22 Haziran 1993 tarihinde gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde Avrupa Konseyi, adaylık için başvuruda bulunmuş ülkelerin, tam üye olmadan önce karşılaması gereken kriterleri belirlemiştir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve birlik müktesebatının benimsenmesi olarak üç başlıkta toplanmıştır.
Türkiye, 1999 Helsinki Zirvesi’nde aday ülke olarak ilan edildikten sonra, Avrupa Birliği Komisyonu tarafından Türkiye’nin yıllık ilerleme raporları hazırlanmaya başlamıştır. Bu raporlar, Türkiye’nin tam üyelik kriterlerinin sağlanması bakımından kaydettiği ilerlemeleri ve mevcut eksiklikleri değerlendirmektedir. Rapor bu niteliğiyle aynı zamanda siyasi iktidarların da yıllık faaliyetlerini özetleyebilmektedir.
Ekonomik kriz ile birlikte geleceği tartışılmaya başlanan Avrupa Birliği, Avro Birliği’ni ve dolayısıyla batmakta olan üye ülkeleri kurtarmak için yapısal reformları hayata geçirmektedir. Her krizden güçlü çıkmasını başarabilen Avrupa Birliği, yapısal reformlarla birliğini güçlendirerek, önümüzdeki yıllarda gücünü ve dolayısıyla önemini de arttıracaktır. 2001 ekonomik krizi sonrasında kendi yapısal reformlarını gerçekleştirebilen Türkiye ise, küresel ekonomik krize Avrupa Birliği’ne göre çok daha hazırlıklı yakalanmıştır. Nitekim ekonomisi 2009 yılında -% 4,8 küçülmesine rağmen, 2010 yılında % 9,2, 2011 yılında ise % 8,5 büyüme oranlarını yakalayarak, çıkışı sağlayabilmiştir. Bu değerlendirmeler ayrıntılı olarak 2012 İlerleme Raporu’nda da önümüze çıkmaktadır.
İlerleme Raporu’nda Türkiye Ekonomisi
İlerleme Raporu’nun ekonomik kriterler değerlendirmesinde, işleyen bir piyasa ekonomisinin mevcudiyetini ve birlik içinde rekabet baskısı ve piyasa güçleriyle baş edebilme kapasitesini gerektirdiğini belirten 1993 tarihli Kopenhag Zirvesi sonuçları temel alınmaktadır.
İç talebe dayalı yani tüketim odaklı bir büyüme sağlayan Türkiye ekonomisi, yüksek cari açık sebebiyle riskler taşımaktadır. Tüketim arttıkça ithalat artmakta ve bu da cari açığın daha da büyümesine yol açmaktadır. Hükümet, cari açığın azaltılması konusunda ihracat odaklı politikalara geçişi sağlama niyetindedir. Komisyon raporunda da hükümetin kararlılığına vurgu yapılmaktadır. Fakat 9 Ekim tarihinde hükümetin açıkladığı 2013-2015 dönemini kapsayan 3 yıllık “Orta Vadeli Plan”da cari açık için kısa vadede çözüm öngörülmediği ve yapısal reformların uzun döneme yayıldığı görülmektedir. Yani rapordaki söylemle, hükümetin politikaları arasında bir çelişki bulunmaktadır.
Komisyon, yapısal olarak krizlere görece dayanıklı hale gelen Türkiye ekonomisini, cari açığı kapatmak için kullandığı sermaye akımları konusunda da uyarmaktadır. Küresel ekonomik krizde sermaye akımlarının tersine dönebileceği ve ekonomide riskler doğurabileceği vurgulanmaktadır. Nitekim uzmanlar, küresel ekonomik krizin 3.evresinin gelişmekte olan ülkeler üzerinde başlayabileceğinin altını çizmektedir.
Cari açık için en doğru kaynak doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Türkiye ekonomisi ise ağırlıklı olarak portföy yatırımları olarak gelen ve kredi ya da borç şeklinde gelen kaynaklara bağlıdır. Sıcak para olarak adlandırılan bu kaynaklar büyük risk taşımaktadır çünkü sıcak para herhangi bir kriz durumunda hızlıca ülkeyi terk etmekte ve finansal sorunlara yol açabilmektedir. Hükümet ise büyümeden vazgeçemediği için cari açığı desteklemek adına özelleştirmeler yapmakta, bedelli askerlik, yabancılara gayrimenkul satışını kolaylaştıran yasalar çıkartmaktadır. Yani bir nevi günü kurtarma politikalarına başvurarak, seçim kaygılarıyla yapısal reformlara girişememektedir.
Yüksek enflasyon kaygıları ve Türkiye’nin hâlâ yüksek olan cari işlemler açığı dolayısıyla TL’nin artan küresel risklere karşı kırılganlığı genişleyici para politikası önünde engel teşkil eden unsurlardır. 2011 yılından bu yana Merkez Bankası faiz koridoru ve hedefe yönelik bir takım makro-ihtiyati tedbirler aracılığıyla oldukça karmaşık politikalar uygulamaktadır. İlerleme raporunda Merkez Bankası’nın politikaları başarılı olarak değerlendirilmektedir. Merkez Bankası Kanunu’nun bankanın bağımsızlığını tam olarak sağlayamadığı eleştirileri ise devam etmiştir. Nitekim Ekonomi Bakanı’nın son dönemde Merkez Bankası’nın politikalarına yönelttiği ağır eleştiriler, merkez bankasının siyasi baskı altına alınılmaya çalışmasının en son somut örneği olmuştur.
2012’nin ilk yarısında zayıflayan iç talep bütçe performansını olumsuz yönde etkilemiş, reel vergi gelirleri 2011 yılı seviyesinde kalmış ve toplam gelirlerin üçte ikisini oluşturan dolaylı vergiler ise tüketici ve ithalat talebindeki yavaşlama neticesinde gerilemiştir. Burada Türkiye’nin yapısal bozukluklarından birini değinmek durumundayız. 2011 yılı bütçe gelirlerinden vergi gelirlerini incelediğimiz zaman toplanan vergilerin, yüzde 67’sini dolaylı vergiler oluşturmaktadır. (Gelişmiş ekonomilerde dolaylı ve dolaysız vergiler arasındaki oran yarı yarıyadır.) Bu yapısal bozukluk, düşük gelirliden daha çok vergi alınmasına sebebiyet vermektedir çünkü gelir üzerinden değil harcama üzerinden bir vergi toplama yöntemi benimsenmektedir.
“Kamu Mali Yönetimi Kanunu”nun kabul edilmesinin ardından dört yıl geçmesine rağmen, özellikle bütçe sürecine ilişkin hesap verilebilirliğin, etkinliğin ve şeffaflığının artırılmasına yönelik tedbirlerin alınmaması bir diğer eleştiri konusudur. Kamu hesaplarının hâlâ düzenli olarak yayımlanmamasından ötürü, devletin vatandaşlara hesap verebilirliği sağlanamamaktadır. AKP hükümetinin “şeffaflık” gibi bir yönetim zihniyetinden çok uzak olduğu aşikârdır, nitekim ilerleme raporunda bu yönde hiçbir ilerlemenin kaydedilmediği vurgulanmaktadır.
Komisyon raporuna göre AKP hükümetinin siyasi alanda olduğu gibi ekonomik alanda da otoriter bir eğilime girdiği anlaşılmaktadır. Nihai kullanıcı fiyatlarının maliyet temelli yöntemle ilişkilendirildiği otomatik fiyat endeksleme mekanizmaları sadece doğalgaz ve elektrik sektörlerinde uygulanmasına rağmen, hükümet giderek artan bir şekilde, ulaşım sektörü de dâhil olmak üzere otomatik fiyat endeksleme mekanizmalarını askıya alarak fiyatlara müdahale etme ve fiyatları bağımsız olarak belirleme eğilimi taşımaktadır.
AKP hükümetinin özelleştirme çalışmaları da raporda önemli bir bölümü oluşturmaktadır. 2012 yılı içerisinde başlıca elektrik üretim tesislerinin, otoyolların, köprülerin ve bazı limanların özelleştirilmesi planlanmaktadır. Türk Hava Yolları, Türk Telekom, Petkim’in kalan payları ile devlete ait olan Halkbank ve Vakıfbank özelleştirilmesi gündemdedir. Fakat hükümetin bu planlarının, yatırımcıların uzun vadeli dış kaynak bulmadaki sıkıntıları yüzünden gerçekleşememesi olasıdır.
Türkiye-Avrupa Birliği ekonomik ilişkilerine baktığımızda ise 2010 yılında % 41,7 olan AB’nin Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı, 2011 yılında % 40,8’e gerilemiştir. 2010 ilâ 2011 yılları arasında, Türkiye’nin toplam ihracatı içinde AB’nin payı % 46 seviyesinde sabit kalırken Türkiye’nin toplam ithalatı içinde AB’nin payı % 42,6’dan % 41,7’ye gerilemiştir. 2012 yılının ilk yarısına ait veriler, AB’deki talebin zayıflaması nedeniyle söz konusu payların azalmaya devam edeceğini göstermektedir.
Değerlendirme ve Öneriler
Rapordaki ekonomik kriterler üzerindeki değerlendirmeler objektif bakış açısıyla hazırlanmış görünmektedir. Mali anlamda Türkiye Ekonomisi iyi özellikler göstermesine rağmen, cari açık ve enflasyonist baskılar ekonominin kırılganlığını göstermektedir. Ekonomide şeffaflık konusunda herhangi bir ilerlemenin olmaması ve AKP hükümetinin ekonomik alanda da otoriterleşmesi raporun ekonomik değerlendirmesinin başlıca eleştiri kaynaklarını oluşturmaktadır.
Türkiye’nin sağlıklı bir ekonomik yapıya kavuşabilmesi ve kırılganlığını azaltabilmesi için bazı reformları hızlıca gerçekleştirmesi gerekmektedir çünkü cari açığın sürdürülebilirliği her geçen gün zorlaşmaktadır. Aşağıda temel olarak bazı reform önerileri yer almaktadır. Bunlara tabi ki eklemeler de yapılabilir fakat şu an için en önemlileri bunlar gibi gözükmektedir:
1-) Türkiye’deki cari açığın en temel sebebi enerji ithalatıdır. Türkiye doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip olmadığı için bunları zorunlu olarak dış ülkelerden ithal etmektedir. Ciddi bir planlamayla alternatif enerji yöntemlerinin yaygınlaştırılması gerekmektedir.
2-) Üretimin ithalata dayalı yapısının yerli ürünlerle değiştirilmesi sağlanmalıdır. Nitekim ihracatta 100 dolarlık bir ürünün, 82 doları ithal edilen ara mallarla oluşturulmaktadır.
3-) Vergi sistemini, dolaylı vergilere dayalı olmaktan çıkarılmalıdır. Vergi adaletsizliği ortadan kaldırılmalıdır.
Bu yapısal değişiklikler cari açığı ciddi anlamda azaltabilecek ve risklere karşı daha güçlü bir ekonomik yapı sağlayacaktır. Tabi bu yapısal reformları gerçekleştirmek kolay değildir. Önümüzdeki dönemde gerçekleştirilecek seçimler, hükümetin mali disiplinden taviz vermesine ve reformların ertelenmesine yol açabilir. Ülke istikrarı ve güçlü bir ekonomik yapı için kararlı bir siyasi irade ortaya gösterilmelidir.
Barış TINAY