi ve politikalarına yönelik doğrudan bir tehdit olarak görülmüş ve bu çerçevede demokratik blok tarafından olduğu gibi Rusya Komünist Partisi tarafından da desteklenmiştir. SSCB’deki gibi bir başkanlık sistemi meydana getirerek Rusya üzerinde gücünü arttırmaya çalışan Yeltsin, 12 Haziran 1991’de gerçekleştirilen seçimlerin neticesinde RSFSC’nin (aynı zamanda bir Sovyet Cumhuriyeti’nin) ilk başkanı olarak seçilmiş ve bu çerçevede diğer Sovyet Cumhuriyetleri’ne örnek oluşturmuştur. Yeltsin dönemi Rusyası incelendiği zaman, mevcut politik sistemin ve bu sistemin ön plana çıkardığı çeşitli aktörlerin dış politika üzerinde doğrudan etkili olduğunu söylemek mümkündür. 1993 Aralık’ında kabul edilen yeni anayasa öncesinde yarı başkanlık, sonrasında ise, “güçlü-başkanlık” olarak nitelendirilen Yeltsin döneminin politik sistemi, genel olarak, başkanı ön plana çıkarmıştır.

Dış politika konusunda ise 1980’lerin ortalarından itibaren yukarıda bahsedilen politikalarını hayata geçiren Gorbaçov, içerideki bu reform sürecini destekleyecek bir dış politika anlayışı ortaya koymuştu. “Yeni Düşünce” (Novoye Mışleniye) olarak isimlendirilen bu yaklaşım perestroyka ve glasnostun uluslararası ilişkiler ayağını meydana getirmekteydi. Bu dış politika doktrini çeşitli unsurları kapsamaktaydı ki, bu unsurların başında kapitalist ve sosyalist devletlerin birbirlerine tehdit oluşturdukları ve uzlaşma yollarının olmadığı biçimindeki Leninist doktrinin reddi yer almaktaydı.[3] “Yeni Düşünce” doktrinine göre olası bir nükleer savaşı engellemek için ortak insani çıkarlar, sınıf temelli çıkarlardan daha kayda değerdi. Bu anlayışın öteki unsurları arasında küresel karşılıklı bağımlılık, devletlerin siyasi rejimlerini seçme özgürlüğü ve silahsızlanma ilkeleri yer almaktaydı. Buna örnek verecek olursak, 1987 senesinde Washington ile Avrupa’daki tüm orta ve kısa menzilli füzelerin imhasını öngören Orta Menzilli Nükleer Silahlar Antlaşması’nı imzalayan Gorbaçov yönetimi, 1989 senesinde Afganistan’daki askerlerini geri çekmiş, 1990 yılında Avrupa’daki konvansiyonel güçlerin büyük bir kısmının kaldırılmasını öngören Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’na (AKKA) imza koymuştu.

Gorbaçov’a nispeten ekonomide daha hızlı bir liberalleşmenin tesis edilmesini ve cumhuriyetlere daha fazla yetki verilmesi düşüncesinde olan Yeltsin, dış politikada da daha Batı yanlısı bir duruşu benimsemekteydi. Dış politikayı Gorbaçov ile mücadelesinin bir parçası haline sokan Rus lider, 1990 Eylül’ünde RSFSC Dışişleri Bakanlığı’nı oluşturmuş ve Kozirev’i Dışişleri Bakanı olarak atamıştı.[4] Yeltsin’in temel politikası, Batı tarafından SSCB’den ayrı olarak Rusya Cumhuriyeti’nin ve kendi liderliğinin tanınmasını gerçekleştirmekti. Bu çerçevede, 1991 Nisan’ında Strazburg’daki Avrupa Parlamentosu’na, Mayıs ve Haziran aylarında Prag ve Washington’a ziyarette bulunmuştu. 1991 baharında RSFSC Yüce Sovyet Güvenlik Komitesi başkanı Sergey Stepaşin Brüksel’deki NATO Karargâhına bir ziyaret gerçekleştirmiş, bu ziyaret sırasında NATO içerisinde RSFSC’ye gözlemci statüsü verilmesi gündeme gelmişti. Fakat Batılı hükümetler SSCB’ye paralel olarak RSFSC yönetimi ile ilişkileri geliştirme hususunda çekimser kalmışlar ve ancak Yeltsin iktidarını Ağustos Darbe Girişimi’nden sonra muhatap olarak görmüşlerdir. Bu çerçevede “Yeni Düşünce” anlayışının bir parçası olan Atlantikçi dış politika konseptini SSCB çatısı altında etkin bir şekilde yürürlüğe koyma şansı bulamayan Yeltsin, SSCB’nin dağılması ile birlikte bu politikayı uygulamaya koyacaktır.

Parlamento tarafından verilen yetkiler ile 1992 yılının başlarından itibaren “şok terapi” politikasını uygulamaya başlayan Yeltsin ve ekibi, benimsedikleri Atlantikçi doktrini, dış politika uygulamalarına yansıtmışlardır.[5] Ülkeye yönelik herhangi bir dış tehditin bulunmadığını, temel tehditin ülke içindeki ekonomik çöküşten dolayı olduğunu iddia eden Yeltsin yönetimi, bu tehditle başa çıkabilmek için 1992 yılı boyunca Batı yanlısı bir politika takip etmiştir. Bu dış politika, SSCB’nin emperyalist yapısının lağvedilmesini, ABD ile nükleer alandaki yarışın bitirilmesini ve stratejik işbirliğine gidilmesini, NATO ile ilişkilerin geliştirilmesini, BM Güvenlik Konseyi’nde diğer daimi üyeler ve Avrupalı müttefikler ile işbirliğinin tesis edilmesini, DTÖ ve G-7 gibi beynelmilel kurumlara üyeliği öngörmüştür. Rusya’nın büyük güç statüsünü elde etmesini, Batı ile işbirliğine ve uluslararası örgütlere üyeliğe bağlayan Yeltsin, 1992 yılının başlarında BM’de yaptığı konuşmada Rusya’nın Batılı ülkeleri “müttefik” olarak gördüğünü ilan etmiştir. NATO ile ilişkilerini güçlendirme çabası içinde olan Yeltsin iktidarı, 10 Mart 1992’de bu örgüte bağlı bulunan Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi’ne üye olmuştur. NATO tarafından eski Varşova Paktı ülkeleri ile özellikle güvenliğe ilişkin konularda diyaloğun tesis edilmesine yönelik tesis edilen bu forum, Rusya’nın NATO ülkeleri ile yakınlaşmasının katalizörü olmuştur.

Batı ile ilişkilerini geliştirebilmeye yönelik çeşitli girişimlerde bulunan Yeltsin hükümeti, Yugoslavya, Irak ve Libya’ya yönelik uygulanan BM yaptırımları konusunda sessiz kalmış, Hindistan ve İran’a yaptığı silah ve silah teknolojisi satışına ABD’nin getirdiği kısıtlamalara da onay vermiştir. Dışişleri Bakanı Kozirev’in takip ettiği “evet politikası”, her şartta Batı’nın özellikle ABD’nin yaklaşımlarına destek verirken, diğer bölge ve ülkeleri gözardı etmiştir. “Yakın Çevre’ye” karşı duyarsız bir politika izleyen iktidar özellikle Orta Asya’yı Rusya’nın sırtındaki ekonomik bir kambur olarak değerlendirmiştir. 1992 senesinin başlarından itibaren Baltık Cumhuriyetleri’ndeki Sovyet askerinin geri çekilmesine Yeltsin olumlu yaklaşmıştır.

1993 senesinden itibaren faydacı milliyetçi çizginin dış politika üzerinde etkisini arttırdığının en önemli kanıtı, 1993 Nisan’ında açıklanan Dış Politika Konsepti olmuştur. “Yakın Çevre” olarak da bilinen bu belge, Rus dış politikasının önceliğine BDT ülkelerini yerleştirmiş, Batı ile Rusya arasındaki çıkar farklılıklarının altını çizmiştir.[6] BDT coğrafyasına yönelik meydana gelen politika değişikliğinde, ülke içindeki siyasi çekişmeler kadar, dış etkenler de belirleyici rol oynamıştır. Transdinyester’in bağımsızlığını açıklaması, Estonya ve Letonya’da Rus nüfusun haklarının sınırlandırılması, Tacikistan ve Gürcistan’da iç savaşlar Rusya’nın bölgeye yönelik daha aktif bir politika takip etmesi konusunda ülke içinde uzlaşının oluşmasına yol açmıştır. Eski Sovyet Cumhuriyetleri ile münasebetler pek çok bakımdan Rusya için önemlidir. Bu sebeplerin başında cereyan eden çatışmaların Rusya’ya sıçrayabileceği endişesi bulunmaktadır. Bu güvenlik faktörünü, bölge ülkeleri ile ekonomik bağların sürekliliğine dayanan ekonomik faktör izlemektedir. Son olarak da bölgede yaşayan 25 milyon Rus diasporasının haklarının korunması açısından bölge ülkeleri ile ilişkilerin Rusya için önem taşıdığı söylenebilir.

1994 Ekim’inde cereyan eden “Kara Salı” hadisesinden sonra hükümetin liberal ekonomi politikalarının uygulanmasını hızlandırması, bütçe açığını kapatmak için dış borçlanmaya yönelmesi ve ikinci tur özelleştirme programı ile oligarkların oluşumuna liderlik etmesi, dış politikada Batı yanlısı eğilimin güç kazanmasını da beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede 1994 senesinin sonlarından, 1996 başkanlık seçimlerine kadar olan süreç Atlantikçi dış politikaya geçiş dönemi olarak nitelendirilebilir. Bu süreç boyunca ekonomide liberalleşmenin hız kazanmasına rağmen, 1. Çeçenistan Savaşı yüzünden generallerin Rus politikasında devam eden etkinliği, tamamıyla Batı yanlısı bir politikanın takip edilmesini engellemiştir.

Rusya, 1995 yılı itibariyle “Yakın Çevre” üzerindeki etkinliğini kaybetmeye başlamıştır.[7] Bunun en önemli sebebi, ABD’nin 90’lı yılların ortalarına kadar takip ettiği “önce Rusya” stratejisini terk ederek, BDT ülkeleri, özellikle de Orta Asya ve Kafkasya Cumhuriyetleri ile doğrudan ilişkileri geliştirme çabası içinde olmasıdır. Washington’un bu bölge stratejisinde cereyan eden bu değişimin en önemli sebebi, bölgedeki enerji kaynakları üzerinde daha etkin olma arzusudur. 1990’ların ikinci yarısında Hazar enerji rezervlerinin ve ihracat güzergâhlarının ABD’nin ekonomik güvenliği için taşıdığı önemin giderek daha fazla altı çizilmeye başlanmıştır. Clinton yönetimi, AB’nin Hazar petrollerinin taşınmasına ilişkin ortaya attığı projelerin ve bahse konu enerji güzergâhları üzerindeki Rus hâkimiyetinin karşısında bölge enerji kaynaklarına yönelik daha aktif bir politikayı zorunlu görmüştür.

Yeltsin’in 1996 yılında tekrar başkan seçilmesinin ertesinde Rusya’ya karşı daha sert bir politika takip etmeye başlayan Clinton yönetimi, 1996 yılının sonlarından itibaren NATO genişlemesine dış politikada öncelik vermiştir. Rusya’da hükümeti meydana getiren Çubais liderliğindeki “reformistler” ve oligarklar, Batı ile iktisadi bütünleşme hedefi çerçevesinde Clinton’un NATO politikasında meydana gelen bu değişime karşı ılımlı bir tavır göstermişlerdir. Yeltsin üzerinde etkili olan bu Atlantikçi grup, 27 Mayıs 1997 tarihinde imzalanan NATO-Rusya Kurucu Senedi’nin itici gücü olmuşlardır. Bu Senet ile ortak çıkarlara sahip bulunan Rusya ile NATO birbirlerini düşman olarak görmediklerini açıklamışlardır.

Rus dış politikasında bu dönemde öne çıkan bir diğer dış politika akımı Avrasyacı Yaklaşımdır. 1998-2004 arasında Duma başkanlığının strateji ve jeopolitik konusunda danışmanlığı yapan düşünür Aleksandr Dugin tarafından ortaya konulan bu görüşe göre coğrafya, doğa, dil, iklim, kültür ve din açısından Rusya, Avrasyacı Doğu ve Avrasyacı Batı’nın sentetik birleşimidir ki jeopolitik fonksiyonu, Doğulu ve Batılı eğilimlerin toplamına ya da ortalamasına indirgenemez. Rusya, ne Doğu, ne de Batı’dır, bağımsız ve özel bir üçüncü yöndür.[8] Salt bir yaklaşımla irdelendiğinde, Rusya, Avrasya ile özdeş durumdadır. Çünkü yalnızca onun toprakları, nüfusu ve sınai-teknolojik gelişimi, kıtasal bağımsızlık üssü olmaya ve otarşiye uygundur. Bu özellikler, jeopolitik yasalar çerçevesinde her bir “ada” da, bu bağlamda “Dünya Adası”nda yani Avrasya’da oluşması kaçınılmaz olan tam kıtasal bütünleşmeye temel oluşturacaktır. Stratejik açıdan bakıldığında, Rusya, bağımsızlığı ve egemenliği tüm kıtanınki ile özdeş olan bağımsız bir bölgesel yapıdır. Bu, diğer büyük Avrasya devletlerinin -Çin, Almanya, Fransa, Hindistan- hakkında söylenebilecek bir şey değildir. Bu ülkeler kıtasal güç rolünü icra ederler, fakat Rusya ile karşılaştırıldığında, tüm stratejik, kültürel ve politik sonuçları ile her zaman “kıyısal şeritler”, bir başka deyişle Rimland olarak kalacaklardır. Tam bir jeopolitik temellendirme bakımından sadece Rusya, Heartland’ı temsil edebilir.

Rus Dış Politikasında Önemli Rol Oynayan Siyasal Elitler

12 Aralık 1993 tarihli Rusya Federasyonu Anayasası, devlet başkanına yalnızca dış politikayı oluşturma hakkı değil, bu politikayı yürürlüğe koyma hakkını da vermiştir. Fakat Boris Yeltsin, dış politikaya tamamen hakim olmamasından dolayı özellikle devlet başkanlığının ilk senelerinde bu alandaki tüm yetkileri dışişleri bakanına devretmiştir.[9] Rusya Federasyonu devlet başkanı, Moskova’yı uluslararası ilişkilerde temsil etmekte, görüşmeler yapmakta ve uluslararası anlaşmalara imza koymaktadır. Başbakanın teklifi doğrultusunda devlet başkanı, dışişleri bakanını atamakta ve görevden almaktadır. Devlet başkanı, parlamento temsilcileriyle görüşmelerde bulunarak yabancı ülkelere elçi atamaktadır. Vladimir Putin, Yeltsin’den farklı olarak dış politika ile daha yakından ilgilenmektedir. Bunun bir göstergesi de devlet başkanlığı mekanizması bünyesinde dışişlerinden ayrı olarak dış ilişkilerden sorumlu bir birim kurulmasıdır. Dışişleri bakanının en önemli görevi, devlet başkanının belirlediği dış politikayı fiiliyata geçirmektir.

Rus diplomasisinin özelliklerinden biri de bir diplomatın bildiği dile göre ancak belirli bir bölgeye görevlendirilmesidir.Yurtdışından dönen diplomatlar da Moskova’da gene aynı bölge ile alakalı bölümlerde görev almaktadırlar. Rus dış politikasında üçüncü kayda değer faktör ise; Rus Parlamentosu’nun alt kanadı olan Duma’dır. Duma’nın, Rus yetkililerinin imzaladıkları anlaşmalara onay vermesinin yanı sıra veto etme hakkı da mevcuttur. Ayrıca Duma nezdinde uluslararası ilişkilerden sorumlu bir birim vardır.

İkibinli Yıllarda Rus Dış Politikasının Temel Parametreleri

Vladimir Putin’in 2000 yılında devlet başkanı olmasından sonra Kremlin’in dış politikasında temel yürütücü faktörler güncel ve içsel olarak ifade edilebilir. Bunlar; ekonomik büyüme ve istikrar için yeni fırsatlar olmasına ilaveten artan güvenlik tehditlerini ele almaya dönük bir ihtiyacın ortaya çıkmasını kapsar.[10] 2007 itibariyle ekonomi GDP bağlamında 1990 seviyesine ulaşmış ve 1999’dan itibaren her yıl yaklaşık yüzde 7 oranında artış göstermiştir. Ekonominin toplam büyüklüğü yaklaşık olarak 6 kat artarak 200 milyar dolardan 1,3 trilyon dolara yükselmiştir. 2000-2005 döneminde gelir olarak ortalama bir Rus her yıl % 26 oranında bir artış görmüştür. Rus ekonomisine doğrudan yabancı yatırımlar çok yüksek bir seviyede gerçekleşmiştir ki bu durum Rusya’nın gelişmekte olan ülkeler arasında bu alanda birinci olmasına yol açmıştır. Ekonomik toparlanmanın büyük bir bölümünün yüksek petrol fiyatlarına bağlı olarak gerçekleşmesine rağmen, hükümet enerji ihracatına dayanmayı azaltmaya yönelik çalışmalarda bulunmuştur.

Moskova, Washington’un küresel rejim değişikliği stratejisinden kaynaklanan istikrarsızlıklardan kormaktaydı. Üç sebepten dolayı, Moskova, Washington’dan gelen liberalleşme ve demokratikleşme güdülerini Kremlin’in gücüne ve güvenliğine yönelik tehdit olarak değerlendirmekteydi. Bunlardan birincisi, Kremlin, Ukrayna’da olan Turuncu Devrim’in bir benzerinin Rusya’nın içinde olabileceğini düşünerek “renkli bir devrimden” korkmaktaydı. Herhangi bir devrime yönelik halk desteğinin zayıf olmasına rağmen Kremlin’in siyaset yapıcıları, Birleşik Devletler’deki etkili elitlerin Rusya’daki bazı radikal örgütlerle ilişki kuracağı gerçeğinden hareket ederek tehditi ciddiye almışlardı. İkinci olarak Kremlin, eski Sovyet bölgesinde radikal Amerikan yanlısı rejimler tarafından giderek çevrelendiği hissetmekteydi. 2003-2005 döneminde Ukrayna, Gürcistan ve Kırgizistan’da gerçekleşen renkli devrimler daha büyük bir istikrar ve refah getirme konusunda başarısız olmasına rağmen bölgedeki uluslararası durumu politize etmiştir. Üçüncü olarak, Rusya kendisini İslamın radikalleşmesine karşılık savunmasız hissetmiştir. Bazı yetkililerinin yerel camileri kapatması gibi girişimlerden ötürü Rusya’nın İslami terörizme yönelik sorunlarında kendi hatalarının bulunmasına rağmen bunun diğer bir yanı Birleşik Devletlerin ılımlı Müslümanları izole eden politikalarıdır. Küresel bir dünyada, bu Rusya’nın içindeki İslamcı radikaller için büyük bir destek anlamına gelmektedir.

Rusya’nın dış politikasındaki geniş ölçekli hedefler Vladimir Putin’in 1999 yılında yaptığı “Yeni Bir Milenyumun Eşiğinde Rusya” başlıklı konuşmasında ortaya konulduğu gibi genel olarak aynı kalmıştır. Bu hedefler ekonominin modernizasyonunu, siyasi istikrarı ve güvenliğinin güçlendirilmesini içerir. Fakat, yeni ekonomik fırsatlara ve güvenlik açıklarına cevaben Rusya bu dış politika hedeflerini yerine getirmenin yöntemlerini modifiye etmiştir.[11] Merkezi otoriteyi güçlendirme çabası içine giren Putin, dış politika yapımı sürecinde etkili olan bölge liderleri ve oligarkların etkinliğini sınırlandırırken, yürütme organı içerisine aldığı Petersburg ekibi ile beraber dış politika anlayışını faaliyete geçirmiştir. Bu ekip, güvenlik ve askeriyenin temsilcilerinden oluşan bir ekip olup Siloviki olarak adlandırılmaktadır. 1999 yılından itibaren artan enerji fiyatlarının katkısıyla ekonomide meydana gelen düzelme Putin’in işinin kolaylaşmasına neden olmuştur. Putin’in 2000 yılında başkan olmasıyla beraber Primakov dönemindeki dış politika anlayışının sürdürüldüğü gözlemlenmiştir. Nihayetinde 2000 yılında ilan edilen Dış Politika Konsepti, Primakov’un çok kutuplu uluslararası sistem yaklaşımının altını çizmektedir. Fakat her ikisi de merkezci grubun temsilcisi olarak görülen ve istihbarat birimlerde çalışmış olan Putin ile Primakov’un dış politika yaklaşımları arasında bazı farklar vardır.

Primakov, Birleşik Devletler’in gücünü dengeleyebilmek için Çin ve Hindistan gibi Batılı olmayan güç merkezleriyle işbirliği yapılmasını savunurken, Putin bu tarz bir işbirliğine gidilmeden önce ülke politikasında ve ekonomisinde istikrarın tesis edilmesinin gerekliliğini vurgulayarak Batılı devletler ile ilişkilerine daha fazla önem atfetmiştir. Ülke ekonomisi güç kazanmadan Batı’ya karşı koymanın zor olduğunu düşünen Putin’e göre öncelikle Batılı devletler ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gerekmektedir. ABD liderliğindeki tek kutupluluğa karşı Asya ülkeleriyle ittifaktan ziyade, Avrupa ülkeleriyle ekonomik işbirliği yapılmalıdır.

Yeni bir dış politika çerçevesine cevaben, Putin, Rusya’nın Avrupa değerlerine olan taahhütünü yeniden doğrulama çabası içinde olmuştur. Nisan 2005’te Federasyon Konseyi’nde yaptığı bir konuşmasında, Putin; Rusya’nın Avrupa kıtasında diğerleri tarafından paylaşılan özgürlük, insan hakları, adalet ve demokrasi gibi ideallere doğru yöneldiğini gördüğünü ilan etmiştir.[12] Eski Sovyet bölgesinde, bu “Rus ulusunun Avrasya’da medenileştirici rolüne devam etmesi” doktrini anlamına gelmektedir. Renkli devrimler sırasındaki Sovyet sonrası uluslara yönelik emperyalizm suçlamalarına karşılık Putin; Rusya’nın Sovyet sonrası devletlerin topraklarını veya doğal kaynaklarını hedeflemediğini fakat kendisiyle aynı kültürel değerleri paylaşan insanların mutluluğunu ve yaşam kalitesini hedeflediğini vurgulayarak şu ifadeyi kullanmıştır: “Geleneksel olarak eski Sovyet Cumhuriyetleriyle tarih, Rus dili ve büyük kültür bağlamında bağlantısı olan, ki bunlar şu anda bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerdir, Rusya’nın özgürlük için ortak arayıştan uzak durması düşünülemez.”.

Putin’in destekçileri, Putin’in egemen demokrasi ve egemen ekonomi kavramlarını kullanarak oluşturduğu uzak görüşlülüğünün Rusya’nın kendi gelişme yolunu ve doğal kaynaklarını korumasına ihtiyacı olduğu şeklinde yorumlamışlardır. Egemen ekonomi; Rusya’nın ekonomik gelişmesinde hangi Batılı firmaların katkısı olacağının şartlarının belirlenmesinde devletin birinci derecede role sahip olmasıdır. Yükselen enerji fiyatlarının olduğu bir dünyada, vurgu makroekonomik disiplini ve sert mali politikaları gerçekleştirmekten çok Rusya’nın doğal gaz ve petrol  rezervleri üzerinde hakimiyet kurma amacına doğru kaymıştır. Rusya, daha iddialı bir politikanın Moskova’nın ulusal güvenliğini daha iyi koruyabileceğini vurgulamıştır. Putin’in Münih’te Birleşik Devletlerin uluslararası politikada izlediği tek taraflı politikasına güçlü eleştiriler içeren konuşması Rusya’nın kendi egemenliğine ve güvenliğine müdahale olarak gördüğü politikalara hoşgörü göstermeyeceğini hatırlatması açısından özellikle çok önemli bir konuşmaydı.

Kremlin tarafından 27 Mart 2007’de yayımlanan, “Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası Hakkında Bir Değerlendirme” başlıklı yeni bir Dışişleri Bakanlığı raporu Rusya’nın büyük güç faydacılığının yeni yüzüne ortaya koymuştur.[13] Bu rapor, 2000 yılındaki Dış Siyaset Konseptinde, Rusya’nın düşüncesi bağlamında önemli değişikliklere işaret etmekteydi. 2007 raporu, etkinlik ve ekonomik büyüme için kaynakların daha eşit dağılımını temel alan çok kutupluluğa vurgu yapmaktaydı. Bu rapor, kendine daha fazla güvenen ve daha iddialı bir Rusya için zemini oluşturmaktaydı. Bu rapor, Moskova’nın özellikle Washington gibi tek taraflı davranan ve uluslararası hukuka saygı göstermeyen devletlerin hareketlerine meydan okumasını mümkün kılarak uluslararası ilişkilere aktif bir şekilde şekil vermeye hazır olduğunu ilan etmekteydi. Aynı zamanda rapor, Birleşik Devletlerin küresel pozisyonunun altını oyacak ortak bir çaba olması yönünde bir çağrıda bulunmamaktaydı. Bunun yerine, uluslararası ilişkilerde tek taraflılığa ve hegemoniye bir alternatif olarak kollektif liderliği ve çok taraflı diplomasi kavramlarını savunmaktaydı.

Yasal açıdan üçüncü bir dönem daha başkanlık yapma şansı olmayan Putin, 2007 Duma seçimleri öncesinde bir sonraki dönemde başbakanlık koltuğuna oturabileceğinin işaretlerini vermiştir. 2008 Mart’ındaki başkanlık seçimlerinde “kendisi ile çalışabilecek yetenekli, nazik ve etkili bir başkanın seçilmesi durumunda” başbakan olabileceğine dair beyanatlar veren Putin, bunun için öncelikle Birleşik Rusya Partisi’nin zaferini ilan etmesinin gerekli olduğunu ileri sürmüştür.[14] Duma seçimleri ile bu ön şartın gerçekleşmesi üzerine, 17 Aralık 2007 tarihinde Putin tarafından desteklenen bir isim olan Başbakan Birinci Yardımcısı Dimitri Medvedev, yaklaşan başkanlık seçimleri için Birleşik Rusya Partisi’nden aday olarak ilan edilmiştir. Bunu takiben Medvedev, eğer seçilirse başbakanlığa Putin’in getirileceği doğrultusunda açıklamalarda bulunmuştur. Böylece, yeni bir anayasa değişikliğiyle üçüncü kez devlet başkanı olmaya yanaşmayan Putin, 2007 Duma Seçimleri ile sağlamış olduğu güvenoyunun desteklediği adayı başkanlığa taşıyacağının bilinciyle başbakanlık koltuğuna oturmayı planlamış ve 2008 Mart’ında gerçekleştirilen seçimlerle birlikte planında başarıya ulaşmıştır.

2 Mart 2008 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerinde Putin destekli Medvedev, ilk turda yarışan diğer üç adayı geride bırakarak aldığı % 70.28 oy oranıyla başkan olarak seçilmiştir.[15] Seçim kampanyaları sırasında kendisine büyük destek veren Putin ile birlikte basında sıkça boy gösteren Medvedev, seçmenlere Putin’in izinden yürüyeceğini ve politikalarını sürdüreceği mesajını vermiş, onun söylemlerine benzer söylemler kullanarak halk üzerinde etkili olmaya çalışmıştır. Medvedev’in devlet başkanlığı koltuğuna oturduğu 7 Mayıs 2008 tarihinde başbakanlık görevine gelen Putin, ülke siyaseti üzerindeki etkinliğini devam ettirmiştir. Silovikiye karşı liberal-teknokrat grubun içerisinde bulunan ve Batı tarafından daha ılımlı bir dış politika takip etmesi umulan Medvedev’in Batı’ya muhalefeti devam ettirmesi, isimler değişse de Putin döneminin sürdürüldüğünü ortaya koymaktadır.

Rusya’nın yeni devlet başkanı, Dimitri Medvedev, Rusya’yı küresel bir aktör ve yeni küresel kuralların koyucusu olarak konumlandırmayı amaçlayan Putin’in iddialı geniş görüşlülüğe dayanan politikasına destek vermiştir.[16] Avrupa konusunda “Vancouver’den Vladivostok’a” olarak adlandırılabilecek geniş bir perspektif önermiş ve NATO’nun genişlemesi ve Kosova konusundaki çatışmanın ötesinde hareket ederek yeni bir güvenlik düzenlemesi oluşturmak amacıyla bir tüm Avrupa antlaşması yapılmasını teklif etmiştir. Birleşik Devletler’in Avrupa’nın güvenliğinde oynadığı rolden duyduğu rahatsızlığı ifade etmesine ilaveten Medvedev; Birleşik Devletleri küresel ve finansal pazarları ikame etmeye çalışarak küresel bir finansal kriz çıkarmakla suçlamış ve uluslararası ekonomik düzenin bir yenilenmeden geçirilmesini önermiştir. Bu eleştiri, Rusya’nın Batı karşıtı bir politika izleyeceği anlamına gelmemektedir. Bundan öte, Rusya; Birleşik Devletler-AB-Rusya ittifakı içerisinde üyeliğini güçlendirerek, Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerle ilişkilerini geliştirerek ve dünyanın ekonomik kazançlarını Batılı olmayan fakir ülkelerle paylaşarak Kremlin’in kendini rahat hissettiği koşullarda Batı ile yeniden beraber çalışmayı hedeflemektedir.

Rus seçmenleri Putin-Medvedev tandeminden bıkkınlık duymaya başlamaktadırlar ve bu tandeme karşı diğer güvenilir alternatifler olmamasından ötürü hayal kırıklığına uğramaktadırlar. Daha önceki seçimlerde de ortaya konulduğu gibi birçok Rus, 2000-2008 yılları arasında başkanlık yapan Putin’in ekonominin çökmesinden sonra Rusya’yı ayağa kaldıracak ve 1990ların anarşik ortamından sonra Rus insanlarının kendilerine güvenlerini yenileyecek doğru kişi olduğuna inanmaktaydı. Rusya’yı kargaşadan kurtarmasından, düzeni sağlamasından ve yaşam şartlarındaki önemli artıştan dolayı Putin’e büyük bir saygı duyulmaktaydı.[17] Fakat o zaman bu yana birçok şey değişmiştir. Moskova ve St. Petersburg dışındaki birçok Rus fakirlik içinde yaşamakta ve huzursuzlukları giderek artmaktayken, son yıllarda ithal ürünleri alma zevkine sahip olmuş şehirli orta sınıfın bir kesimi ise şu anda siyaset gibi hayatın diğer alanlarında niteliksel değişimlerin arayışındadır. Zaten seçim sonuçlarının açıklanmasından bu yerlerde meydana gelen gösteriler bu durumun en açık tezahürüdür.

Aynı zamanda kendi hayatlarında önemli bir iyileşme görememektedirler. Bundan da öte, hükümet dünya politikasında aktif bir rol oynamak amacıyla içeride güçlü olmaya çalışırken, bunu kendi vatandaşlarına açıklama konusunda zorluklar yaşadığı görülmektedir. 4 Aralık 2011 günü yapılan seçimlerde parti % 50 oranında oy alamamasına rağmen, Rusya Federasyonu’nun bütün bölgelerinde hala bir numaradır. AB’deki devam eden ekonomik çalkantı ve Birleşik Krallık, İspanya ve Portekiz’de iktidar partilerinin seçimleri kaybetmesi göz önünde bulundurulduğunda, Birleşik Rusya’nın diğer bir dönem için çoğunluğa sahip olması başarı olarak değerlendirilmelidir.

Başkan Medvedev’in seçimlerden sonra yaptığı açıklamaya göre Devlet Duma’sındaki durum ülkedeki siyasal gerçek ittifakını yansıtmaktadır. Buna ilaveten Medvedev’in Duma’da sandalye kazanan partilerin liderlerine telefon açması, Birleşik Rusya’nın onlarla işbirliği yapmaya hazır olduğunu göstermektedir. Mesut Caşın’a göre Devlet Duma’sındaki siyasal güçlerin dağılımı Rusya’da demokrasinin güçlenmesine yardımcı olacaktır. Bu dağılım sayesinde hem hükümet hem de başkan muhalefetten destek aramak zorunda olacaktır. Bu durum, Rus demokrasisinin doğal olarak otoriter olduğu yolundaki eleştirilere bir son verebilir. Caşın’a göre bazı görüşlerin aksine Rusya’da bir Turuncu Devrim veya Arap Baharı olmaz çünkü Rusya sahip olduğu tecrübe zenginliğinden ve modern Avrupa tarihinin ayrılmaz bir parçası olan siyasal geleneklerden ötürü güçlü bir devlet olmuştur.

4 Aralık 2011 tarihinde gerçekleştirilen Duma seçimlerinde anketlerin ortaya çıkardığı neticeler meydana geldi. İktidar partisinin oy oranında düşüş görülürken meclisteki mevcut bulunan bütün muhalefet partilerinin oy oranlarında artış olduğu aşikârdır. Fakat Duma seçimleri incelendiği zaman her ne kadar siyasal hayatta diğer bazı partilerin varlığından söz edilse de esasında bir iktidar yarışının olmadığı ayan beyan ortadadır. Muhalefet partileri zaten mecliste bulunmaktaydı. Fakat etkinlikleri iktidar partisinin uygulamalarına pek engel teşkil etmemekteydi. Bu durum karşımıza “işbirliğine dayalı çok partili bir sistem” var olduğu gerçeğini çıkarmaktadır. Putin ve Medvedev’in, iktidar partisinin kan kaybetmesini, “ülkedeki demokrasinin bir sonucu” olarak değerlendirmesi tesadüf olarak nitelendirilemez. Başkanlık seçimlerine giden dönemde Putin’e yönelik halk desteğinde düşüş olduğu iddia edilmektedir. Putin’in alacağı oy oranında düşüş olabilir ancak kendisinin bir rakibinin olmaması başkanlık seçimini kimin galip bitireceğini şimdiden açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

4 Mart 2012 tarihinde Rusya’da yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde Başbakan Vladimir Putin’in partisi açılan sandıklardaki oyların % 60’ını alarak Kremlin’e 6 yıllığına çıkma hakkına sahip oldu. Putin’in hemen arkasından ise Komünist Partisi lideri Gennady Zyuganov % 17,01 ile gelmektedir.[18] Bilindiği gibi Rusya’da gerçekleştirilen son anayasa değişikliği sonucunda 4 sene olan başkanlık süresi 6 yıl oldu. Buna göre seçimden zaferle çıkan başbakan Putin, 2018 yılına kadar Kremlin’de olacak ve o tarihte yapılması öngörülen gelecek seçimde yarışma şansına sahip olacak ve kazandığı takdirde 2024 yılına kadar iktidarda olabilecektir.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1990’ların başlarında dağılmasından sonra farklı akımların etkisi altında kalan Rus dış politikası, 2000 yılında Vladimir Putin’in devlet başkanı olmasından sonra daha sağlam temellere dayanan bir dış politika takip etmeye başlamıştır. Bu dönemde Rus dış politikasında Putin-Medvedev tandeminden rahatlıkla söz edilebilir. Medvedev’in 2008’de başkan seçildikten sonra Putin’in politikalarının takipçisi olacağı yönünde yaptığı açıklama, liberal-teknokrat olarak bilinen Medvedev’den farklı bir dış politika izlemesini bekleyenleri hayal kırıklığına uğratmıştır.

Özellikle enerji fiyatlarındaki yükselmeye bağlı olarak çökmüş durumdaki ekonomisini toparlayan Rusya, kendine olan güvenini tekrardan kazanarak beynelmilel ilişkiler alanındaki önemli konularda güçlü bir pozisyon alan ülke haline dönüşmüştür. Rusya’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip beş daimi üyesinden birisi olması, Konsey’de bulunan ülkelerin önemli konularla ilgili kararlar alırken Rusya’nın pozisyonu da göz önünde bulundurmaları gerektiğini ortaya koymaktadır. İran’ın nükleer programı gibi konularda kararlar alırken diğer üyeler Rusya’nın da bu kararlara evet demesi için birtakım tavizler vermek zorunda kalmışlardır.

Yaklaşık 1 yıldan fazladır devam eden Suriye’de krizle ilgili olarak Moskova’nın Şam’a verdiği destek çok önemlidir. Rusya, buraya yönelik Batı tarafından bir uluslararası müdahale yapılmasına tamamen karşıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik alınmak istenen yaptırım kararlarını Çin ile beraber veto ederek bu kararların engellenmektedir. Burada bazı faktörler önemli rol oynamaktadır. Rusya ve Suriye, baba Hafız Esad döneminden beri devam eden güçlü ilişkiler oğul Esad döneminde aynen devam etmektedir. Rusya için Suriye silah sattığı en önemli pazarlardan birisidir. Buna ilaveten Suriye’de bulunan Tartus Deniz Üssü, Rusya’nın Ortadoğu bölgesindeki tek deniz üssü olmasından bakımından önem taşımaktadır.

Enerji nakil hatlarının kontrolü konusunda yakın çevresindeki ülkeleri uzun dönemli sözleşmelerle kendine bağımlı kılmaktadır. Moskova, bu konuda bağımlı olan Avrupa Birliği ülkelerinin enerji şirketleriyle devlet içinde devlet olarak nitelendirilen Gazprom firması kanalıyla ortak projeler geliştirmektedir ve de geliştirmeye devam ederek AB’nin kendisine bu konuda bağımlılığını artırmaya çalışmaktadır. Çin, Hindistan, İran ve Türkiye gibi ülkelerle de her alanda ilişkiler özellikle Putin-Medvedev tandeminin çabalarıyla gün geçtikçe daha da geliştirilmektedir.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür; SSCB’nin 1990’ların başlarında dağılmasından 2000’li yıllara kadar her anlamda bir bocalama devri yaşayan Rusya, Vladimir Putin’in 2000 yılında devlet başkanı olmasından ve petrol fiyatlarındaki yükseliş gibi birtakım konjonktürel gelişmelerin etkisiyle toparlanmaya başlamıştır. Bu toparlanmanın yansıdığı en kayda değer alan dış politika alanı olmuştur. Çevresindeki gelişmeler konusunda daha önce pasif bir dış politika takip eden Rusya, Putin’le beraber aktifliği giderek artan bir dış politika takip etmeye başlamıştır. Burada elinde bulunan siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel güç unsurlarını ilişkide bulunduğu yakın çevresindeki ülkelere ve diğer ülkelere karşı etkin bir şekilde kullanmaya devam etmektedir. 4 Mart 2012 tarihinde yeniden Rusya Federasyonu devlet başkanı seçilen Vladimir Putin’in iki dönem daha devlet başkanlığı yapma şansı bulunduğundan ve kendisi de Medvedev ile çalışmaktan son derece memnun olduğuna göre gelecek on-on beş yılda bu paralelliğin artarak süreceği söylenebilir.

Sina KISACIK


[1] Merve İrem Yapıcı, Rus Dış Politikasını Oluşturan İç Etkenler: Yeltsin ve Putin Dönemleri, Ankara: USAK Yayınları, 2010, s. 124.

[2] Stephen White, Understanding Russian Politics, New York: Cambridge University Press, 2011, s. 29.

[3] Archie Brown, The Gorbachev Factor, New York: Oxford University Press, 1996, ss. 222-223.

[4] Yapıcı, Rus Dış Politikasını Oluşturan İç Etkenler: Yeltsin ve Putin Dönemleri, s. 277.

[5] White, Understanding Russian Politics, s. 270.

[6] Yevgeni Primakov, Rusyasız Dünya, çev. Aijan Esenkanova, İstanbul: Timaş Yayınları, 2010, ss. 170-171.

[7] Mohammad-Reza Djalili ve Thierry Kellner, Yeni Orta Asya Jeopolitiği: SSCB’nin bitiminden 11 Eylül sonrasına, çev. Reşat Uzmen, İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2009, ss. 180-182.

[8] Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği: Avrasyacı Yaklaşım, çev. Vügar İmanov, İstanbul: Küre Yayınları, 2010, Altıncı Basım, ss. 3-4.

[9] İlyas Kamalov,  Putin Dönemi Rus Dış Politikası: Moskova’nın Rövanşı, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2008, ss. 17-18.

[10] Andrei P.Tsygankov, “Russia’s Foreign Policy”, içinde Stephen K. Wegren and Dale R. Herspring (eds.), After Putin’s Russia: Past Imperfect, Future Uncertain, Maryland: Rowman&Littlefield Publishers, Inc., 2010, ss. 224-225.

[11] Yapıcı, Rus Dış Politikasını Oluşturan İç Etkenler: Yeltsin ve Putin Dönemleri, ss. 367-368.

[12] Tsygankov, “Russia’s Foreign Policy”, s. 226.

[13] Tsygankov, a.g.m. , s. 227.

[14] White, Understanding Russian Politics, ss. 98-99.

[15] Richard Sakwa, “Political Leadership”, içinde Stephen K. Wegren ve Dale R. Herspring, (eds.) After Putin’s Russia: Past Imperfect, Future Uncertain,  Maryland: Rowman&Littlefield Publishers, Inc., 2010, ss. 4-5.

[16] “The Foreign Policy Concept of the Russian Federation,” Rusya Dışişleri Bakanlığı Resmi İnternet Sitesi, 12 Temmuz 2008, http://www.mid.ru/ns-osndoc.nsf/osnddeng, Erişim Tarihi: 15 Ocak 2012.

[17] Mesut Hakkı Caşın, “Duma elections: Political landscape from winter 2011 to spring 2012 presidential election”, Valdai Discussion Club, 7 Aralık 2011, http://valdaiclub.com/politics/35780.html, Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011.

[18] Siyamend Kaçmaz, “Rusya’da Putin zaferi”, Doğan Haber Ajansı, 05 Mart 2012, http://www.dha.com.tr/rusyada-putin-zaferi_280797.html, Erişim Tarihi: 26 Temmuz 2012.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.