Bir akademik disiplin olarak Uluslararası İlişkiler’in İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğuşu, alanda üzerinde diğer konulara göre daha büyük bir uzlaşma olan nadir konulardan biridir. Disiplinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğduğu yaygın bir şekilde kabul edilmekle birlikte, disiplinin tarihi ile ilgili farklı zaman dilimlerini milat olarak alanlar da yok değildir. Bazıları miladı Birinci Dünya Savaşı’nın öncesine, bazıları ise İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar uzandırırlar. Örneğin, P. Potter, Uluslararası İlişkiler’e yönelik çalışmaların tarihinin 19. yüzyılın ortalarına kadar götürülebileceğini savlar. Potter ile aynı çizgide yer alan B. Schmidt ise, özellikle Amerika’da Uluslararası İlişkiler çalışmalarının sanılan aksine 20. yüzyılda değil, ondan bir asır önce başladığını iddia ederek, Columbia Üniversitesi’nde Francis Lieber ve John Burgess’in ve Yale Üniversitesi’nde Theodore Woolsey’in özellikle devlet teorisi üzerine çalıştıklarını ve bu akademisyenlerin dâhil olduğu bir grup siyaset bilimcinin o dönemler için iç ve dış politika arasında keskin bir ayrım yapmadıklarını belirtiyor (Vitalis 2005: 162-170; Akt: Özlük 2009: 244).
Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda “olağan bilim” deyimini “geçmişte kazanılmış bir ya da daha fazla bilimsel başarı üzerine sağlam olarak oturtulmuş araştırma” olarak tanımlayan Kuhn, söz konusu başarıların, “belli bir bilim çevresinin, uygulamanın sürekliliğini sağlamak üzere bir süre için temel kabul ettiği bilimsel yenilikler”den oluştuğunu belirtir (Kuhn 1995: 53; Akt. Öztürk 2012: 5). Yukarıda sözü geçen birkaç istisnayı saymazsak, bir disiplin olarak Uluslararası İlişkiler’in icadının Kuhn Modeli’ne göre olağan bilim olduğunu söyleyebiliriz.
İstisnaları bir yana bırakıp genel kanı üzerinden gidersek, üzerinde durmamız gereken konu olarak Birinci Dünya Savaşı’nı ele almalıyız. O güne kadar görülmemiş bir kıyım ortaya koyan bu savaş, birçok düşünürü, bu olayların tekrarlanmaması adına neler yapılabileceğine dair düşündürmeye başladı. Zira “hem sivil, hem de asker 15 milyona yakın insan bu felakette yok oldu” (Wiest 2017: 233). Bu rakamın içerisinde ailelerin olmadığı düşünülürse, vahşetin boyutu daha iyi anlaşılabilir. Öte yandan, 30 milyon kadar kişinin de savaştan yaralı döndüğünü unutmamak gerekir (a.g.e.: 233). “İnsanlığın gördüğü bu ilk en büyük savaş felaketi sonrasında başta gelip devletlerin liderleri olmak üzere özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nden bazı entelektüeller, düşünürler ve siyasetçiler, savaşın niçin çıktığını ya da savaşın sebebinin ne olduğunu sorgulamaya ve araştırmaya başladılar” (Gözen 2014: 67). Özellikle iki savaş arası dönemde bu sorulara yanıt vermek amacıyla yazılan yazıların tamamı idealizm olarak adlandırılmıştır (a.g.e.: 67).
Uluslararası İlişkiler’de gerçekten incelenmemiş, bilimsel bakışın aksine hep belli ön yargılarla yaklaşılmış bir teori olan İdealizm’e iki savaş arası dönemde de çeşitli ithamlar yapılmıştır (Doyle & Ikenberry, 2015: 24). Ütopyacılık, Wilsonculuk gibi kavramlarla tanımlanan idealizm, hakkında en az kitap ve makale yazılan teoridir (Gözen 2014: 689). Birinci Dünya Savaşı’nın rüzgârı Realistlerden yöne çevirmesiyle birlikte düşüşe geçen İdealizm, artık Realizm’in gerisine, yani ikinci plana düşmüştür. Milletler Cemiyeti’nin savaşı önlemedeki başarısızlığı, güvenlik ikilemi nedeniyle silahlanmanın hızla devam etmesi gibi sorunlardan dolayı İdealizm’in yalanlandığını öne süren Realizm, baskın bir teori olarak o günden beri tahtını -ara sıra sarsılsa da- korumaktadır (Goldenstein & Pevehouse 2017: 85).
Stanley Hoffman’ın da dediği gibi, bir Amerikan sosyal bilimi olan Uluslararası İlişkiler’de başlangıçta kıta Avrupa’sındaki karamsar Realist görüş yerine İdealizm ön plandadır. Ancak Atlantik ötesine beyin göçü -ki bu İkinci Dünya Savaşı zamanına denk gelir- Fizik ve Sosyoloji gibi bilimsel alanların dışında tabiatıyla Uluslararası İlişkiler’de de bir değişim yaratmış ve artık Realizm egemen hale gelmiştir (Doyle & Ikenberry, 2015: 26).
1945’den sonra ise savaşın şekli ve ölçeği bir kez daha değişti. Artık sıcak çatışmalar, konvansiyonel silahlarla yapılan kıyımlar ve bitmek bilmez siper savaşları bitmişti. Nükleer dengenin ve iki kutuplu sistemin kurduğu tedirgin ve gergin bir istikrar vardı. Uluslararası İlişkiler disiplinindeki ikinci tartışma ise, bu görece istikrar zamanında (1960’larda) başlayan Davranışsalcı ve Gelenekselciler arasındaki tartışmadır (Gözen, 2014: 45). Davranışsalcılar bilimsel araştırma yöntemleri belirlemeye, çeşitli yasalar ve düzenlilikler ortaya koymaya çalışırken, Gelenekselciler de kavramsal ve yorumsal yargının daha önemli olduğunu, dünya politikasının karmaşıklığını ve her tarihsel ortamın kendine has özellikleri olduğunu öne sürdüler (a.g.e.: 46).
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte çift kutuplu sistemden tek kutuplu bir sisteme geçildi. Savaşın şekli ve ölçeği yeniden değişti ve uluslararası sistem yeniden yapılanmaya başladı. Bu zamana denk gelen üçüncü büyük tartışma ise, 1990’larda, disiplinin olgunluğa geçiş olarak nitelendirilen bir döneminde başladı (Emeklier, 2011: 140-141). Uluslararası İlişkiler’in geçmişten beri kullanılan en yaygın aracı olan savaşın kapasitesi, ölçeği ve yöntemlerindeki radikal değişimler, disiplinin başta salt fiiliyattan bir disiplin haline gelmesini sağlamış, sonrasında ise gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Miles Kahler’e göre, disiplinde gerçekleşen 3 büyük tartışmanın merkezi bir teori olarak ele alınması, Uluslararası İlişkiler’i diğer sosyal bilimlerden ayırmaktadır (Doyle & Ikenberry 2015, 22). Ancak bu büyük tartışmalar çeşitlenip bölümü geliştirmektense kısır bir döngüye girmiş ve bölümde tıkanıklık yaratmıştır. Ayrıca alandaki bilimsel gelişme için yapılması gereken birçok tartışma yapılmamış ve bu durum hakkıyla incelenmemiştir (a.g.e.: 23).
ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinden beri iki devletin resmi olarak birbiriyle savaştığını göremiyoruz. Bunun yerine, bölgesel etnik, dini veya ideolojik çatışmalar, savaşa dönüşmeye müsait ama denge unsurlarıyla yıllardır korunan sürtüşmeler, iç savaşlar ve hegemonik müdahalelere şahit oluyoruz. “Bir zamanlar “İçişleri” olarak nitelenen ancak insan haklarının ciddi ihlallerine karşı yapılan müdahaleleri de içeren “karmaşık insani olağanüstü durumlar”, belki de ulusal egemenlik sonrası dönemin en çarpıcı ve tartışmalı yönüdür. Giderek artan sayıdaki müdahalelerin büyük kısmı çok taraflı değil, bölgesel niteliktedir” (Hette 2008: 88).
Uluslararası İlişkiler, sınırlı bir alan ve sınırlı birimler arasında başlayıp, giderek kapsamını genişletmiştir. Birimlerin ve aktörlerin sayısı artmış, olaylar karmaşıklaşmış ve çözüm bulmak daha zor bir hale gelmiştir (Özlük 2009: 242). Bu bağlamda, doğuşundan günümüze kadar çeşitli tartışmalarla gelmesine rağmen disiplinde tek bir teorinin hüküm sürmesi ve gelişen tüm diğer teorilerin de baskın teoriye göre pozisyon alması, bugün daha da karmaşıklaşan uluslararası sistemin sorunlarını çözmede yetersiz kalmaktadır. Sayıları artıp rolleri büyüyen aktörleri ve ölçeği, her zamankinden farklılaşan çatışmaları yalnızca güç ve çıkar perspektifinden inceleyen baskın teorinin paradigma tıkanıklığının sebebi olduğunu iddia edersek yanlış olmaz.
“Realiteyi algılamamız, saf ampiristlerin sandığı gibi, dış dünyadan zihnimize ya da başka bir bilişsel varlığımıza doğrudan bir yansıma şeklinde olmaz. Ne de, saf rasyonalistlerin sandığı gibi, bilişsel varlığımızın dış dünyaya topyekûn nüfuzu ile olur” (Yurdusev 2005: 158). Bu durum böyleyken, maalesef “bazı teoriler gizlenmiş ve bazılarına ayrıcalık tanınmıştır ve bu disiplin içerisindeki dikkatli taramalarla değil yakın tarihte atılan açık sorunlar tarafından yapılmıştır” (Doyle & Ikenberry 2015: 37).
Kuhn Modeli’nin uluslararası ilişkilere uygulanamazlığı konusunda Miles Kahler’e katılmasam da, disiplinde bir kısır döngü olduğu ve bu kısır döngünün disiplindeki baskın teoriden kaynaklandığı konusunda doğru bir tespit yapmıştır (a.g.e.: 42, 37). Barışın nasıl tesis edileceği ile savaşların nasıl engelleneceği üzerine kurulan alanın teorik amacını gerçekleştiremediği malum (Çalış & Özlük 2007: 227). Bugünü tam olarak açıklayan bir teorinin olmadığını da göz önünde bulundurursak, alanın gelişimi için bilimsel devrimin gerekliliğini daha iyi anlayabiliriz.
Hasan Ebrar ALARÇİN
KAYNAKÇA
- ÇALIŞ, Şaban & ÖZLÜK, Erdem, “Uluslararası İlişkiler Tarihinin Yapısökümü: İdealizm-Realizm Tartışması”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı: 18, 2007, ss. 225-243.
- DOYLE, Michael W. & IKENBERRY, G. John, Uluslararası İlişkiler Teorisinde Yeni Düşünce, Beta Yayıncılık, 2015.
- EMEKLİER, Bilgehan, “Uluslararası İlişkilerde Epistemolojik Tartışmalar”, Bilge Strateji, Cilt 2, sayı: 4, Bahar 2011, ss. 139-184.
- GOLDENSTEIN, Joshua S. & PEVEHOUSE, Jon C., Uluslararası İlişkiler, BB101 Yayınları, 2017.
- GÖZEN, Ramazan, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İletişim Yayınları, 2014.
- HETTNE, Björn, “Teorive ve Pratikte Güvenliğin Bölgeselleşmesi”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, sayı: 18, Yaz 2008, ss. 87-106.
- ÖZLÜK, Erdem, “Uluslararası İlişkiler Disiplininin Soy Kütüğü”, Sosyal Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2009, ss. 237-260.
- ÖZTÜRK, Ümit, “Thomas Kuhn’un Paradigma Kavrayışı Üzerine Analitik Bir İrdeleme”, Kaygı: Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, 2012, ss. 173-191.
- WIEST, Andrew, Fotoğraflarla I. Dünya Savaşı, Teas Press, 2017.
- YURDUSEV, Nuri, “Uluslararası İlişkilere Teorik Bakmak”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 2, sayı: 6, Yaz 2005, ss. 157-163.