Çekya
2025 yılı Ekim ayında gerçekleştirilen Çekya genel seçimleri, yalnızca ulusal siyasal sistemin yeniden şekillenmesi açısından değil, Rusya özelinde Orta Avrupa’nın genel stratejik mimarisine yön verecek bir seçim olarak da okunmalıdır. Zira Avrupa Birliği’nin doğu hattında yer alan Prag yönetimi, uzun süredir güvenlik, ekonomi ve kimlik temelli eksenlerde bölünmüş bir siyasal toplum yapısına sahipti. Bu bağlamda, seçim, yalnızca partiler arasındaki rekabetin değil, Avrupa’nın geleceğine dair iki farklı tahayyülün çatışması niteliğini taşıyabilir. Bir yanda liberal-demokratik Avrupa kimliğini savunan, Brüksel ile uyum politikalarını merkeze alan blok; diğer yanda ise egemenlikçi-popülist reflekslerle ulusal çıkarların yeniden tanımlanmasını isteyen güçler yer almakta. Seçim sonuçları, bu ikili hattın birbirine karşı duyduğu derin güvensizliği bir kez daha açığa çıkarırken, gelecek açısından ise Çekya iç politikasını bir belirsizliğe doğru sürükleyebilir.
Andrej Babiš’in liderliğini üstlendiği ANO 2011 hareketi, beklenenin üzerinde bir oy oranıyla birinci gelmiş; ancak tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğa ulaşamamıştır. Bu tablo, Çekya’nın siyasal parçalanmışlığının derinleştiğini ve koalisyon aritmetiğinin önümüzdeki dönemde ülkenin dış politikasını doğrudan etkileyeceğini göstermektedir. Babiš’in seçim başarısının arkasında ekonomik istikrar, enerji güvenliği ve savaş yorgunluğuna karşı yükselen toplumsal duyarlılıklar belirleyici olmuştur. Özellikle Ukrayna Savaşı’nın getirdiği mali yük, halkın gündelik yaşamında somut bir “savaş yorgunluğu sendromu” yaratmış; bu durum ANO’nun “Çekya’yı koruyalım, önce Prag” şeklindeki içe dönük sloganlarını beslemiştir. Bu söylem, Brüksel merkezli dayanışma politikalarının toplumsal karşılığını yitirmeye başladığı bir döneme işaret etmektedir. Babiš’in yükselişi, son dönemlerde yükselişe geçen liberal normatif yapının çözülme sürecindeki bir sembol olarak değerlendirilebilir. Zira onun politik geçmişi, iş dünyasından siyasete geçen teknokratik bir figürden, zamanla Avrupalı değerlerin sorgulayıcısına dönüşen pragmatik bir lider portresi çizmektedir. Popülist olmaktan ziyade “politik oportünizmin” somutlaşmış hâli olan Babiš, her dönemin siyasal akıntısına uyum sağlayarak varlığını sürdürmüş; bu yönüyle Viktor Orbán’la benzerlik, Robert Fico’yla paralellik, Angela Merkel’le ise dikkat çekici bir pragmatizm ortaklığı taşımaktadır. Ancak bu pragmatizmin arkasındaki stratejik yönelim, artık Batı değerlerinin sorgulandığı, Rusya’nın etkisinin yeniden şekillendiği bir Orta Avrupa bağlamında okunmak zorundadır.
Andrej Babiš, post-komünist Avrupa’nın en karakteristik siyasal figürlerinden biridir. 1954 Bratislava doğumlu olan Babiš, kariyerine devlet kontrolündeki Chemapol yapısı içinde başlamış; Çekoslovakya’nın dağılmasından sonra hızla özelleşen ekonomi ortamında Agrofert adlı dev bir sanayi grubunun sahibi olarak yükselmiştir. Bu yönüyle de klasik anlamda bir siyasetçi değil, neoliberal dönüşümün doğrudan ürünü olan bir iş insanıdır. Ancak bu iş geçmişi, onun siyasete girdiğinde geliştirdiği söylemin temelini oluşturmuştur: “Devlet de bir şirkettir; verimsizlik, bürokrasinin bir sonucudur.” Bu pragmatik yaklaşım, seçmenlerin geniş bir kesimi nezdinde yolsuzluklara karşı teknik bir çözüm vaadi olarak algılanmıştır. Fakat aynı zamanda bu söylem, liberal demokrasinin kurumsal ruhunu tehdit eden teknokratik-popülist bir çizgiye dönüşmüştür.
Babiš’in politik formasyonu, ideolojik sadakatten çok, güç merkezlerine göre yön değiştirebilen bir rasyonaliteye dayanır. AB fonlarıyla büyüyen, ancak Brüksel bürokrasisine sert eleştiriler yönelten bir lider olarak, Avrupa siyasetinde “bağlantılı bağımsızlık” modelinin temsilcisi hâline gelmiştir. Bu model, Babiš’in hem Batı’nın ekonomik imkanlarını kullanmasına, hem de seçmen tabanında “anti-establishment” refleksleri canlı tutmasına olanak sağlamıştır. O, Avrupa’nın merkezinde ama değer sisteminin kıyısında duran bir liderdir. Ne tam anlamıyla Brüksel’in normatif çemberine dâhildir, ne de Moskova eksenine gönüllü bir katılımcıdır. Onun siyasal varlığı, Avrupa’nın giderek büyüyen gri alanını temsil eder: Batı kurumlarına bağlı ama kültürel olarak “ulus-devlet egemenliği”ne dönük bir nostaljiyi canlı tutan bir Çekya tahayyülü.
Ukrayna Savaşı’na dair söylemleri de bu ikili yapının tipik bir yansımasıdır. Babiš, kampanya sürecinde Kiev yönetimine yapılan mali yardımların Çek halkı üzerindeki ekonomik yükünü sık sık vurgulamış, “Ukrayna’ya yardım etmek, Çekya’yı yoksullaştırmamalı” diyerek savaşın maliyetini rasyonelleştiren bir pozisyon almıştır. Bu söylem, doğrudan bir Rusya yanlılığı taşımamakla birlikte, Moskova’nın en çok ihtiyaç duyduğu şey olan “Batı içi yorgunluk” duygusunu beslemiştir. Zira Babiš’in çizgisi, Rusya’nın askeri zaferini değil, Batı’nın siyasal dağınıklığını mümkün kılan söylemsel zemini güçlendirmiştir. Bu anlamda, onun Ukrayna politikası ne barışçıl bir idealizm, ne de reel bir dayanışmadır; bu, ulusal refahı önceleyen bir rasyonalite maskesi altında, Avrupalı dayanışmanın zayıflatılmasına yönelik sistemik bir katkıdır.
Babiš’in geçmişte Rusya’yla doğrudan bağ kurduğu iddialar ise, Çek istihbarat raporlarında açıkça ortaya konmamıştır; ancak onun ekonomik ağları ve diplomatik söylemleri, Moskova’nın Orta Avrupa’daki yumuşak güç stratejileriyle zaman zaman kesişmiştir. Prag’daki Rus yatırımlarına ilişkin daha temkinli ama tamamen dışlayıcı olmayan tutumu, onun “reelpolitik” karakterinin göstergesidir. Bu tutum, Çekya’nın NATO ve AB içindeki pozisyonunu formel olarak korurken, enerji ve ticaret alanlarında Rusya’ya kapı aralayabilecek bir esneklik alanı yaratmaktadır. Bu esneklik, Avrupa’nın enerji krizi ve savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde, Rusya’nın Batı ittifakını çevreleyen stratejilerinin bir parçasına dönüşme potansiyeline sahiptir.
Rusya açısından Çekya seçimlerinin sonucu, doğrudan bir zafer ya da kayıptan ziyade, Batı içi çatlakların derinleşmesi bakımından stratejik bir fırsat alanı olarak değerlendirilmiştir. Moskova’nın resmi söylemi, seçim sonuçlarına ilişkin doğrudan bir müdahil dil kullanmaktan kaçınmış; bunun yerine, Kremlin’e yakın medya organlarında yayımlanan analizlerde, “Çekya halkının artık Brüksel’in savaş politikalarından bıktığı” teması ön plana çıkarılmıştır. Bu söylem, Kremlin’in 2022’den bu yana sistematik biçimde işlediği bir retoriğin uzantısıdır: Batı’nın kendi içinde çözülmesi, dayanışmanın maliyetinin toplumsal düzeyde sorgulanması ve sonuç olarak Rusya’nın jeopolitik izolasyonunun fiilen kırılması. Çekya seçimleri, bu stratejinin Orta Avrupa hattında ilk kez anlamlı bir siyasi karşılık bulduğu örneklerden biri olmuştur.
Babiš’in zaferi, Moskova için ne doğrudan bir “müttefik kazanımı”, ne de yeni bir diplomatik kanalın açılması anlamına gelir; asıl değer, Batı blokunun monolitik bir yapı olmadığının bir kez daha kanıtlanmasındadır. Rusya, Prag yönetimiyle ilişkilerinde geçmişte yaşanan krizleri (örneğin 2014 Vrbětice vakası ve 2021’deki diplomat krizleri) unutmamış olsa da, yeni dönemde Çekya’nın iç politikasındaki pragmatist eğilimleri fırsat penceresi olarak okumaktadır. Özellikle enerji politikaları, Rusya’nın Orta Avrupa’daki nüfuzunu yeniden yapılandırabileceği bir kanal olarak görülmektedir. Çekya’nın Almanya üzerinden yürüttüğü TAL boru hattı stratejisi, Rus gazına bağımlılığı azaltmayı hedeflese de, ekonomik gerçekler ve sanayi bağımlılıkları göz önüne alındığında bu hedefin kısa vadede sürdürülebilirliği belirsizdir. Moskova’nın enerji kartını, sadece ticari değil, psikolojik bir baskı aracı olarak da kullanabildiği bilindiğinden, Babiš yönetimindeki Çekya’nın bu baskılara karşı ne kadar dirençli olacağı sorusu, Avrupa siyasetinin yeni sınavlarından biri hâline gelmiştir.
Bu noktada, Rusya’nın Çekya seçimlerine dair en kritik kazanımı, siyasi yorgunluk ve stratejik ambivalansın kurumsallaşmasıdır. Prag yönetimi artık Ukrayna’ya açık ve koşulsuz destek veren ülkeler kategorisinde değildir; bu durum, Avrupa’nın kolektif eylem kapasitesini zayıflatan zincirleme bir etki yaratmaktadır. Her ne kadar Babiš, NATO üyeliği ve Avrupa güvenliği konusunda “taahhütlerin sürdürüleceğini” ifade etmiş olsa da, bu söylemin altı, iç politik kaygılarla doludur. Rusya tam da bu tür gri alanlarda etkili olur: doğrudan dostluk ilişkileriyle değil, belirsizliğin diplomatik değere dönüştüğü ara bölgelerde. Bu nedenle Çekya seçimleri, Moskova için kazanılmış bir cephe değil, açılmış bir gedik niteliğindedir. Ve Avrupa’daki her yeni “gedik”, Rusya’nın uluslararası izolasyonunu bir nebze daha delik deşik eder.
Rusya’nın Resmî Tepkileri ve Uzman Analizleri
Kremlin kaynaklı resmi ağızlar, Çekya seçim sonuçlarına dair beklendiği üzere doğrudan müdahil bir söylem üretmekten kaçınmıştır. Rus devlet medyası ile dış iletişim organları, Babiš’in zaferini “Avro-Atlantik aygıtların dayatmacılığından halk tepkisi” biçiminde kodlamış; bu, Moskova’nın jeopolitik naratif stratejisine uygun şekilde, Batı kurumlarının meşruiyetini sorgulayan bir perspektiften ele alınmıştır. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov gibi devlet içindeki bazı önemli figürler, sonuçlara yönelik uzman analizlerine atıf yaparak “Avrupa içindeki gerilimlerin daha görünür hâle gelmesi” vurgusunu kullanmaktadır.
Duma düzeyinde uluslararası ilişkiler komitelerinden bazı milletvekilleri, özellikle Batı’ya yönelik eleştirel bir tonla Babiš’in çıkışını önemsemiş; “Avro-Atlantik hegemonyaya karşı demokratik halk refleksi” gibi retorikler öne çıkarılmıştır. Bu yaklaşım, Moskova’ya doğrudan bir dostluk yükümlülüğü yaratmaktan ziyade, diplomatik manevra kabiliyeti bırakmayı hedefleyen stratejik bir mesafe koruma gibidir.
Rus Dışişleri diplomatik kanadından gelen ifadelerde ise Çekya ile ekonomik ve kültürel iş birliği kapılarının “yeni yönetimle gözden geçirilebileceği” sinyali verilmiş, “yeniden normalleşme” çağrıları örtülü bir şekilde kullanılmıştır. Bu çağrıların tonu, Moskova’nın pragmatik alan kullanımına dair alışılmış çizgisini koruduğunu gösterir — dostluk anlamı arz etmeyebilir, fakat ilişkilerin tamamen kapanmasını da istemeyen bir diplomasi tarzı olarak okunmalıdır.
Rusya içindeki siyaset analistlerinin yorumları, Çek seçimlerine ilişkin Moskova perspektifini açığa çıkaracak içsel sinyaller taşır. Bazı Rus düşünce kuruluşları, Babiš zaferini “Batı blokunun dayanışmasında çatlakların belirmesinin tezahürü” olarak yorumlamaktadır. Bu yorumlarda, Moskova’nın doğrudan pragmatik kazanımdan çok, Avrupa siyasetinde “yarı-kurumsal belirsizlik” üretme olanağına vurgu yapılmaktadır. Rus uzmanlar, Çekya’da oluşan yeni yönetimin Batı’daki ittifak dinamiklerini bozabileceğini, Brüksel ile ilişkilerde hassas manevralara yönelebileceğini öne sürmektedir.
Bununla birlikte, bazı Rus strateji yorumcuları daha temkinli yaklaşmaktadır. Onlara göre, Babiš’in söylemleri ile fiili icraatları arasında büyük gerilim olasılığı mevcuttur; pragmatik söylemlerle başlayan süreç, ideolojik sınırlarla karşılaşabilir. Dolayısıyla, Moskova’nın hesapları, Çekya yönetiminin gerçek kararlılık düzeyi üzerinden şekillenecektir. Rus analizlerde sıkça dile getirilen başka bir tema, Orta Avrupa’da “siyasal boşlukların doldurulmasıdır”: Çekya, Macaristan ve Slovakya hattının Rusya açısından yeniden dizaynı için potansiyel bir stratejik kuşak olarak ele alınmaktadır.
Bazı Rus akademik yorumlar, Moskova’nın sadece devlet kaynaklı söylemle değil, jeopolitik enformasyon operasyonları ile de etkisini genişletmeyi sürdüreceğini ileri sürüyor. Bu analizlerde, Rusya’nın Çekya içindeki bilgi alanına yönelik uzun vadeli yatırım stratejisi — medyatik girişimler, yerelleştirilmiş propaganda ve etkili fikir akımları destekleme — Moskova’nın dış politikasının ayırt edici bileşeni olarak vurgulanmaktadır.
Sonuç Yerine
Çekya seçimleri, Avrupa’nın doğusunda şekillenen yeni siyasal topografyanın bir yansıması olarak okunabilir. Bu süreçte seçmen davranışı, klasik ekonomik ya da ideolojik parametrelerin ötesine geçmiş, güvenlik algısı, kimlik çatışması ve savaş sonrası toplumsal yorgunluk gibi faktörler siyasal tercihleri belirleyici hâle getirmiştir. Andrej Babiš’in kazandığı bu seçim, liberal Avrupa tahayyülünün istikrarsızlaşan zemininde yükselen bir pragmatizmin ifadesidir. Bu pragmatizm, Batı normatif düzeninin sürdürülebilirliği konusundaki şüpheleri beslerken, Rusya’nın uzun süredir hedeflediği “Batı içi ayrışma” stratejisine dolaylı bir meşruiyet kazandırmaktadır.
Moskova için Çekya artık bir diplomatik hedef değil, yavaş genişleyen bir stratejik alandır. Bu alanın değeri doğrudan ittifak ilişkilerinden değil, Avrupa içindeki koordinatların bulanıklaşmasından doğmaktadır. Kremlin açısından her pragmatik lider, ideolojik karşıtlarından daha faydalıdır; çünkü ideolojiden arınmış siyaset, nüfuz operasyonlarının en uygun zeminini oluşturur. Çekya’nın yeni yönetimi, Rusya’nın bu stratejik okumasında “boşluk üreten devlet” kategorisinde konumlanmaktadır: Avrupa bütünleşmesine tam bağlı kalmayan, fakat Batı sisteminden kopmayı da göze almayan ülkeler bloku. Bu ülkeler, Moskova’nın jeopolitik satrancında sabit taşlardan ziyade oynatılabilir piyonlardır.
Orta Avrupa, Soğuk Savaş sonrası düzenin ideolojik reflekslerini kaybetmekte; bu kayıp hem Brüksel’in normatif otoritesini, hem de NATO’nun stratejik birlik duygusunu aşındırmaktadır. Rusya, bu aşınmayı hızlandırmak için doğrudan müdahaleden çok belirsizlik yönetimi stratejisini tercih etmektedir. Prag’ın yeni dönemde izleyeceği dış politika çizgisi, yalnızca Çekya’nın yönelimini değil, Avrupa’nın gelecekteki dayanıklılık kapasitesini de belirleyecektir.
Bu bağlamda 2025 Çekya seçimleri, bir ulusal dönüşümün değil, Avrupa sisteminin kırılgan sürekliliğinin sembolüdür. Her ne kadar Babiš, ülkesinin Batı kurumlarıyla ilişkilerini koruyacağını beyan etse de, siyasal yönelimin rasyonel merkezinde artık farklı bir denklem vardır: güvenliğin maliyeti, dayanışmanın sınırları ve jeopolitik yorgunluk. Bu üçlü denklemin ağırlığı altında Avrupa’nın doğusu, Rusya için yeniden açılan bir laboratuara dönüşebilir — sessiz, ölçülü, fakat etkili bir diplomatik nüfuz laboratuarına.
Sadık ARPACI
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı
Tel: +90 545 932 36 77
Email: by.sadik@hotmail.com
























































