Emekli Türk diplomat Dr. A. Oğuz Çelikkol’un kaleme aldığı One Minute’ten Mavi Marmara’ya Türkiye-İsrail Çatışması adlı kitap, yazarın Türkiye Büyükelçisi olarak 2009-2010 yılları arasında İsrail’de görev yaptığı dönemdeki Türkiye-İsrail ilişkilerine dair gözlem ve tespitlerinin yer aldığı bir tarihi vesika niteliğindedir. Kitapta, aynı zamanda Filistin Sorunu’na da yer verilerek, anlatımın tarihsel bir arka plana yerleştirilmesi ve esere kuramsal bir derinlik kazandırılması sağlanmıştır. Bu yazıda, bu kitap ana hatlarıyla özetlenecektir. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, kitabın tamamının okunması gerekmektedir.
Emekli Türk Büyükelçi A. Oğuz Çelikkol
Kitapta, ilk olarak Türkiye-İsrail ilişkilerinin dikkat çeken boyutuna odaklanılarak, bu ilişkiler seyrüseferinin Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyasıyla olan temaslarını ve genel olarak Batı, özel olarak da ABD ile ilişkilerini pozitif yönde etkileyen yanına vurgu yapılmaktadır. Bu noktada ülkelerin demokratikleşmesi ve kamuoyunun dış politikalar üzerindeki etkisine değinen Çelikkol, iç siyasetteki gelişmelerin dış siyasetteki ağırlığını arttırması konusuna yoğunlaşmaktadır. Öyle ki, her iki ülkenin de iç politikalarındaki gelişmelerin kamuoyu üzerinde etkili olduğuna değinilmektedir. Bu durumun yanı sıra, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki mevcut durum ile Suriye’de sürmekte olan iç savaşı da ele alan yazar, bu gibi kritik gelişmelerin gerek Türkiye’yi, gerekse de İsrail’i ilişkileri yeniden değerlendirmeye sevk eden yanına dikkat çekmektedir.
One Minute’ten Mavi Marmara’ya Türkiye-İsrail Çatışması
Kitabın “Giriş” kısmında, 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçiş sürecinde uluslararası sistemin nasıl şekillendiğine kısaca bir göz atan yazar, günümüzdeki Ortadoğu haritasının Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde sömürgeci iki güç olan İngiltere (Birleşik Krallık) ve Fransa’nın istek ve talepleri doğrultusunda biçimlendirildiğinin altını çizmektedir. Çelikkol, Filistin Sorunu’nu da bu iki emperyalist gücün geride bıraktığı bir miras olarak değerlendirilmektedir. Öyle ki, Arap halklarının, İsrail’ hâlâ Batı emperyalizminin bölgedeki kötü bir mirası olarak gördüğüne işaret edilmektedir. Tüm bu gelişmelerin ışığında, Çelikkol, Türkiye-İsrail ilişkilerini kuramsal bir çerçeveye oturtmak için Filistin Sorunu’na değinme ihtiyacı hissetmiştir. Yazar, Filistin Sorunu’nu, Yahudi ve Filistin halklarının bir anavatan yaratma, Filistin topraklarını ele geçirme ve kontrol etme mücadelesinin bir tezahürü olarak tanımlamaktadır. Her iki ulusun da Filistin topraklarına sahip olma konusundaki argümanlarını dini temellere dayandırdığına dikkat çeken yazar, bu durumun barış görüşmelerini ve çözüm umutlarını zorlaştırdığını aktarmaktadır. Yahudilerin Filistin topraklarını anayurt olarak ele geçirme girişimlerini bilinçli bir politik faaliyet olarak değerlendiren yazar, Filistin’deki demografik yapıya atıfta bulunarak, o topraklarda Yahudilerin küçük bir azınlığı meydana getirdiğini ifade etmektedir.
Bilindiği üzere, bu durum, Yahudilerin Filistin topraklarını kolonileştirmesini ve Avrupa’dan Filistin topraklarına yoğun bir Yahudi göçünü başlatmasına sebep olmuştur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları döneminde bu göç organizasyonlarının süreklilik taşıdığına değinen yazar, özellikle Filistin’de yoğun toprak alımlarına işaret etmektedir. Bu noktada 1950 yılında çıkartılan Geri Dönüş Kanunu‘na dikkat çekilerek, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın tüm Yahudilerin İsrail vatandaşı olmasının kolaylaştırıldığına değinilmektedir. Filistin toprakları için her iki ulusun kökleri 130 yıl öncesine dayanan mücadelesi, Ortadoğu ve Arap dünyasında istikrarı bozduğu gibi, bazen de tüm uluslararası ilişkileri etkileyerek dünya barışını tehdit eder niteliğe bürünmektedir. Bu minvalde tarihsel aktarıma devam eden yazar, Yahudilerin Filistin’de bir anayurt kurma girişimlerinin 19. yüzyıl ortalarına kadar uzandığına değinerek, Siyonizm’in Avrupa’da ciddi bir politik akımı teşkil ettiğine vurgu yapmaktadır. Bu noktada bir hatırlatmada bulunan Çelikkol, Filistin’de Yahudi devleti kurma teşebbüsünü İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da yaşanan Yahudi Soykırımı (Holokost) ile doğrudan bağlantılı düşünmenin tarihsel bir hata olacağına değinmektedir. Zira Avrupa’da yaşayan Yahudi toplumunun, Filistin’de bir devlet kurma niyetlerinin çok önceden var olduğuna ve soykırımın sadece bu niyeti gerçekleştirme konusundaki kararlılığı arttırdığına işaret edilmektedir.
Yahudilerin Filistin’de yurt edinme çabalarında İngiliz devletinin rolüne dikkat çeken yazar, Filistin’e yönelik yoğun ve sistematik göçte İngilizlerin büyük pay sahibi olduğunu aktarmaktadır. Keza 1917 yılında yayımlanan Balfour Deklarasyonu hatırlatılarak, İngiltere’nin Filistin’de bir “Yahudi anayurdu” kurulması konusundaki desteği sarih hatlarla gösterilmektedir. Ayrıca iki dünya savaşı arasında geçen 30 yıllık süreçte Filistin topraklarında İngiliz mandasının egemen olduğuna vurgu yapılarak, bu dönemin Yahudi göçünü hızlandıran yanına değinilmektedir. Öyle ki, artan göç, Arap nüfusun tepkisine neden olmuş ve ayaklanmalar meydana gelmiştir. İngiliz mandası döneminde artan göçe rağmen Filistin topraklarında Yahudilerin hâlâ azınlık konumunda bulunduğuna değinen Çelikkol, 1914-1946 yılları arasındaki demografik değişim sürecini sayısal veriler ışığında paylaşmaktadır. Tüm bu göç esnasında Yahudilerin bir devlet kurma konusunda planlı hareket ettiğine değinilirken, Arapların iç çatışmalarla zayıfladığı da hatırlatılmaktadır. Göç sürecini çözümlemeye devam eden yazar, Yahudilerin Avrupa ve Amerika’daki Yahudi toplumundan finans ve silah yardımı aldığını da belirtmektedir. Arap ve Yahudi uluslarının siyasal amaçlarına ulaşmak için milis güçlere başvurduğuna dikkat çekilerek, bu dönemde İngiliz mandasının hedef alındığı da vurgulanmaktadır.
Tüm bu tartışmaların odağında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin Ortadoğu’daki egemen güç olmaktan çıktığını belirten Çelikkol, İngiltere’nin yerini Soğuk Savaş’ın da etkisiyle ABD ve Sovyetler Birliği’nin aldığını aktarmaktadır. Bu süreçte Filistin’deki iç çatışmaların artan boyutuna dikkat çekilerek, Filistin Sorunu’nun Birleşmiş Milletler’e devrediliş süreci özetlenmektedir. Bilindiği üzere, bu durum, Filistinli Arapların aleyhine sonuçlanmaktadır. Konuya dair BM Genel Kurulu’nun 1947 Kasım ayında almış olduğu 181 sayılı karara dikkat çeken Çelikkol, Filistin’in Yahudi ve Arap devletleri olarak ikiye bölünmesi ve Kudüs şehrinin uluslararası bir idare altına alınmasını kapsayan muhtevasını aktarmaktadır. Bu kararın akabinde İngilizlerin çekildiğine ve 1948 Mayıs’ında başkenti Tel Aviv olan İsrail devletinin kurulduğuna yer verilmektedir. Kararın Araplarca kabul edilmemesi üzere patlak veren ilk Arap-İsrail Savaşı’na değinen yazar, bu savaşın neticesinin Filistinli Araplar için bir felaket olduğunu açıklamaktadır. Öyle ki, nüfusu Arap yoğunluklu olan vilayetler kaybedilirken, savaşın sonucunda Batı Yakası Ürdün’ün Gazze ise Mısır’ın denetime altına girmektedir. Aynı zamanda savaşın milyonlarca Filistinliyi mülteci konumuna getirdiğine değinilerek, Filistinli Araplar için komşu ülkelerdeki mülteci kamplarda çetin bir yaşam koşulunun başladığı aktarılmaktadır.
Taksim planına göre uluslararası bir statüye erişen Kudüs, 1948 Arap-İsrail Savaşı sonucunda ikiye bölünerek şehrin batısının İsrail, doğusunun ise Ürdün tarafından ele geçirildiği bir kente dönüşmektedir. 1948 yılının ardından meydana gelen 1967 ve 1973 savaşlarına da atıfta bulunan yazar, bu dönemde İsrail’in topraklarını Arap ülkelerinin aleyhine genişlettiğine yer vermektedir. Özellikle 1967 Savaşı’nda İsrail’in Doğu Kudüs’ü de işgal ederek şehrin tamamını ilhak ettiği aktarılmaktadır. İsrail’in bu işgalci tavrının sürmekte olduğuna değinen Çelikkol, İsrail Parlamentosu’nun (Knesset) Doğu Kudüs’ü başkent olarak ilan eden kararının uluslararası hukuka aykırı olan niteliğini açıklamaktadır. Bu kararın uluslararası toplumca tanınmadığına yer verilerek, ülkelerin Büyükelçiliklerinin Tel Aviv’de olduğuna işaret edilmektedir. Kitapta ayrıca meydana gelen bu üç Arap-İsrail Savaşı dışında, 1956 yılında yaşanan Süveyş Krizi ve 1982’de Lübnan’daki mülteci kamplarında İsrail’in imza attığı katliamlar detaylandırılmaktadır. Bu noktada 1973 Savaşı’nın kritik bir dönemeç olduğuna değinen yazar, bu savaştan sonra Arap ülkelerinin askeri anlamda İsrail’i ortadan kaldıramayacağının açıkça görüldüğünü ifade etmektedir. Kaybedilen savaşların Filistin’de ne tür yansımalara yol açtığını da aktaran yazar, FKÖ-Filistin Kurtuluş Örgütü’nün varlığından bahsederek, bu yapılanmanın İsrail içinde ve dışında gerilla ve terör taktiklerine başvurduğunu belirtmektedir.
Diğer bir boyutta ise, Arap ülkelerindeki Filistinlilerin varlığının, komşu ülkelerdeki rejimleri tehdit eden niteliğine vurgu yapılmakta ve konuya dair Ürdün ve Lübnan’da yaşanan gelişmeler aktarılmaktadır. Özellikle Lübnan’daki durumun kaotik bir hal aldığına dikkat çeken yazar, Suriye ve İsrail’in de müdahil olduğu bu iç savaşın bir zamanlar finans ve kültür merkezi olan Beyrut’taki yıkıcı sonuçlarına odaklanmaktadır. Öyle ki, Suudi Arabistan’ın girişimleri neticesinde Lübnan’da, 1989’da Taif Anlaşması’yla bir nebze istikrar yakalandığına değinilmiş olsa da, ülkedeki etnik ve dini temelleri ayrışmaların mevcudiyetini koruduğundan bahsedilmektedir. Filistin Kurtuluş Örgütü’nü analiz etmeyi sürdüren yazar Çelikkol, Batı ülkelerini hedef alan uçak kaçırma gibi terör saldırılarının dünya kamuoyundaki dikkatleri Filistin Sorunu’na çektiğini ifade etmektedir. Bu tarz örgütlenmelerin Batı’da “terörist” yapılanmalar olarak tanımlandığına dikkat çeken yazar, bu durumun Arap düşmanlığı ve “İslamofobi“yi tetiklediğini de belirtmektedir.
1947’den 1990’lara kadar Filistin toprakları için sürdürülen mücadelede İsrail’in mutlak askeri üstünlüğüne vurgu yapan emekli Türk diplomat A. Oğuz Çelikkol, gelinen noktada Filistinli Arapların topraklarından edildiğine ve zorla mülteci konumuna düşürüldüklerine yoğunlaşmaktadır. Bu noktada her iki ulus arasında, Batı devletlerinin de müdahil olduğu barış görüşmelerini ele alan yazar, ilk olarak Madrid Barış Konferansı ve Oslo Barış Süreci’ne odaklanmaktadır. 1990’lı yıllarda İsrail’in Filistinli Araplarla görüşmeyi reddettiğine değinilirken, Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalini kınamadığı için Filistin Kurtuluş Örgütü’nün de Körfez ülkelerinden yeteri desteği alamadığı hatırlatılmaktadır. Tüm bu gelişmelerin ışığında Madrid Barış Konferansı’nın başarısızlığına dikkat çekilse de, ABD’nin İsrail ile Filistin arasında görüşme zeminini inşa edici rolüne önem verilmektedir. Öyle ki, İsrail’de sağcı Likud Partisi’nin iktidardan ayrılmasına ve seçimleri İşçi Partisi’nin kazanmasına değinen Çelikkol, bu dönemde “toprak karşılığı barış” ilkesinin geçerli olduğundan bahsetmektedir. FKÖ’nün İsrail’in yaşama hakkını tanımasına, İsrail’in ise FKÖ’yü Filistin halkının temsilcisi olarak kabul etmesine değinilerek, bu sürecin Norveç’teki gizli yürütülen Oslo Anlaşmaları da olarak bilinen Prensipler Deklarasyonu adıyla imzalandığına dikkat çekilmektedir. Her ikisinin de birbirini karşılıklı olarak tanıdığına dikkat çeken yazar, İsrail’in, Batı Yakası’nın bazı bölgelerinden çekileceğine, Batı Yakası ve Gazze’de merkezi Kudüs yakınlarındaki Ramallah şehri olan Filistin Geçici Yönetimi’nin kurulmasına ve o zamana kadar terörist olarak kabul edilen FKÖ’nün hukuki statüye kavuşmasına olanak tanıyan hükümlerine yer vermektedir. Bu anlaşmanın 1995 yılında FKÖ Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ve İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres’e Nobel Barış Ödülü’nü getirdiğine de değinilmektedir.
İsrail’in Madrid Barış Konferansı ve Oslo Anlaşmaları’ndan önce Mısır ve Ürdün’le de barış anlaşması yaptığına dikkat çekilerek, her iki Arap devletinin de İsrail’i tanıdığına yer verilmektedir. Öyle ki, İsrail’i ilk tanıyan Arap ülkesi olan Mısır, bu kararından dolayı diğer Arap ülkelerinden tepki görmüştür. Bilindiği üzere, Arap ülkeleri Mısır’la diplomatik ilişkilerini kesmiş ve Mısır’ın Arap Ligi üyeliğini dondurmuştur. Bu süreçte Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Enver Sedat’ın bir suikast sonucu öldürüldüğüne değinen yazar, Sedat sonrası iktidarı ele geçiren Hüsnü Mübarek’in Mısır halkından kopuk bir yönetim anlayışıyla ABD, AB ve İsrail’le yakın bir işbirliği sürdürdüğünü belirtmektedir. Filistin Sorunu’na yönelik tarihsel perspektifi analiz etmeyi sürdüren Çelikkol, Oslo sürecine rağmen her iki ulus arasında adil ve kalıcı bir barış sürecinin kurulamadığını belirterek ,sorunun çözümü konusunda uluslararası toplumun BM Güvenlik Konseyi’nin 1967 Savaşı sonrası kabul ettiği 242 sayılı kararı tanıdığına dikkat çekmektedir. Bilindiği üzere, bu karar, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörmektedir. Bugüne kadar yürütülen uluslararası barış girişimlerinin iki devletli çözümden yana olduğuna vurgu yapan Çelikkol, nihai barış görüşmeleri hususunda mutabakata varılamayan 6 hususu ise şöyle sıralamaktadır: Kudüs şehrinin statüsü, Batı Yakası’ndaki Yahudi yerleşim birimlerinin geleceği, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı, yeni kurulacak olan Filistin devletinin sınırları, güvenlik ve su sorunu.
Filistin Sorunu’nun günümüzdeki boyutlarına dair de çıkarımlarda bulunan yazar, İsrail’in son yıllardaki bazı iç politik gelişmelerini aktarmaktadır. Bu noktada ilk olarak İsrail’in gelişmiş bir ekonomiye sahip olduğuna dikkat çekilmekte ve Yahudi yurttaşlar için işleyen demokratik sistemiyle İsrail’in bölgede önemli bir güç olduğu vurgulanmaktadır. Bu doğrultuda, İsrail ile Arap ülkeleri arasında bir mukayese yapan Çelikkol, Arap ülkelerinde mevcudiyetlerini koruyan toleranssız diktatörlüklere karşın İsrail’de en azından Yahudiler için açık ve modern bir rejimin tahsis edildiğine ve bunun Batı kamuoyunda İsrail adına olumlu bir imaj çizdiğine dikkat çekmektedir. Ancak rejimin sivil görünümüne karşın, İsrail’de ordunun kilit bir öneme sahip olduğuna değinilerek, Araplar ve aşırı dindar Ortodoks Yahudileri dışında evli olmayan kadınların bile askerlik yaptığı bilgisine yer verilmektedir. Aynı zamanda İsrail’in gelişmiş bir savaş (savunma) sanayiine de sahip olduğu belirtilmektedir. Öyle ki, İsrail, Batı’nın görmezden gelmesi sonucunda nükleer silah üretiminde bile bulunmaktadır. Bu noktada İsrail’in ilk nükleer bombasını 1960 yılında ürettiğine dikkat çeken Çelikkol, günümüzde ise İsrail’in 200 civarında nükleer başlığa sahip olduğunu iddia etmektedir.
İsrail’in askeri vasıflarını aktarmaya devam eden yazar ve emekli diplomat A. Oğuz Çelikkol, akabinde demografik yapıya bir parantez açmakta ve İsrail’in Filistin’deki nüfus dengesini değiştirmek için Irak, Etiyopya ve Yemenli Yahudileri bölgeye intikal ettirdiğine vurgu yapmaktadır. İsrail’deki nüfus yapısının iç politikayı da şekillendirdiğine değinilirken, günümüzde İsrail’in, Avrupa’dan gelen Eşkenaz Yahudileri’nin inşa etmeye çalıştığı modern seküler görünümden uzak olduğunun altı çizilmektedir. Bu noktada İsrail siyasal hayatı için bir kırılma anı olarak nitelendirilen Rus Yahudilerinin İsrail’e göçünü çözümleyen yazar, Rusça konuşan, İslam’a ve Arap halklarına son derece önyargıyla yaklaşan bu grupların kurmuş olduğu Yisral Beiteinu (İsrail Evimiz) partisinin aşırı “Yahudi milliyetçisi” karakterine değinmektedir. Öyle ki, bu partinin İsrail hükümetinde de bir dönem yer aldığına dikkat çekilerek, partinin uzlaşmaz ve yalın gücü savunan politikalarının İsrail’in dış politikasını temsil ettiği belirtilmektedir. Bu partinin 1967 sınırlarına geri çekilmeyi öngören kararlara şiddetle karşı çıktığında vurgu yapılırken, İsrail içindeki barış yanlısı grupların sesinin kısılmasına odaklanılmaktadır. Dolayısıyla, iki devletli çözümü savunan ve Filistinlilerle kalıcı barışı umut eden kesimlerin sayısının azaldığı görülmektedir.
Kitapta, İsrail’in Batı Yakası ve Gazze’de uygulamış olduğu tahakküme değinilirken, her iki bölgede farklı grupların egemen olduğu hatırlatılmaktadır. Bilindiği üzere, Batı Yakası’nda İsrail ve ABD’nin de tanıdığı El Fetih hâkimken, Gazze’de ise ABD ve birçok AB üyesinin “terörist örgüt” olarak nitelendirdiği Hamas egemendir. Gazze’de karadan, denizden ve havadan uygulanan bir ambargonun varlığından bahsedilirken, kent, adeta bir “açık hava hapishanesi”ne benzetilmektedir. Ayrıca en temel insani ihtiyaçların bile karşılanmaktan uzak olduğu Gazze’de, ev yıkma gibi toplu cezalandırma uygulamalarının ve hava bombardımanlarının varlığından dem vurulmaktadır. Batı Yakası’ndaki Yahudi yerleşimlere de değinen yazar, bu durumun kalıcı barış umutlarını törpülediğini ve İsrail Devleti’nin Batı Yakası’nı da anayurt yapma girişimlerinin bir tezahürü olduğunu açıklamaktadır. Üç semavi din için de kutsal sayılan Kudüs’te ise Yahudileştirme faaliyetlerinin daha hızlı yürütüldüğü vurgulanırken, 2000’li yıllarda İsrail’in tutumunu sertleştirerek 1967 sınırlarına dönmeme konusundaki kararlığına dikkat çekilmektedir. Öyle ki, İsrail yönetimi, Filistinlilerin İsrail’in Yahudi Devleti kimliğini tanımasını ve mülteci sorununun İsrail toprakları dışında çözülmesini şart olarak sunmaktadır. Barış görüşmeleri konusunda, 2009 yılında Barack Obama dönemine parantez açan Çelikkol, ABD’nin barış girişimlerinin Binyamin Netanyahu hükümeti tarafından tepkiyle karşılandığını ifade etmektedir.
İsrail politik yaşamını özetleyen yazar Çelikkol, Filistin direnişine de ayrı bir parantez açmaktadır. Öyle ki, Filistinli Araplar ve komşu Arap ülkelerin savaş yoluyla İsrail’i kalıcı bir barışa ikna edemediği ve 1970’li yıllarda uygulanan terör taktiklerinin de dünya kamuoyunun tepkisini çektiği bilinmektedir. Bu durumun Filistinlileri yeni arayışlara sevk ettiğini ifade eden Çelikkol, toplu direniş hareketi olarak da nitelendirilen “İntifada” kavramına odaklanmaktadır. İşgal altındaki topraklarda İsrail yönetimine karşı kitlesel bir direnişi amaçlayan bu hareketlerin 1987 ve 2000’li yıllarda denendiği, bu direnişin Filistinlilere yönelik sempatiyi arttırmakla birlikte, bir barış zeminini meydana getirmediği vurgulanmaktadır. İsrail’in 2002 yılında inşa ettiği Batı Yakası’ndaki Ayrım Duvarı’na da değinen yazar, bu duvarın Filistin halkının hareket kabiliyetini ortadan kaldırdığını, sosyal ve ekonomik yaşamı olumsuz etkilediğini aktarmaktadır. Duvarın inşasının uluslararası hukuka aykırı yanı 2004 yılında Uluslararası Adalet Divanı’nın verdiği tavsiye karar üzerinden açıklanırken, İsrail’in uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerini çiğnediği görülmektedir. Tüm bu parametreler çerçevesinde, Filistinlilerin, tek taraflı devlet ilan ederek ve bunu BM’ye kabul ettirmeye çalışarak İsrail’i barış görüşmelerine zorlamaya çalıştığı aktarılmaktadır. Öyle ki, FKÖ ağırlıklı Filistin Milli Konseyi, Cezayir’de toplanarak Filistin Devleti’ni ilan etmiş ve Ürdün Kralı Hüseyin de Doğu Kudüs üzerindeki iddialarından feragat ettiklerini açıklamıştır.
Filistin’in devletleşme konusundaki çabalarını aktarmayı sürdüren yazar, Filistin Bağımsızlık İlanı Deklarasyonu’nun Yaser Arafat tarafından okunmasına ve BM’de “FKÖ-gözlemci” statüsünün “Filistin gözlemcisi”ne dönüşmesini özetlemektedir. Bu noktada 2012 yılına dikkat çekilerek, 193 BM üyesinin 130’unun Filistin Devleti’ni tanıdığına yer verilerek, Filistin Devleti’ni tanıyanların sayısının İsrail’i tanıyanlardan fazla olduğuna vurgu yapılmaktadır. Son kertede Filistin’in örgüte tam üyelik başvurusu da yaptığı hatırlatılmakta; ancak ABD’nin menfi tutumu sebebiyle oylama safhasına geçilemediğine yer verilmektedir. Yine de Filistin yönetiminin tarihi Filistin topraklarında başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin Devleti’nin tanınması yönünde uluslararası alanda önemli bir girişimde bulunduğuna değinilmekte ve bu durumun sembolik niteliğine dikkat çekilmektedir. Ayrıca Filistin’in devlet olarak anlaşmalara taraf olabilmesi “diplomatik zafer” olarak adlandırılmaktadır. Yazar, İsrail’in Batı Yakası’nı Yahudileştirmesini, Ayrım Duvarı’nı ve Gazze’de uyguladığı şiddeti hatırlatarak “iki devletli’” çözüm umutlarının çıkmaza girdiğine dair saptamalarda bulunmaktadır. Ayrıca, İsrail’in BM kararıyla kurulmuş bir devlet olmasına karşın BM sistemini ve uluslararası hukuku tanımayan “zorba” yanına işaret edilmektedir.
Öyle ki, İsrail, tarihte soykırıma uğramış bir halkın temsilcisi olarak kendisini konumlandırmakta ve Arap ülkelerinin saldırılarına karşı kendi vatandaşlarının güvenliğini koruduğunu iddia etmektedir. Konu hakkında bazı gözlemcilerin tespitlerine yer veren yazar, Avrupa’da “zulme ve şiddet“e maruz kalan ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra soykırım felaketiyle karşılaşan Yahudi halkının içgüdüsel davrandığının altını çizmektedir. İsrail’in “güvenlik” söyleminin arka planında yayılmacı bir karakter bulunduğuna değinilerek, mevcut statüko, Ortadoğu başta olmak üzere uluslararası sistem için bir istikrarsızlık kaynağı olarak nitelendirilmektedir. Barış girişimlerine dair son olarak ABD’nin çabalarını ele alan yazar, 11 Eylül 2001 saldırılarının ABD’nin, Arap-İsrail ilişkilerine bakışında bir kırılma anı olduğunu belirtmektedir. Öyle ki, o zamana kadar İsrail-Filistin barışını önemseyen ABD, saldırıdan sonra terörizme, Irak’ta Saddam Hüseyin rejimine ve Afganistan’da Taliban yönetimine odaklanmıştır. Dolayısıyla, Arap-İsrail çatışması arka planda kalırken, yeni dönemde ABD’nin önceliğini İsrail’in güvenliği ve petrolün kontrolü oluşturmaktadır.
Filistin Sorunu’nun tarihsel gelişimini detaylı bir şekilde aktaran yazar, bilahare Türkiye’nin İsrail-Filistin Sorunu’na bakışını ele almaktadır. Konu hakkında ilk olarak 1947 yılına değinen Çelikkol, Türkiye-İsrail ilişkilerinin başlangıcını bu tarihle açıklasa da, Türk-Yahudi ilişkilerinin köklerinin Osmanlı dönemine kadar uzandığını hatırlatmaktadır. Osmanlı döneminde Hıristiyan Avrupa’nın zulmünden kaçarak gelen Yahudilerin Osmanlı’da ayrıcalıklı bir statü içerisinde yaşadıklarına değinilirken, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Batı orijinli Nazi, faşist ve Yahudi aleyhtarı fikirlerin Türkiye toplumunca kabul görmediğine de yer verilmektedir. Türkiye’nin Filistin’in bölünmesine yönelik oylamada ret oyu kullandığı hatırlatılsa da, İsrail’i ilk tanıyan bölgesel ülke olduğuna da dikkat çekilmektedir. Tanıma gerekçesinde Türkiye’nin Batı ve ABD ile olan ilişkileri gerekçe olarak gösterilirken, Türkiye’nin ilk Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kaldığına ve ilişkilerin 1950-1960 yıllarında normal seyrettiğine değinilmektedir. Bu dönemde sadece Süveyş Krizi’nin ilişkileri gerilettiğine dikkat çekilmektedir. Öyle ki, Tel Aviv’deki Büyükelçi geri çekilmiş ve İsrail’in Mısır’ın Sina Yarımadası’ndan çekilmemesi neticesinde ilişkiler maslahatgüzarı seviyesine düşürülmüştür. Bu dönemde Türkiye’nin Arap ülkeleriyle olan ilişkilerini de inceleyen yazar, Türkiye’nin Soğuk Savaş ikliminde Batı bloğunda yer aldığını vurgulayarak, bu bloğun dışında kalan Mısır ve Suriye ile gergin bir ilişki ağının bulunduğunu ifade etmektedir. Türkiye’nin dış politikasına dair çözümlemelerini sürdüren yazar, 1963 Kıbrıs Olayları ve 1964 Johnson Mektubu’ndan sonra Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerini sorguladığını belirtse de, ikinci Arap-İsrail Savaşı’nda da tarafsız konumunu koruduğunu aktarmaktadır.
Yine de, bu dönemde Türkiye’nin Araplarla yakınlaştığı hatırlatılarak, Türkiye’nin BM’deki Filistin oylamalarında göstermiş olduğu tutum bu duruma örnek olarak verilmektedir. Ancak Arap ülkeleriyle gelişen ilişkilerin İsrail’le diplomatik bağların kopmasına yol açmadığına değinilmekte ve 1970’lere gelindiğinde Türkiye’nin gerek sınır komşusu olması, gerekse de enerji kaynaklarına duyduğu bağımlılıklar neticesinde Ortadoğu ülkeleriyle tarihsel bağlarını yeniden ön plana çıkardığı vurgulanmaktadır. 1970’li yıllara dair aktarımlarını sürdüren Çelikkol, bu dönemde Türkiye’de çeşitli siyasi grupların farklı değişkenler üzerinden Filistinlilere sempati duyduğunu söylemektedir. Bu yakınlık kimi zaman dini temellere dayanırken, kimi zaman da emperyalizm karşıtlığı ile kendisini göstermektedir. Bu noktada kritik bir uyarı da yapan yazar, Türkiye’deki bazı sol grupların, ASALA ve PKK gibi terör örgütlerinin FKÖ’den aldığı desteği hatırlatarak, Türkiye’nin Filistinlileri temsil eden kuruluşlarla ilişkilerinin olumsuz yanına ışık tutmaktadır. Ek olarak, 1973 Savaşı’nda da Türkiye’nin tarafsızlık tutumundan ivaz vermediğine değinilmekte ve İncirlik Üssü’nün kullanımına izin verilmediğine dair tespitler de bulunulmaktadır. Yine de aynı savaşta Arap ülkelerine silah ve malzeme tedariki konusunda Türkiye’nin, hava sahasını Sovyetlere açtığı vurgulanarak, bu durumun Türkiye’yi 1974 OPEC petrol ambargosundan muaf tuttuğuna değinilmektedir.
1976 yılına gelindiğinde ise, FKÖ’nün Ankara’da temsilcilik açtığı belirtilmektedir. Türkiye’nin İsrail ve Filistin ilişkilerine bakışını açıklamaya devam eden yazar Çelikkol, 1980’lere gelindiğinde İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak etmesini ilişkilerin gerginleşmesine yol açtığını ifade etmektedir. Öyle ki, 1980’ler, Soğuk Savaş’ın etkisinin kaybolmaya başladığı bir dönemeçte Türkiye’nin de Ortadoğu’ya daha fazla önem verdiği bir anı kapsamaktadır. Nitekim İsrail’in 1982 yılında Lübnan’daki mülteci kamplarında gerçekleştirdiği katliamlar sert bir şekilde kınanmış ve FKÖ’nün ilan ettiği Filistin Devleti, Mısır ve Suriye gibi Arap ülkelerinden bile önce tanınmıştır. Bunun yanı sıra, İsrail’in Beyrut’u işgali sırasında PKK ile ilgili Türk yetkilileri bilgilendirmesi Abdullah Öcalan’ın yakalanışına kadar sürmüştür. Türkiye-İsrail ilişkilerinde Amerika’daki Yahudi lobisine ayrı bir parantez açılarak, özellikle Ermeni lobisinin 1915 olaylarını Ermeni Soykırımı olarak kabul ettirme girişimlerinde Türkiye’nin Yahudi lobisinin desteğine ihtiyaç duyduğuna vurgu yapılmaktadır. 1980’li yıllardaki gerginliğe karşın, 1990’larda ilişkilerin ilerlediğine değinen yazar, 1992’de Büyükelçilik düzeyinden ilişkilerin yeniden kurulmasını ve her iki ülkenin askeri alanda yakınlaşmasını bu duruma örnek olarak vermektedir. Öyle ki, 1996 yılında İsrail uçaklarının Konya’da Türk hava sahasını kullanarak eğitim uçuşu yaptığı ifade edilmektedir.
Keza 1999 Marmara depreminde de İsrail’in Türkiye’ye yardım gönderen ilk ülkeler arasında olduğu belirtilerek, ilişkilerin gelişen düzeyi vurgulanmaktadır. Nitekim Türkiye-İsrail ilişkilerinin Ortadoğu’daki denklemden soyutlanarak ele alınamayacağını aktaran Çelikkol, 2000’li yıllarda İsrail’in Filistinlilere karşı sert tutumunun ilişkileri gerilettiğini belirtmektedir. Öyle ki, İsrail’in Batı Yakası’nda Yahudi yerleşimlerine hız vermesi ve 2001’de Ariel Şaron’un Harem-i Şerif ziyareti Türkiye’nin tepkisini çekmektedir. Tüm bunların yanı sıra, İntifada’ya karşı İsrail’in uygulamış olduğu sert politikalar da Türkiye tarafından eleştirilmektedir. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Arap ülkeleriyle olan ilişkilerinde farklılaşmanın yaşandığına değinen yazar, Irak ve Suriye gibi pazarların Türkiye için bir zorunluluk halini aldığını ifade etmektedir. Zira ekonomin artan enerji ihtiyacı petrol zengini Arap ülkeleriyle yakın işbirliğini mecburi kılmaktadır. Bu noktada 1999 yılı kritik bir dönemeç olarak kabul edilmekte ve Türkiye’nin Öcalan’ı Suriye’den çıkartmak konusunda yapmış olduğu baskıya ve Şam rejimine “Adana Mutabakatı“nı kabul ettirmesine değinilmiştir. Türkiye’nin, İsrail ve Filistin ilişkilerindeki son dönem politikalarını analiz eden Çelikkol, AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere Arap dünyasıyla ilişkilerinin ilerlediğine değinilmektedir. Bunun yanı sıra, 2009 yılına kadar da İsrail ile ilişkilerde kayda değer bir değişim gözlemlenmemektedir. Ancak Hamas lideri Halid Meşal’in 2006 yılında Ankara’ya yaptığı ziyarete değinilerek, bu ziyaretin İsrail tarafınca tepkiyle karşılandığı hatırlatılmaktadır. Yine de, ilişkilerin kopma noktasına gelmediği; her iki devletin de gerek Başbakan, gerekse de Cumhurbaşkanı düzeyinde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirdiği ve bu ziyaretlerin birinde Şimon Peres’in TBMM’ye hitap ettiği de aktarılmaktadır.
Türkiye’nin İsrail’e yönelik eleştirilerini de çözümleyen yazar, bu kritiklerin “Yahudi düşmanlığı” (antisemitizm) anlamına gelmediğini ve Türkiye’nin tarihinde anti-semitizmin olmadığının altı çizilmektedir. İlişkilerin akıbetini açıklamayı sürdüren Çelikkol, 2008’de İsrail’in abluka altındaki Gazze’ye “Dökme Kurşun” adını verdiği bir saldırı düzenlediği ve bu saldırılar esnasında çoğu kadın ve çocuk olmak üzere binlerce sivilin yaşamını yitirdiğini ifade etmektedir. Öyle ki, konu hakkında BM İnsan Hakları Komisyonu’nun raporundan aktarım yapan Çelikkol, Gazze’ye uygulanan ablukanın uluslararası hukuka aykırı olduğunu ve saldırı esnasında “beyaz fosfor mermisi” kullanıldığını alıntılamaktadır. Gazze saldırısına en sert tepkinin Türkiye tarafından verildiğine dikkat çekilerek, Türkiye’nin İsrail’le askeri sözleşmeleri dondurduğu vurgulanmaktadır. Ancak bu süreçte her iki ülke arasında ticari ilişkilerin sekteye uğramadığı da belirtilmektedir.
Gazze savaşıyla bozulan ilişkilerin sağcı Likud Partisi lideri Binyamin Netanyahu’nun Başbakan olmasıyla daha da derinleştiğine vurgu yapılarak, 2010 yılında İsviçre’nin Davos kentinde patlak veren kriz süreci ele alınmaktadır. Davos Krizi sonrası iki ülke ilişkilerinin seri bir krizler dönemine girdiğine değinilirken, her iki ülkenin kamuoyunda da sorunun iç politikaya malzeme edildiğine dikkat çekilmektedir. Böylelikle, Türkiye-İsrail ilişkilerinin diplomasi, gerçekçilik ve rasyonellikten uzaklaştığı aktarılmaktadır. Krize dair detaylı bir aktarımda bulunan Oğuz Çelikkol, Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda, “Gazze: Ortadoğu’da Barış” panelinde dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’in kitle imha silahlarına başvurarak orantısız güç kullanıldığına dair eleştirilerini sıralamaktadır. Bu eleştiriler karşısında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in sesini yükselttiğine değinilirken, aynı zamanda panelin yöneticisinin Erdoğan’ın sözünü kesmeye çalışmasına da yer verilmektedir. Bilindiği üzere, bu durum kamuoyunda “One Minute krizi” olarak adlandırılmıştır.
One Minute Krizi
Her ne kadar İsrail Cumhurbaşkanı’nın daha sonra Erdoğan’ı arayarak üzüntülerini ilettiği belirtilse de, bu kriz, ilişkileri menfi yönde etkilemiştir. Zira Davos krizi sonrasında, İsrail, Türkiye karşıtı bir söylem geliştirerek, Türkiye’nin Ortadoğu’nun liderliğine soyunduğu ve neo-Osmanlıcılığı hâkim kılmaya çalıştığı aktarılmaktadır. Davos sonrasında da krizlerin bitmediğine değinilerek, TRT’de yayınlanan “Aşkta ve Savaşta Filistin: Ayrılık” adlı dizinin, İsrail’deki aşırı sağcı kesimler tarafından İsrail aleyhtarı olarak değerlendirilmesine yer verilmektedir. Dizi kriziyle eşzamanlı olarak Türkiye’nin de “Anadolu Kartalı” tatbikatının uluslararası bölümüne İsrail’i davet etmediği vurgulanmaktadır. Ancak tatbikatın daha sonra diğer ülkelerin de katılacağı uluslararası boyutunun iptal edildiğine de dikkat çekilmektedir. Aynı dönemde, İsrail’in vatandaşlarına Türkiye’ye turizm amaçlı gitmemeleri konusundaki ihtarlarını hatırlatan Çelikkol, her iki ülke arasında askeri ilişkilerin ise tamamen donma noktasına geldiğini ifade etmektedir. Türkiye-İsrail ilişkilerinin konu edildiği kitabın devam eden akışında “İsrail’de görev yapmış son Türk Büyükelçi” sıfatıyla Çelikkol’un izlenim ve deneyimleri paylaşılmaktadır. Göreve başladığı dönemde Davos Krizi’nin kalıcı psikolojik etkilerinin sürdüğünü ifade eden Çelikkol, beklentilerin aksine 29 Ekim Milli Gün Resepsiyonu ve güven mektubu törenlerinin olaysız geçtiğini aktarmaktadır. Büyükelçiliğin yaptığı faaliyetlere de bir parantez açılmakta ve özellikle Gazze’ye insani yardım konusunda İsrail Savunma Bakanlığı’yla sürdürülen görüşmeler izah edilmektedir. İki ülke ilişkilerini ele alan yazar, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un yol açtığı ve kamuoyunda “alçak koltuk krizi” olarak adlandırılan olayı da kendi perspektifinden özetlemektedir.
Alçak Koltuk Krizi
Danny Ayalon’un kim olduğuna dair kısa bir bilgi aktarımında bulunan Çelikkol, Ayalon’un Türkiye’yle ilişkilere sıcak baktığını kendisinin 11 Ekim’de yapmış olduğu konuşmada Türkiye’yi İsrail’in “stratejik ortağı” olarak nitelendiren ifadeleriyle örneklendirmektedir. Büyükelçinin Ayalon’la görüşmesinin iş yoğunluğu nedeniyle parlamento odasında gerçekleştiğine değinilirken, Ayalon’un Türk Büyükelçileri her zaman “dost” saydığına dair söylemlerine de yer verilmektedir. Türkiye ile ilişkilerin önemsendiğine dair ifadelerin Büyükelçi tarafından memnuniyetle karşılandığı belirtilirken, görüşmeye çok sayıda gazetecinin çağrılmasının kendisinde yarattığı şaşkınlık da okurlara aktarılmaktadır. Ayrıca görüşmenin gerçekleştiği odaya dair betimlemeler yapılırken, odada 3 kişilik bir kanepe ile karşısında bir sandalye ve ortada bir masa olduğuna değinilirken, masada sadece İsrail bayrağının olduğu, odada ve oturma düzeninde diplomatik teamüllere aykırı bir durumun gözlemlenmediği ifade edilmektedir. Sadece bir basın mensubunun Ayalon’un oturduğu sandalyeye eğilerek kulağına İbranice bir şeyler söylediğine dikkat çekilmekte ve görüşmenin içeriği konusunda beklenmedik şekilde İsrail tarafının “Kurtlar Vadisi” dizisine göndermede bulunarak, çekilen bazı sahnelerin İsrail’i küçük düşürme niyetinde olduğuna dair tespitlerine yer verilmektedir. Görüşme sonrasında Büyükelçiliğin İsrailli gazeteciler tarafından arandığı ve görüşmede tatsızlık yaşandığına dair çıkarımları özetlenmektedir. Öyle ki, gazetecilerin el sıkışma anını görüntüleme isteğine Ayalon’un “Büyükelçiyle el sıkışmayacağını, bunu görüntülemek yerine büyükelçinin alçak bir koltukta oturduğunu, ortadaki sehpada sadece İsrail bayrağı bulunduğunu ve kendilerinin yüzünün de gülmediğini görüntülemesi gerektiği’’ yönündeki söylemleri aktarılmıştır.
Konuya İsrail ve Türk basının yoğun ilgi gösterdiğini belirten Çelikkol, görüşmenin başında ve sonunda Ayalon ile el sıkıştıklarını, Ayalon’un görüşme esnasında diplomatik kurallara uygun ve dostane davrandığı, masada büyükelçinin ülkesinin bayrağının bulunmasına dair bir kuralın da olmadığını ifade etmiştir. Aynı zamanda Ayalon’un üç kişilik kanepeyle tek kişilik sandalyenin ayak boyunu nasıl ve niçin mukayese ettiğinin anlaşılamadığı ve diplomaside böyle bir karşılaştırmanın kabul edilemez olduğu da aktarılmaktadır. Tüm bu izahata ilaveten Ayalon’un özür dilemesi gerektiği de satır aralarına eklenmiştir. Rutin sayılabilecek bir görüşmenin Ayalon’un İsrail basınını etkileme girişimine dönüşmesini ele alan yazar, bu durumun iki ülke arasında diplomatik güvensizliğe yol açtığını belirtmektedir. Konuya ilişkin Ankara’nın özür beklentisi olduğu hatırlatılarak verilen sürenin son gününde Ayalon’un büyükelçiyi muhatap alan özür mektubunun büyükelçiliğe iletildiği aktarılmıştır. Krizin perde arkasını değerlendiren yazar A. Oğuz Çelikkol, Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman’ın talimatıyla gerçekleşen bu olayın, Kurtlar Vadisi dizisinde “İsrail Büyükelçisi’ne yapılanların” intikamını alma niyetli bir komplo hazırlığı olduğunu açıklamaktadır.
Mavi Marmara Baskını
İlişkilerdeki son kriz olarak ise Mavi Marmara Baskını ele alınmıştır. Gazze’ye yönelik ablukayı kırmak ve insani yardım ulaştırmak maksatlı çeşitli ülkelerden insanların da yer aldığı deniz filosunun Gazze’ye gidecek olması, her iki ülke arasındaki mevcut gerginliği tırmandırmıştır. Öyle ki, İsrail, Türkiye’ye filonun engellenmesi gerektiğini iletirken, Türk tarafı ise filonun insani yardım taşıdığını, Türk hükümeti dışındaki kuruluşlar tarafından düzenlendiğini ve konunun uluslararası boyutunu hatırlatmaktadır. Her iki ülkedeki basın kuruluşlarının konuya yoğun ilgi gösterdiğine değinilerek, Türk basınının olayı uluslararası sivil örgütlerin düzenlediği insani bir inisiyatif olarak ele aldığı, İsrail basınının ise Türk hükümetini hedef aldığı görülmektedir. Mavi Marmara’ya dair beklentilere değinen yazar, şahsi beklentisinin, geminin Gazze açıklarına geldikten sonra, uluslararası kamuoyunun dikkatini çekip, Mısır’a yöneleceği şeklinde olduğunu aktarmaktadır. Ancak İsrail’in konuya insani bir perspektiften ziyade güvenlik odaklı baktığı da gözden kaçırılmaması gereken bir husus olarak ifade edilmektedir. Nitekim 31 Mayıs gecesinde gemiye düzenlenen baskında tam 9 kişi yaşamını yitirmiştir. Gazze karasularına varmadan uluslararası sularda İsrail’in hücumbot ve helikopter destekli yaptığı saldırının sonucunda yüzlerce kişinin de yaralandığı ve içinde İHH Vakfı’nın yöneticilerinin de bulunduğu bir dizi tutuklamanın gerçekleştiği belirtilmektedir. Bu saldırıya dair Ankara’nın tepkisi, Tel Aviv’deki Türk Büyükelçi’nin istişare maksatlı geri çekilmesi, BM Güvenlik Konseyi’nin acil toplantıya çağrılması ve İsrail’le tüm askeri işbirliğinin süresiz iptal edilmesi olmuştur. Mavi Marmara saldırısının dönemin BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından kınandığı hatırlatılarak, saldırıya ilişkin BM İnsan Hakları Konseyi’nin 23 Temmuz 2010 tarihli raporundan alıntılar yapılmaktadır. Öyle ki, rapora bakıldığında, İsrail’in insani yardım taşıyan konvoya “orantısız, gereksiz ve inanılması güç” düzeyde şiddet uyguladığına dair saptamalar yer almaktadır. Mavi Marmara kriziyle her iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin kopma noktasına geldiğini aktaran Çelikkol, Türkiye’nin ilişkilerin normalleştirilmesi konusundaki taleplerini sıralamaktadır. Bunlar; İsrail’in özür dilemesi, saldırının mağdurlarına tazminat ödenmesi ve Gazze’ye olan ablukanın kaldırılmasıdır. İsrail ise, askerlerin kendini savunma hakkını kullandığını belirterek özür konusunda ihtiyatlı bir tavır takınmıştır. Zira İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Liberman, özür taleplerine kesinkes karşı çıkmakta ve özür dilenmesi durumunda hükümetten çekileceğini ifade etmektedir. Aynı zamanda İsrail’in İHH’yi terörist örgüt olarak kabul ettiğine ve diğer ülkeleri de bu konuda karar almaya zorladığına yer verilmektedir.
Son olarak, Mavi Marmara saldırısının gerek FKÖ, gerekse de Hamas tarafından tepkiyle karşılandığına değinilmekte ve Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın saldırıyı “katliam” olarak nitelendiren sözlerine yer verilmektedir. 2011 ve 2012 yılları arasında Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni gerginlik alanlarının oluştuğuna dikkat çeken yazar, bu duruma örnek olarak Akdeniz’de Kıbrıs adası çevresinde yaşanan sıcak gelişmeleri aktarmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin petrol ve doğalgaz arama girişimlerine değinilerek, İsrail ile Kıbrıs Rum yönetimi arasındaki artan ilişkilerin, Türkiye ve İsrail arasında yeni ihtilaflara yol açtığına vurgu yapılmaktadır. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğine dair de bir takım çıkarımlarda bulunan yazar, 22 Mart 2013 yılında Başkan Obama’nın girişimleri neticesinde İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Başbakan Erdoğan’ı arayarak Mavi Marmara saldırısına ilişkin bir dizi operasyonel yanlışlığın yapıldığı ve can kaybına sebep olan hatalardan ötürü İsrail adına Türk halkından özür dilediğini aktarmaktadır. Erdoğan’ın Türk halkı adına özrü kabul ettiğine değinilirken, aynı zamanda İsrail’in saldırıda hayatını kaybeden Türk vatandaşlarına tazminat ödemeyi kabul ettiğine de yer verilmektedir. Tüm bu gelişmelerin ışığında, İsrail ile Filistinliler arasındaki sorunun gerçek bir barışı tesis edecek “iki devletli’”çözümle mümkün olabileceğini belirten yazar Çelikkol, Filistin Sorunu’nun çözülmeden bölgede tam manasıyla bir istikrardan bahsedilemeyeceğini de ifade etmektedir.
Emekli Büyükelçi Dr. A. Oğuz Çelikkol’un One Minute’ten Mavi Marmara’ya Türkiye-İsrail Çatışması adlı eseri, Ortadoğu bölgesinde Arap olmayan iki büyük gücün 2009-2011 yılları arasında yaşamış olduğu krizlere hem kuramsal, hem de gözlemsel düzeyde yaklaşması bakımından son derece nitelikli bir kitaptır. Bu bakımdan, Türkiye ile İsrail arasında yakın dönemde gerçekleşen krizleri daha sarih hatlarla anlamak isteyen okuyucularımıza kitabı tavsiye etmekteyim.
İsmail Uğur AKSOY
Kitabın basım yılı 2014. Kitabın içeriğinde yanlış ve/veya eksik bilgiler mevcut. Siyasal bilimci Denis Ojalvo’nun o yıllarda iki makale ile cevaplarını aşağıdaki linklerde okuyabilirsiniz.
http://www.salom.com.tr/arsiv/haber-91385-one_minuteten_mavi_marmaraya_turkiyeIsrail_catismasi.html
http://www.salom.com.tr/arsiv/haber-91711-one_minutetan_mavi_marmaraya_turkiyeIsrail_catismasi_2.html
Saygılar.
Mine