Soğuk Savaş sonrasında, Türkiye-ABD veya Türk-Amerikan müttefikliği, test edilmekten çıkarak, artık neredeyse “içinden çıkılmaz bir karmaşa”ya dönüştü. Oysa ki, Soğuk Savaş’ın bittiği ilk zamanlar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin Büyükelçilik düzeyine çıkarılması (Filistin ile eşzamanlı olarak), baba (Hafız) Esad’ın PKK terörüne hamiliğine karşı Türkiye-İsrail-ABD’nin Suriye’ye karşı birlikte baskıda bulunması, Kafkasya’da Rusya’nın Bakü-Novorosisk boru hattına karşı Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının enerji güzergahı olarak inşa edilmesi, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ işgaline karşı duruş sergilenmesi gibi pek çok başlıktan söz etmek mümkündü. Türkiye-ABD müttefikliği, Bosna’daki iç savaş ve Kosova konularında da, Sırbistan-Rusya çizgisine karşı, ortak bir tutum sergiledi ve NATO’nun Bosna’ya 1995 ve Kosova’ya 1999 müdahalelerinde, birlikte yer aldılar.
Bununla birlikte, diğer başlıkları da etkileyecek biçimde, 1991 ve 2003’deki Körfez Savaşları ile, ikili ilişkilerdeki temel sorunlar, yapısal krizler birbirini tetikledi. Birinci Körfez Savaşı öncesi Özal’ın “ABD ile birlikte” Irak müdahalesine katılma ısrarı, dönemin Genelkurmay Başkanı orgeneral Necip Torumtay’ın istifasına varacak biçimde, devlet içinde, hem askeri-bürokratik zeminde, hem de iktidar partisinin bir bölümü ve ana muhalefetin de katıldığı bir toplumsal-siyasal dirençle karşılaştı. Dolayısıyla, ABD 1991 Şubat’ında Irak’a yaptığı kısmı müdahale ile 2003’e kadar sürecek, otorite boşlukları yarattı. Saddam’ın Birinci Körfez Savaşı sonrası kuzeye yürümesi üzerine, Kürt sığınmacılar Türkiye’ye göç ettiler. Batı dünyası ise sesini çıkarmadı, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ne başvurusu üzerine Çekiç Güç harekatı başlatıldı. Bir başka deyişle, 36. paralelin üstü, Saddam yönetimindeki Irak merkezi kuvvetlerine “uçuşa yasak bölge” haline getirildi, bu yasak daha sonra 32. paralelin altına da yayıldı. Aslında Irak’ın bölünme haritası, daha o zamandan oluştu. 1984-1991 arası “üç beş kişilik” terör saldırılarından bölük düzeyine varan terör atakları, 1992’de Şırnak’ın hedef alınmasıyla, terör örgütünün stratejisinde, stratejik savunmadan, stratejik denge ve bir sonraki hamle stratejik saldırıya varan aşamaları ifade ediyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri-TSK’nın tümen sistemini merkeze alması, mobilize birliklerin konuşlandırılması, bölgede terörle mücadele edebilen tek düzenli ordu olarak, hesapları bozan bir gelişmeyi ortaya koydu. Sonra görüldü ki, İncirlik üssünde konuşlanan Çekiç Güç, Cudi Dağı’na, PKK terörüne yardım paketleri attı. Terörle mücadele sürecinde, ABD askeri personelin karıştığı olayların yanıtı, Ege’de tatbikat sırasında Muavenet gemimizin “yanlışlıkla hedef alınması” ile verildiği iddiaları sergilendi. Bu dönemdeki siyasal yatırımlar, İkinci Körfez Savaşı’nın ardından, 1991-2003 arası kurulan etnik parlamentonun yasallaşması, Irak Kürtleri’ne Barzani patronajında özerklik verilmesi ile ilerledi. Ancak PKK terörü ve Kandil yapılanması, 2005 Irak anayasasından sonra, resmen özerkleşen Barzani yönetimince de engellenmedi.
2011’de Suriye’de başlayan kaos sürecinde, 10 yıllık bilançoda, IŞİD/DEAŞ başlığında oluşan ve Batı ülkelerinden gelenlerin oluşturduğu dinci yapılanma, bir nevi, PKK terörünün Suriye şubesi olan PYD terörünü batılı başkentlerde meşrulaştırdı. Bu zeminde, Obama yönetiminde, PKK-PYD ayrımı yapılarak, terörün genel merkezi PKK terör örgütü olarak tanınırken, Suriye şubesi PYD ise, IŞİD/DEAŞ’ten hem Irak, hem de Suriye bazında kitleyi kurtaran bir “örgüt” olarak lanse edilmeye çalışıldı.
ABD ile son yıllarda özellikle Doğu Akdeniz-Karadeniz-Kafkasya ekseninde giderek uçuruma dönüşen bakış açısı farklılıkları da göze çarpmaktadır. Türkiye, 15 Temmuz 2016 sonrası, bölgedeki siyasetinde, 2016 yazında Fırat Kalkanı, 2018 baharında Zeytin Dalı, 2019 sonunda Barış Pınarı harekatları ile Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD terörüne karşı “güvenli bölgeler” oluşturdu. Bu durumu, ABD ve Rusya ile yaptığı ayrı mutabakatlarla da, pekiştirdi. Ne var ki, ABD’nin 15 Temmuz 2016’da bir nevi açık veren ikinci Obama yönetimi ve Başkan Yardımcısı Joe Biden, bu durumdan hoşnut olmadı. 2021’de görevi devraldığında, Biden için çok şey değişmişti. Bölgeye atadığı temsilci Brett McGurk, PKK/PYD’nin siyasi, savunma bakanı atadığı Lloyd Austin ise, bu terörün silahlı akıl hocasıydı.
Öte yandan, Türkiye’nin Kasım 2019’da Libya ile imzaladığı “deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması” , 2009 Davos krizinden sonra, öncelikle savunma, sonra da enerji güzergahları konusunda başlayan Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY)-İsrail arasındaki yakınlaşma açısından ezberi bozdu. Mısır’ın da eklemlenmeye çalıştığı 2020 Ocak’taki Doğu Akdeniz Doğal Gaz Forumu, 2021 Şubat’taki Phili Forumu ile Suudi Arabistan-Körfez ülkelerine taşan bir yeni ekseni ortaya koydu. Trump-Biden çelişkilerine karşı, adı konulmamış 21. yüzyılın “yeni Bağdat Paktı”, Doğu Akdeniz’den Basra’ya uzanırken, komşumuz Yunanistan, ABD’nin “garnizon devleti” haline getirildi.
2020 sonbaharında kardeş Azerbaycan, işgal altındaki topraklarını kurtarırken, tepki, “arka bahçesi” olarak addedildiği Rusya’dan değil, ABD-Fransa başta olmak üzere, batılı başkentlerden geldi. 25 Nisan 2021’de erken seçimin yolunu açmak üzere istifa eden Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’a, işgal ettiği toprakların bir bölümünü kaptırdığı üzüntüden sonra, Biden’ın sözde soykırım açıklaması, bir “teselli ikramiyesi” olarak ifade edildi. Bu açıklamayı sadece Paşinyan’ı teselli etmeye bağlamak oldukça yüzeysel olabilir. Hem yıllarca süren bir diyaspora-lobi çalışması, hem de “liberal-sosyal tahakküm”ün ABD içindeki temsilcisi Demokratlar’ın, Kamala Harris (Başkan Yardımcısı), Nancy Pelosi (Temsilciler Meclisi Başkanı) gibi liderleri, bu sürecin belirleyici kurmayları oldu.
Ülkemiz yönelik bu iftira, Nazi döneminin ünlü Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in “büyük yalanı”na benziyor. (Joseph Goebbels, Büyük Yalanlar, Zeplin Kitabevi, 2019, İstanbul) Sürekli tekrarlanan ve gerçekmiş gibi algılattırılan büyük yalan, adım adım dünya kamuoyuna zerk edildi. 100 yılı aşkın bir süredir köpürtülen senaryolar ve 1970’lerden beri şehit edilen diplomatlarımızın kanı ise, “büyük yalan”ın kanlı silahlı propagandasını ifade ediyor. Osmanlı Devleti’nin parçalanması sürecinde, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Düvel-i Muazzama tarafından hareketlendirilen ayrılıkçı hareketler ve çeteler Şark Meselesi’nin görünen vekilleri olmuştu. 25 Nisan 1915’te Çanakkale’de İtilaf Devletleri tarafından başlatılan kara harekatı ve Doğu Cephesi’nde Rusya ile sürdürülen savaşın ortasında, 24 Nisan 1915 tehcir kararnamesi, başlayacak değil başlayan bir isyana karşı önlem olarak düşünülmüştü. Tehcir sırasında yaşamını kaybeden, çeşitli asayiş olaylarına uğrayan, yaşamını kaybeden insanlarımızın acısı, Doğu Anadolu başta olmak üzere, ayrılıkçı çetelerin saldırısına uğrayan, yaşamını kaybeden insanlarımızın yaşadığı üzere “ortak acı”lardır. Bu, bizzat devletin en yetkili makamları tarafından da dile getirilmiştir (https://www.mfa.gov.tr/basbakan-sayin-recep-tayyip-erdogan-1915-olaylarina-iliskin-bir-mesaj-yayimladi.tr.mfa). Tehcirdeki saldırılar, devlet kaynaklı ve sistemli değil, kontrol dışı eşkıya çetelerince gerçekleşmiştir. Bu noktada, 1948 Cenevre Soykırım Sözleşmesi’nde anlatılan “siyasi, dini, etnik bir grubu sistemli olarak tamamen yok etme ya da yok etme girişimi” söz konusu değildir (https://www.ombudsman.gov.tr/document/mevzuat/32702-Soykirim-Sucunun-Onlenmesine-Ve-Cezalandirilmasina-Dair-Sozlesme.pdf). Tam tersisine, ayrılıkçı çeteler ve yerleşik halk arasında karışmaların olması engellenmiştir.
Bu savlara karşı argüman besleyenler için de, devlet, tüm arşivlerini, yerli/yabancı araştırmacılara açmıştır. Ancak diyaspora ve lobilerin “seçilmiş travması”, soykırım olduğuna yöneliktir (http://politikaakademisi.org/2016/03/28/vamik-volkandan-etnik-catismalara-psikolojik-gorus-acisindan-yaklasim/). Ermenistan’daki Ermeniler’in yoksulluğu onları ilgilendirmemekte, “büyük yalan” sayesinde, milletvekili, üst düzey bürokrat, iş insanı olabilmektedirler. Bu söylenti ellerinden alındığında ise, aralarındaki grup dayanışması ortadan kalkacaktır.
ABD’nin içinde yer aldığı emperyalist sistem, soykırımları ortaya koyan, kurgulayan bir zihni mesaiyi dile getirmektedir. 1948 zemininde, ispatlanmış tek soykırım, Yahudilere uygulanmış Holokost’tur. Ama bu başka soykırımlar, hem de 1948 sonrası işlenmediği anlamına gelmez. Yakın coğrafyamızda, 1963-1974 arasında Kıbrıs Türkleri’ne, 1992-1995 Bosna’da, 1992’de Hocalı’da Azerbaycan Türkleri’ne yönelik sistemli saldırılar, örneklerden sadece birkaçıdır. Üstelik, ABD öncesi sanki Amerika kıtasında yerli halk yoktu! Yıllarca çizgi romanlarda “Kızılderili” olarak adlandırılan insanlara ne oldu? Kurulduğu andan itibaren kendi kıtasında sürekli genişleyen ABD, sadece yerli halkını değil, gün geldi Vietnam’ı da kan gölüne çeviren operasyonların mimarı oldu. Güney Amerika’da yaşananlar, yaptırdığı askeri darbeleri sayınca, bilanço daha da genişliyor.
Bu “büyük yalan”ın gölgesinde, Türkiye-ABD müttefikliği, 1947’den beri devam eden sürecinde, 1964 Johnson Mektubu, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı, Haşhaş Ekimi Yasağı’nın kaldırılması, U-2 Casus Uçağı krizi, 2003 1 Mart Tezkeresi, 4 Temmuz 2003 Çuval hadisesi gibi olaylar anımsanınca, yalana dönüşüyor. Güven bunalımının arttığı zeminde, 2020 Aralık ayında S-400 gerekçesiyle ülkemizi “hasım” ilan eden, 2021 Nisan’ında F-35 projesinden tamamen çıkaran ABD, dün de bizi, atalarımızı “soykırımcı” ilan etti. Bu büyük yalan sahibine aittir; ancak müttefik olarak, “NATO’da ortak gelecek” sadece dilek ve temenniler bölümünde kalıyor.
Doç. Dr. Deniz TANSİ