Son birkaç aydır dünya kamuoyunun yakından takip ettiği ve siyasal şiddet olaylarının gün geçtikçe arttığı Suriye Arap Cumhuriyeti; uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde yaşadıktan sonra, 1920-1946 döneminde Fransız yönetiminde kalmış ve siyasi bağımsızlığını ancak 1946’da ilan edebilmiş bir ülkedir. Fakat bağımsızlığını ilan ettiği 1946 yılından Baas Partisi’nin iktidarı ele geçirdiği 1963 yılına kadar Suriye oldukça istikrarsız bir dönem geçirmiştir. Bu yazıda Suriye’deki sosyopolitik yapıyı ve Suriye lideri Beşar Esad’ın iktidarda kaldığı sürede yaşanan olayları kısaca aktarmaya çalışacağım.
Suriye hakkında söylenmesi gereken ilk özellik, birçok Arap ve Orta Doğu ülkesinin aksine petrol zengini bir ülke olmamasıdır. Petrol zengini bazı Orta Doğu ülkelerinde kişi başına düşen gayrisafi milli hâsıla 20-30 bin doları bulurken, Suriye’de bu rakam yalnızca 3000-4000 dolar dolaylarındadır. İkinci olarak Suriye’de diğer Arap ülkelerinden farklı olarak güçlü İslami duyguların yanında ve belki ondan daha fazla Arap milliyetçiliğinin etkili olmasıdır. Baasçılığın fikri önderlerinden Mişal Eflak’ın ülkesi olan Suriye’de Arap milliyetçiliği halen çok güçlü bir sosyopolitik akımdır. Üçüncü olarak Suriye’nin özellikle din ve mezhep konusunda oldukça heterojen bir nüfusu vardır. Bu heterojen yapı kısmen de olsa etnik köken için de geçerlidir. Fransızların geçmişte uyguladığı politikalar nedeniyle Baas Partisi üçüncü dünyacı milliyetçi-sosyalist bir siyasal organizasyon olarak etnik köken ve mezhepsel farklılıklara dayalı bir yapı olmamasına rağmen büyük ölçüde nüfusun % 12’sini oluşturan Nusayriler tarafından sahiplenilmiş bir partidir. Suriyeli bir Nusayri olan Hafız Esad’ın 1970’ten itibaren ülkeyi 30 sene demir yumrukla yönetmesiyle bu durum daha da perçinlenmiştir. Suriye nüfusun yüzde 75’lik bir kesimini ise Sünniler oluşturmaktadır. Yüzde 10’luk bir Hıristiyan nüfusun dışında yüzde 3’lik azınlık nüfusu ise Yahudiler, İsmaililer, Dürzîler ve Caferiler oluşturmaktadır. Suriye etnik olarak yüzde 90 dolaylarında Arap kökenli olmasına karşın, kalan yüzde 10 içerisinde Kürt, Türkmen, Çerkes ve Ermeniler de bulunmaktadır. Ayrıca farklı mezhep grupları değişik bölge ve şehirlerde yoğun olarak bulunduğu için ülkenin ve toplumun bütünleşmesi daha da zor bir hal almaktadır. Yine Halep ve Şam gibi iki büyük şehir arasında gözle görülür bir rekabet söz konusudur. Ekonomik ve kültürel olarak Mısır ve Suudi Arabistan’la yakın ilişkileri olan güneydeki Şam’ın aksine, kuzeydeki Halep şehrinde sosyokültürel ve ekonomik olarak Irak ve Türkiye etkisi daha yoğundur.
2000 yılında babası Hafız Esad’ın ölümüyle Suriye Devlet Başkanlığına kendisi için çıkarılan özel bir yasa ile geçen Beşar Esad, aslında babası tarafından başkanlığa hazırlanan “veliaht” oğul değildir. Fakat kardeşi Basil Esad’ın 1994’teki sürpriz ölümü sonrası Beşar Esad İngiltere’deki tıp uzmanlık eğitimini yarıda bırakarak ülkesine dönmüş ve iktidar için hazırlanmaya başlamıştır. Beşar Esad İngiltere’de tıp eğitimi almış, çağdaş dünyayı görmüş ve uzun yıllar demokratik ortamda yaşamış bir liderdir. Bu nedenle Beşar Esad’ın başa geçmesi Suriye’de ve dünya kamuoyunda olumlu bir hava yaratmış, 1998’de savaşın eşiğine gelen Suriye-Türkiye ilişkilerinin Beşar Esad döneminde bu ülkede yapılacak demokratik reformların da etkisiyle gelişebileceği umulmuştur. Hakikaten iktidarının ilk döneminde halk üzerindeki baskıyı nispeten hafifleten Beşar Esad, Suriyeli entelektüellerin de devleti eleştirebilmesi için daha özgürlükçü bir ortam yaratmıştır. Esad iktidarının ilk yıllarında yüzlerce siyasal suçlu serbest bırakılmış ve ülkede ilk internet kafeler açılmıştır. Esad ayrıca çevre ve kadın hakları konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarına da izin vermiştir. Esad döneminde Türkiye-Suriye ilişkileri de hızlı bir ilerleme sürecine girmiş, bu sürecin sonucunda Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuş ve toplantılar dahi yapmıştır. Bu olumlu adımlara karşın geçen yıllar içerisinde Beşar Esad gerek ülke içerisinde, gerekse dış politikada beklenen reform adımlarını atamamış ve Baasçı rejimin geleneksel reflekslerini koruyarak iç politikada sertlik, dış politikada da İran-Rusya merkezli bir siyaseti tercih etmiştir. Türkiye ile kurduğu yakın ilişkiler Esad’ın bir süre dünyada rahatlatmasına karşın, Arap Baharı sürecinin başlangıcıyla beraber Suriye-Türkiye ilişkileri de yeniden bozulma sürecine girmiştir. Özellikle muhalif siyasal hareketlere karşı Suriye ordusunun uyguladığı şiddet, dünya kamuoyunda ve Türkiye’de büyük tepki görmeye başlamıştır. Suriye’de 2011 yılında başlayan gösterilerde şimdiye kadar 5000’in üzerinde sivilin öldüğü uluslararası basın kuruluşlarınca ifade edilmektedir. Bir reformist olarak Suriye’yi demokrasiye götürmesi beklenen Esad’ın giderek eli kanlı bir diktatöre dönüşmesi sonucu Türk tarafında oluşan hayal kırıklığını Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geçtiğimiz gün yaptığı basın açıklamasında “Biz Esad’dan Gorbaçov olmasını istedik, o ise Miloseviç oldu” diyerek ifade etmiştir.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti açık bir şekilde Suriye’deki rejimi değiştirmeye yönelik aktif çaba göstermektedir. Bunun somut göstergesi olarak 2011 Haziran ayından başlayarak Suriyeli muhalifler Türkiye’de toplantılar yapmaya başlamış, Hür Suriye Ordusu adlı silahlı muhalif örgütün lideri Riyad el-Esad Türkiye tarafından kabul edilerek korunmaya alınmıştır. Birkaç aydır yabancı basında sıklıkla Türkiye’nin Suriye’ye bir askeri müdahalede bulunması gerekliliğinden bahsedilmektedir. Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in meşru bir uluslararası müdahaleyi engellemesinin ardından Türkiye’nin izleyeceği politika merak edilmektedir. Küreselleşme nedeniyle insan hakları meselelerinin salt iç politika malzemesi olmaktan çıktığı bir yüzyılda Türkiye’nin Suriye’de artan katliamlara yönelik tavrı demokratik açıdan haklı ve doğru bulunmalıdır. Fakat Türkiye’nin kendi sosyal barışını bozmadan ve bölgedeki liderlik iddialarını gölgelemeden akan kanın durması adına Suriye halkına nasıl yardımcı olabileceği son derece zor bir sorudur. Burada maceracılığa kapılmadan son derece ihtiyatlı ve ölçülü hareket edilmeli, Türkiye’nin füze kalkanı projesi ile bir kez daha kesin olarak dâhil olduğunu gösterdiği Batı bloğunun yanında İran ve Rusya Federasyonu’nu da hesaba katarak planlamalar ve hamleler yapılmalıdır. Türkiye’nin bu alanda atacağı plansız ve ölçüsüz bir adım çok tehlikeli bir bölgesel savaşın fitilini ateşleyebilir. Bu nedenle Türkiye’de devlet aklına son yıllarda hiç ihtiyaç duyulmadığı ölçüde gerek vardır. Tam da böyle bir zamanda Türkiye’deki devlet kurumlarının birbirleriyle kavgalı görüntüsü ise akılları karıştırmakta ve Türkiye’nin elini zayıflatmaktadır.
Dr. Ozan ÖRMECİ