TARIK ZAFER TUNAYA’DAN “TÜRKİYE’NİN SİYASİ HAYATINDA BATILILAŞMA HAREKETLERİ”

upa-admin 02 Şubat 2013 7.550 Okunma 0
TARIK ZAFER TUNAYA’DAN “TÜRKİYE’NİN SİYASİ HAYATINDA BATILILAŞMA HAREKETLERİ”

Tarık Zafer Tunaya kimdir?

16 Ocak 1916 tarihinde İstanbul’da doğan Tarık Zafer Tunaya, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1940 yılında mezun oldu. 27 Mayıs 1960 Askeri Hareketi’nin meşruiyetini yitirmiş bir iktidara karşı haklılığını belirten 28 Mayıs 1960 tarihli raporu imzalayan yedi kişilik bilim heyetinde ve İstanbul Üniversitesi’nce kurulan Anayasa Hazırlık Komisyonu’nda görev aldı.  1968 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığına seçilen Tarık Zafer Tunaya, 29 Ocak 1991’de hayata veda etti. Amme Hukukumuz Bakımından İkinci Meşrutiyet’in Fikir Cereyanları, Türkiye’de Siyasal Partiler,1859-1952, Hürriyetin İlanı, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Medeniyetin Bekleme Odasında ve Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938) önemli eserleri arasında yer almaktadır.

Kitap Özeti ve Analizi

Tarık Zafer Tunaya’ya göre Osmanlı İmparatorluğu geniş ülkesi içinde ve evrensel biçimi altında değişik kitleleri ve milletleri barındırmış bir devletti. Bu devletin kurucu ve egemen unsuru olan Türkler bugün dini temellere ve teşkilata dayanan bir siyasi biçimi bırakarak, sosyal ve siyasi bakımlardan Batı örneğinde kurulmuş, Batı demokrasi düzenine dâhil yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularıdır. Tunaya, varılmış olan merhalenin uzun bir gelişmenin ürünü olduğunu söylemektedir. Gelişme kesintili safhalarla meydana geldiği için, mesela İngiltere örneğinde yapılamadığı gibi, eski ile yeninin çarpışması şiddetli olmuştur. İnkılapçı ve ıslahatçı çevreler ne kadar İslamcı olsalar da Batı medeniyetinin üstünlüğünü kabul etmişler ve Batılı fikirlerle bir telif yoluna gidilebileceğine samimiyetle inanmışlardır. Muhafazakâr çevreler ise, ıslahatı çeşitli nedenlerle engellemeyi amaçlamış ve tezlerini her zaman Şeriat’a bağladıklarını iddia ederek, bu iddialarını ispat için donmuş medrese dogmatizmini yardıma çağırmışlardır.

Yazarın Bernard Lewis’ten yaptığı alıntıya göre Osmanlı Devleti egemenliğin kaynağı açısından despotik olmayan mutlak bir imparatorluktur. Esas karakteri teokratik olan bu devlet benzerleriyle mukayese edildiğinde daha demokratik özelliklere hatta bazı üstünlüklere sahipti. Fakat durma ve gerileme olarak adlandırılan dönemlerde söz konusu özellikler kaybolarak despotik bir mutlakıyet idaresi kurulmuştur.

Devletin başı olan ve dini yetkilere de sahip olan halife-padişaha yardımcı olmak için bir teşkilata ve personele ihtiyaç duyulmaktaydı. Bunlar devlet idaresinin Şeriat’a uygunluğunu ve bilhassa adaletin yerine getirilmesini sağlayacaktı, bu bilgiyle yani ilimle mücehhez olacaktı. Bu sınıf devletin merkez ve mahalli teşkilatına tamamen egemen olan İlmiye sınıfı veya Ulema’ydı. Devletin askerle beraber iki temelinden birisi olarak görülen bu sınıf askerin siyasete karışmaması prensibinden dolayı siyaset sahnesinde kalıp, Padişahın desteğiyle birlikte İmparatorluğu idare etmesi gerekliliği İslamcı cephe tarafından daima savunulmuştur. İlmiye sınıfının yanında Seyfiye sınıfı olarak adlandırılan ordu yer almaktadır. Yeniçeriliğin kaldırıldığı 1826 yılına kadar süregelen bu durum esnasında bu iki kuvvetin bilhassa İlmiye’nin onayı olmadan hiçbir hareket gerçekleştirilememiştir.

Tunaya’ya göre Batılılaşmak, çağdaş bir toplum ve hürriyetçi esaslara dayanan bir devlet kurmak üzere girişilmiş teşebbüsler ve uygulamalardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaşma eğilimleri ve hareketlerinin başlangıcı 18. yüzyıla kadar gitmektedir. Osmanlılar özellikle Türkler iki asra yakındır çağdaş bir toplum veya devlet olmayı arzulamaktaydılar. Batılılaşmak, Doğulu kitlelerin içinde bulundukları geri ve aşağı hayat şartlarından kurtulmaları demekti. Bunun için öncelikle Batı’nın üstünlüğünü benimseme ve itirafı şarttı. Tunaya, Durma devrine kadar Osmanlının Batı’ya ihtiyacı olmadığını, Batı’ya kıyasla daha fazla birlik, hürriyet ve refaha ve de yüksek medeniyet seviyesine sahip bir imparatorluk olduğunu savunmaktadır.

Yazar, İmparatorluk içinde Batılılaşma hareketlerini üçe ayırmaktadır. Bunlar; kısmi müessese ıslahları, aydın despotluk devresi ve modern devlet fikrini gerçekleştirme safhalarıdır. İlk dönem 1718-1826 arasındaki dönem olup, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar hiçbir köklü ıslahatın yapılamayacağını ispat edici bir karakterdedir. Bu devrin özellikleri arasında gayet heyecanlı bir Batı’yı tanıma isteğine karşın Batı üstünlüğünün kabul edilememesi zikredilebilir. 1718-1730 arasındaki Lale Devri ve Nizam-ı Cedid ( 1789-1807) bu devrin önemli hareketleridir. Lale Devri’nde Paris’e elçi gönderilmesi, matbaa kurulması ve geniş tercüme çalışmalarına girişilmiş olmasına rağmen irtica, Patrona Halil Ayaklanması (1730-1731) ile Batı’yı tanıma gidişine ilk barikatı kurmuştur. Ulema ve Yeniçeriler tarafından bastırılan bu ayaklanma küfr sayılmış ancak Batı’yı inceleme hareketini engelleyememiştir.

Yazara göre Batılılarla olan savaşlarında yenilgiyle karşılaşan Osmanlılar Batı’nın teknik üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bu durumda ilk iş yenilen kuvveti, orduyu ve dolayısıyla askeri kurumları ıslah etmek, Batılılaştırmak girişimi olmuştur. Askeri reform girişimleri, ilmi ve sosyal yenilik, yenilikleri de beraberinde getirmekteydi. Bir toplumu meydana getiren unsurlar ve kurumlar birbirine bağlıydı ve nasıl birinin gerilemesi ötekilere yansımışsa, birinin ıslahı da ötekilerin hepsinin ıslahını gerektirmekteydi. Burada Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) devresi önemlidir. 3. Selim tarafından başlatılan bu dönem gerçek anlamda mevcut rejimin yerine yenisini koymayı amaçlamakta ve Yeniçeriliği kaldırmak, Ulema sınıfının nüfuzunu kırmak ve de Avrupalılaşmak hususlarını kapsamaktaydı. 3.Selim’in reform programında hemen tüm Osmanlı reform hareketinin temelini oluşturmuş bir yöntem görülmektedir ki bu eskinin yanında yeniyi kurmaktır. Birbirini inkâr eden iki tip müessesenin, kültür seviyesi düşük ve hurafelere bağlı bir toplum içinde birarada yaşatılmak istenmesi reform hareketlerinin çoğunun ölü doğmasına neden olmuştur.

2. Mahmud’un saltanatın başlangıç döneminde Islahat taraftarı Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, önce Ulema ile çarpışmıştır. 1808 yılında Osmanlı “Magna Carta”sı olarak isimlendirilen Sened-i İttifak yapılmıştır. Sadrazam, yeniliklerin şer’i şerife uydurulması yöntemi taraftarıydı. İkinci Mahmud devrine kadar reform girişimlerini Saray ele alıyor, ancak bu hareketler Ulema ve Yeniçeri Ocağı’nın birleşmesiyle akim kalıyordu. 25 Mayıs 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesiyle müesseseler arasında birbirini inkâr eden, klasik Osmanlı düalizmini ilk olarak ve askeri alanda kaldırılmaya teşebbüs edilmiş ve de Batılılaşmanın ilk adımı böylece atılmıştır. Tunaya’ya göre Türkler yakın tarihinde ilk olarak askeri alan bir zıtlıktan kurtulmuştur. Bu suretle ordu 1826’dan beri her zaman ıslahata en fazla açık ve eğilimli, yeniliklerin en önce girdiği bir kurum olmuştur.

Yazara göre bu padişah döneminde yapılan ıslahatlar yukarıdan aşağıya bir gidiş takip etmiştir. Bu hareketler, geleneklerle savaşmaktan kaçmayan, mutlak otoritesine muayyen bir dozda rasyonalizm katan bir hükümdar tarafından gerçekleştirildiği için sistem “aydın despotluk” münevver istibdat özelliğine sahip sayılabilir. Bu yenilikler Anayasa garantisine sahip olmamışlardır. Teokrasi yine devlet yapısına egemendir. İlmiye sınıfının öğretim, adalet ve eğitim işleri üzerindeki nüfuzu olduğu gibi sürmüştür. Mutlak bir hükümdar olarak kendi iktidarını bizzat sınırlandırması, hurafelere dayanan siyasi geleneklerle cepheden savaşması modern bir topluma ve onun devlet şekline giden yolu açmıştır.

Tunaya, Tanzimat Dönemi’ni ıslahat silsilesini sürdüren onları sonraki aynı çeşit hareketlere bağlayan bir zincir halkası olarak değerlendirmektedir. 3 Kasım 1839’da Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu yeni bir siyasi örgütlenmenin gerekliliğini de vurgulayarak Batı’nın üstünlüğünü resmen tanımıştır. Kısmen inkılapçı bir rönesansı temel alan bu belge kendisinden önceki belgelerin hepsinden daha fazla Batılıdır. Bu durum, gittikçe ağırlaşan bir problem haline gelen Osmanlı İmparatorluğu sorununu artan yabancı müdahalenin baskısı altında aydın bir kadronun çözmeye çalışması demektir.

Tanzimat’ın en önemli özelliği devletin gayesini de, kurumları gibi, açıkça ikileştirmiş olmasıdır. Tunaya, burada esas meselenin Batılılaşmanın şart olması ve bunun İslamcı ve Osmanlıcı kadrolar içinde yapılmak zorunda olduğunu vurgulamaktadır. Batı, Osmanlı İmparatorluğu’nu Batılılaşmaya mecbur bırakacaktır. 1856 Islahat Fermanı daimi problem olan Müslüman-Hıristiyan tebaanın eşitliğini temel almıştır. Batı, tüm ıslahat hareketlerinin lüzumunu, gerçekleşmesini ve başarısını mevzubahis prensiplere dayandırmıştır. Fakat Tanzimat’ın açıkça ortaya koyduğu gibi, bizatihi Osmanlı Devleti’nin yapısı ve Batılı devletlerin çıkar kavgaları fermanın yürütülmesini imkânsızlaştırmıştır. Yazar, bu dönemde hem iç baskılar hem de dış baskıların olduğunu ve Tanzimat reformcularının bu şartlarda hareket etmek zorunda olduklarını vurgulamaktadır.

23 Aralık 1876 günü yeni bir ıslahat hareketini ortaya koymak için Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Tunaya’ya göre aynı yılda ilan edilen Osmanlı tarihinin ilk anayasası olan Kanun-i Esasisi tam manasıyla bir telifçiliğin eseriydi. Osmanlı idareci sınıfı içindeki muhafazakârlar; padişahın yetkilerinin azaltılmasına ve sınırlandırılmasına taraftarken, ıslahatçılar, doğrudan doğruya padişahın karşısında seçimle kurulmuş bir organın bulunmasını arzuluyorlardı. 1876 sisteminin kurduğu anayasa müesseseleri o şekilde tertiplenmiştir ki seçimle kurulmuş Meclis-i Mebusan’ın yetkileri, doğrudan doğruya padişah tarafından oluşturulan organlar tarafından durdurulabiliyordu. 19 Mart 1877’de toplanan Meclis, 14 Mart 1878’de 2. Abdülhamid tarafından olağanüstü haller ve halkın ehliyetsizliği gibi nedenlerle tehir edilmiştir. Bu tehir 31,5 yıl sürmüştür. 2. Abdülhamid’in İstibdat dönemine karşı isyan edenler İkinci Jön Türk hareketinin üyeleri olmuşlardır. Bundan böyle Batılılaşmanın adı Meşrutiyetin yeniden ilanı olacaktır.

Yazara göre 24 Temmuz 1908’de 2. Abdülhamid tarafından yeniden yürürlüğe konan Kanun-i Esasi ile başlayan İkinci Meşrutiyet döneminin diğer bir adı da Hürriyetin İlanı’dır. İlk önce siyasi ıslahatta karar kılınarak parlamenter sistem tesis edilmiştir. İktidarı ele geçiren İttihad ve Terakki devlet teşkilatını ve politik yaşamını tamamen kontrolü altına almıştır. Bu parti özellikle 1911’deki kongresinden sonra Osmanlıcılık prensibini geri planda bırakarak milliyetçi-İslamcı bir doktrin ve hareket programına sahip olmuştur. İmparatorluğun son sekiz yılında Batılılaşma bir iktidar partisi programı haline gelmiştir. Parti programındaki milliyetçilik ilkesi Batılılaşmak hatta laikleşmekle aynı manada sayılmıştır. Parti, kültür ve ekonomi alanlarında milliyetçilik-Garpçılık prensibini bilhassa uygulamaya çalışmıştır.

Yazara göre nakilcilik, eskinin tekrarı ve tasnifi İslam skolastiğinin ifadesi olmuştur. Osmanlı ferdinin ve toplumunun düşüncesi dini-siyasi bir vesayet altındaydı. 18. yüzyıldan itibaren İmparatorluğunu maruz kaldığı sarsıntıları karşılamak üzere devlet teşkilatında hiçbir değişiklik yapılmamış, gelenekçi yürüyüş devam etmiştir. Bozuk düzen 19. yüzyılın ilk yarısına kadar sürmüştür. Batı’nın bu devre içinde vardığı siyasi ve anayasa alanına dair gelişmeler bellidir. Medresenin mistik zihniyetiyle yeni dünyanın meseleleri çözülemezdi. Yeni bir dünya görüşüne gereksinim olduğunu savunan yazara göre ancak bu görüşle Batılılaşmanın sorunu halledilebilecekti. Tunaya, Osmanlı fikir adamlarının imparatorluğun süratli gerileyişi karşısında bu devlet nasıl kurtarılabilir sorusunu sorduğunu, Nizam-ı Cedid ise ricalinin Batı’nın askeri üstünlüğünü, teknik ilerlemelerini benimsediğine işaret etmektedir. Bu fikri davranış, İmparatorluğun otarşik siyasetinden verilmiş ilk tavizdir. 2.Mahmud döneminde Batılılaşmanın bir ölüm kalım meselesi olduğu benimsenmiştir.

Tunaya, Osmanlı tarihçilerinin Avusturya’da İkinci Jozef, Rusya’da Katerina ve Prusya’da Frederik’in idarelerini incelediklerini belirterek burada asıl önemli konunun bu imparatorların da köklü değişimleri “tebaalarına sormadan, onları refahı, milliyetlerinin haysiyeti ve insanlığın şerefi namına” yaptıklarını vurgulamaktadır. Tanzimat Fermanı ise ferdi, hükümdar karşısında taraf olarak kabul etmiştir. Fertlere tanınan haklar doğal hukuk doktriniyle açıklanamazsa da böyle bir eğilim Osmanlı Devleti’nin Aydınlanma felsefesine katılması demekti. Tanzimat’la beraber Osmanlı siyasi felsefesine müessese kavramının girişi gerçek bir yenilikti. Duverger’in tanımına göre müessese, hükümdarların iradeleri dışında tarihin, teamüllerin vücuda getirdikleri “fikir ve hareketlerin bütünü” idi. Yazar, bu dönemde Tanzimatçıların çeşitli dış baskılar altında devlet sisteminde değişiklikler yapmaya mecbur bırakılan bir iktidardan yalnızca kendi kendini sınırlama beklenmesi doğrultusunda hareket ettiğini vurgulamıştır. Meşrutiyetin, demokratik bir uygulama olarak halka dayanması gerekir, oysa ki Tanzimatçılar halkı ne kendileriyle beraber ne de kendilerine karşı bulmuşlardır.

Türk Karbonarileri olarak nitelendirilen Jön Türkler veya Yeni Osmanlılar’a göre Osmanlı Devleti’nin dış siyaseti, acz ve meskenete dayanmaktadır, bağımsız bir siyaset güdülmesi gerekir ve Osmanlı saltanatı mutlak hüviyetinden kurtarılarak meşruti bir yapıya kavuşturulmalıdır. Genç Osmanlılar’a göre Batı üstündü ve Batılılaşmak zaruriydi. Batının bütün halinde alınması bir tehlike oluştururdu. Bundan dolayı bir Osmanlı-Batı karışımına ulaşılmalıydı. Vatanseverlik idealine sahiptiler. İkinci Jön Türk hareketinin birincisine kıyasla daha kuvvetli olduğunu düşünen yazar bu hareketin Jön Türk terimini Osmanlı İmparatorluğu’nda modern ihtiyaçlara göre değişiklik yapmak isteyen ihtilalciler olarak tarif ettiğini belirtmektedir.

Jön Türklerden, Ahmed Rıza bey önderliğindeki Terakki ve İttihad Cemiyeti merkeziyetçiliği ve Meşrutiyet’i savunurken, Prens Sabahaddin bey liderliğindeki Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti ise federatif bir devlet kurulmasını savunmaktaydılar. İmparatorluğun kaderiyle ilgili olan bir başka düşünce ise Yusuf Akçura tarafından ortaya atılan Üç Tarz-ı Siyaset’tir. Akçura’ya göre bir Osmanlı milleti kurmak imkânsızdı. Ali Kemal ise Osmanlı’yı üçe ayırmanın zararlarından söz etmekteydi. İkinci Meşrutiyetle beraber Jön Türklerin Batı tesiri altında geliştirdikleri fikirlere memleket içinde geliştirilmiş reform görüşleri de katılınca Garpçılık, İslamcılık, Türkçülük, İlmi İçtima ve Sosyalizm cereyanları ortaya çıkmıştır. Bu cereyanlardan her birisi bu devlet nasıl kurtarılabilir sorusuna en iyi cevabı verebileceklerini iddia ederek en mühim mesele olan Batılılaşma problemiyle de geniş surette ilgilenmişlerdir.

Garpçılara göre Batı, Asya’ya kıyasla çok muazzam iktisadi ve sosyal ileriliklere sahiptir. Batı’yı bir medeniyet olarak kabul eden Garpçılara göre Batı medeniyeti, fert veyahut toplum halinde yaşamak için en refahlı, en sağlam, en heyecanlı vasıtaları bulmak, bugün ve yarın hayattan maddi ve manevi en büyük faydayı çıkarabilmektir. İçtihat dergisinde bu yöndeki düşüncelerini anlatan Garpçılara göre Batı’ya gitmek mecburidir. Fakat Batılılaşmak şuursuz bir taklit değildir. Garpçıların esas amacı Batı’nın ekonomik ve sosyal hayatını almak, bunun yanında Osmanlı toplumunu ilim ve teknik bakımlardan teçhiz etmektir.

Tunaya’ya göre Batı’nın zalim, istismarcı, bencil, kindar ve ahlak ve de maneviyat yönünden zayıf olduğunu düşünen İslamcılar, sadece teknik bakımdan üstün olduğunu ve ekonomik, maddi alandaki kalkınmalar için olsa olsa ihtiyaç duyulan metot ve malzemeyi Batı’dan almak mümkün ve şarttır tezini savunmaktadırlar. Batı’nın ahlaki buhranından korunmak gerektiğini savunan İslamcılara göre Batı’dan alınacak hususlar memleketin kendi gelişme kanunlarına ve gerçek gereksinimlerine göre yapılmalıdır.

Tunaya, Türk Yurdu, Yeni Mecmua gibi yayın organları aracılığıyla etkili olan Türkçülük akımının ana gayesinin Türklerin bir millet haline gelmesi olduğunu belirtmektedir. Bu akıma göre belirtilen amaca varmak için Türkler milli bir vicdana sahip kılınacak, milliyetlerini idrak edeceklerdir. Milli varlıklarının, şahsiyetlerinin bilincinde olacaklardır. Türkçüler, millileşmenin Batılılaşmak, diğer milletler seviyesine çıkmak olduğunu tezini savunmuşlardır. Onlara göre idealsiz bir milletin cesetten farkı yoktur. Bu düşüncenin Müdafaa-i Hukuk hareketinin kaynağı olduğu söyleyen yazara göre, burada ön plana çıkan husus, ferdi hürriyet yerine istiklal düşüncesi, ferdi şahsiyet yerine milletin korunmasıdır.

Batılılaşmanın milli gelişmelere aykırı olmadığını düşünen Türkçüler, Türklerin öncelikle yüksek bir millet vücuda getirme kabiliyetine sonra da Batı camiası içinde seçkin bir yere yükselme yeteneğine sahip olduklarına inanmışlardır. Bu inanç, yeni Türkiye’nin kurucularına bütün Müdafaa-i Hukuk hareketini aşılamıştır. Prens Sabahattin’in önderliğinde gelişen Meslekçi akım, tecemmüi ve infiradi topluluk ayrımı yapmıştır. İlkinin her şeyi devletten bekleyen bir topluluk türü olduğunu belirten bu akıma göre infiradi topluluğun temeli şahsi teşebbüslerdir. Onlara göre infiradi topluluk Batı’dır. Batılılaşmak, mümkün olduğunca tecemmüilikten kurtulmak, infiradi bir toplum olmaktır. Türkiye’nin ilk grupta olduğu savunan bu akım, Türkiye infiradileşmedikçe her şey aynı kalacaktır.

Osmanlı sosyalistleri ise Batılılaşma meselesini sosyalizmin gerçekleşmesine bağlayarak siyasi ve sosyal devrelerden oluşan bir program önermişlerdir. İkinci Meşrutiyetin fikir akımları Tunaya’ya göre Batılılaşmak problemi bakımından telifçi, muhafazakâr kalmaya mecbur olmuşlardır. Bu dönemdeki siyasi akımların Osmanlı İmparatorluğu’nu, İslamlığı ve Türklüğü uzlaştırmak zorunda olmalarına rağmen bu imkânsızdı. İkinci Meşrutiyetin fikir akımları ortaya çıkan Doğu-Batı çarpışmasını çözememişlerdir.

Tunaya, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti, Sevres Antlaşması’nın imzalanmasıyla ölüme mahkûm edildiğini belirtmektedir. Bu şartlarda Türkler için milli bir devlet kurmaktan başka gerçekçi bir çare yoktu. Bu devlet bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’dir. Yazara göre cumhuriyetin temellerini 1.TBMM Hükümeti döneminde aranmalıdır. Çünkü 1920 yılında başlayan bu devre bir geçiş safhasıdır. Meclisin Doğu ile Batı arasında yaşanan eski ile yeni çatışmasını çözmeye çalıştığını söyleyen yazar, o zaman için Türklerin önünde Batı ve Doğu modellerinin olduğunu vurgulamaktadır. Fakat Türkler, milli bir devletin kurulması taraftarıydılar. Batı onların gözünde Türkiye’nin varlığından rahatsızlık duyan, Türklerin böyle bir hakkı olmadığını düşünen ve de emperyalist amaçları olan bir gruptu. Sovyet Rusya tarafından temsil edilen Doğu ise Batı’nın aksine milliyetçileri desteklemekteydi.

Yazara göre TBMM, bağımsız bir Türkiye’nin kurulmasını arzulamaktaydı. Yeni devlet Batı demokrasisi örneğinde vücuda getirilmek istenmekte, Batı camiasına katılmak amaçlanmaktaydı. Mecliste bulunan yeni bir devletin kurulması isteyenler inkılapçı, imparatorluğun devamını isteyenler muhafazakâr grubu oluşturmaktaydı. Her iki grup da mazinin aynen devamını benimsememişleridir. Tunaya, TBMM Hükümeti’nin yeni amacının memleketin ruhuna uygun kanunlaştırma faaliyeti olduğunu vurgulamaktadır. Bu andan itibaren halk yalnızca politik yaşamın bir unsuru olarak kalmıyor, her türlü iktidarın kaynağı, sahibi olmaktaydı. Bu Batılı bir demokratik düzenin kurulması manasındaydı. Sadece bu prensibin benimsenmesi bile onu gerçekleştirecek bir hukuk düzeninin ve müesseselerinin araştırılmasını gerektirmiştir. Bunlar sadece Batı’da vardı. 1920’den beri ilan edilen tez olan çağdaş ve medeni bir toplum haline gelmek, Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün siyasi tefekkürüne hâkim olmuştu. Atatürk’e göre Türk inkılabının mahiyeti cenkçilik ve maceraperestlik değil, insani ve medeni mefkûreciliktir. Buradan çıkan sonuç, Batı medeniyetini benimsemek, yani medeniyet alanını değiştirmektir.

Tunaya’ya göre bu tarz bir hayatın kurulabilmesi için öncelikle politik yaşama egemen olan ilke ve müesseselerin değiştirilmesi, sonra da yeni hayat tarzının yeni bir hukuk düzeniyle korunması gerekmiştir. Hukuk değişikliğinin esası laiklik prensibi olacaktır. Tunaya, devrimin halkı muayyen bir medeni seviyeye çıkarmayı amaç edindiğini bu amaca ulaşılıncaya kadar devrim tansiyonun korunduğunu vurgulamaktadır. Yazar, burada Türklere “medeniyetsiz” diyen Lloyd George ve Clemenceau’ya karşı üçüncü bir kuvvet çıkarılması düşüncesinden bahsederek devrimlerin her alanda yeni bir zihniyetin doğuşunda bir vesayetin reddi olduğunu savunmaktadır. Burada Türkçü(milli) rönesans tezi savunulmaktadır. Yazarın burada altını çizdiği bir husus ise Atatürk’ün nutuklarında ve metinlerinde ve de kanunların mucip nedenlerinde kullanılan “muasır medeniyet”, “bu asrın medeniyeti”, “medeniyet âlemi” gibi terimlerin bulunduğunu, bu medeniyet müşterek medeniyet olup insanlığın ortak malıdır.

Yazara göre Türkiye’nin Batılı bir devlet olması, demokratik sistemin bütün koşullarını yerine getirmek zorunda olması demektir. Türk devriminin ilk amacı milli hürriyetlerin elde edilmesi olmuştur. Türkiye, nüfus ölçüleri, ekonomik gelişmesi, sanayileşme, din ve dil birliği, eğitim derecesi gibi faktörler bakımından diğer devletlere göre avantajlı durumdadır. Yazar, önce iktisadi kalkınma sonra siyasi demokrasi formülünün özgürlükçü bir düzene varmak için bir garanti sayılamayacağını düşünmektedir. Demokrat Parti dönemini örnek gösteren Tunaya’ya göre Demokrat Parti’nin Tahkikat Komisyonu türü uygulamaları, Türkleri ihtilal haklarını kullanmaya sevk etmiştir ki Türkler kolektif bir hürriyet olan İstiklal Mücadelesi’nden sonra ilk kez insan hak ve hürriyetlerinin kazanılması için bu çapta bir harekete girişmişlerdir. 27 Mayıs hareketi bu anlama gelmektedir. İhtilal sonrası kurulan Milli Birlik Komitesi’nin programında Türk devrimleri bir bütün olarak görülerek, onları geliştirmek milli bir ödev olarak ilan edilmiştir. Tunaya, Türkiye’deki Batılılaşmanın tam anlamının yaratıcı bir ilim zihniyetine dayanarak modern bir toplum, demokratik bir devlet kurmak olacağını vurgulamaktadır.

Tunaya’ya göre Cumhuriyet rejimi, modern bir toplum olma ilkesinin gerçekleştirilmesinde hukuk düzeninin önemli rolü olduğunu benimseyerek Batı’dan geniş bir resepsiyon (başka bir memleketin kanunlarını alış) hareketine girişmiştir. Devrim Kanunlarının dayandığı temel ilke cehaletle ve hurafelerle bu yoldan da muhafazakâr çevrelerle mücadele etmektedir. Çağdaş medeniyeti bütün haliyle almanın temel prensiplerden birisi olduğu savunan yazara göre hukuk düzeni Devrim’in koruyucusu ve geliştiricisi olmalıydı. Batı’dan çeşitli kanunların iktibas edilmesi sürecini başlatan ise Medeni Kanunu’nun kabulü olmuştur. Bunun yanı sıra yine İsviçre’den Borçlar Kanunu da alınmıştır. Türk Medeni Kanunu, bu alandaki en halkçı, en mükemmel, en yeni vasıflara sahip İsviçre Medeni Kanunu’ndan iktibas edilerek 17 Şubat 1925’te kabul edilmiştir. Yazara göre Türk milleti, insan aklının, zamanın koşullarına göre, bulduğu yeniliklere karşı duramamıştır.

Tunaya, iktibas taraftarlarının Batılılaşmayı bir zorunluluk olarak gördüğünü ve bu zorunluluğun tarih tarafından yüklendiğine işaret etmektedir. Tunaya’nın Hıfzı Timur’dan yaptığı alıntıya göre Batılılaşmak, Atatürk’ün Batı hayranlığı olarak görülemez. Çünkü iktibas zaten Osmanlının son devrelerinden beri sürmektedir. Bu bir ihtilal veya sürpriz olarak değerlendirilemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk düzenine laiklik esasını getirmesi bütün milletlerin hukuki gelişmelerine de paraleldir. Çünkü Kubalı’ya göre hukukta laikliğe gidiş normaldir.

Öte yandan Ali Fuat Başgil önderliğinde bazı hukukçulara göre bir memleketin mevzuatının başka bir memleket tarafından olduğu gibi kopyalanması normal bir yol değildir. Diğer taraftan, Türk devriminin din hürriyetini sınırlaması medrese skolastiğinin ve gerici görüşlerin devlet hayatı ve sosyal yaşam üzerindeki müdahalesini önlemek amacına dayanmaktadır. Bu zorunluluk ne din düşmanlığı ne de materyalist bir doktrinin uygulanmasıdır. Yazarın, Profesör Başgil’den yaptığı alıntıya göre medeni olmak isteyen toplumlar taklitçi olmaktan uzak durmalıdır. Muasır medeniyetin insanlığın ruhi ve manevi gereksinimlerine yanıt verememesinin çaresi ilim ve maneviyatı barıştırıp uzlaştırmaktır. Tunaya, oy toplamak amacıyla dini istismar politikasının revaçta olduğu bir memlekette laiklik ilkesinin devrimci bir manası olması gerektiğine işaret etmektedir.

Tunaya’ya göre, Batılılaşma konusunda Bütüncüler; “Batı medeniyeti bir bütündür, Ancak bütünlüğü ile alınabilir, bu kesin karardır, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana genel olarak kabul edilmiş prensip budur” tezini savunmaktadırlar. Onlara göre Türkiye’nin Batı medeniyeti alanına geçmesi zorunludur. Batı, çağdaş medeniyettir, bir zihniyettir. Türk Düşüncesi ve Forum dergilerinde düşüncelerini açıklayan Bütüncülere göre Batılılaşma cehdi, Doğu memleketlerinde Ortaçağ zihniyetinden kurtulma cehdi olmaktadır. Türk devrimi, ileri bir “değerler ve teknikler devrimidir”. Türkiye’de her şey değişmekte, yeniden kurulmaktadır.

Bütüncülere göre Türk devriminin diğer bir adı da “Atatürk Devrimi”dir. İrtica ile mücadele, inkılapları ve hürriyetleri savunmaktır. Batı’nın özüne bağlı vasfı belli bir görüş içinde donmaması, daima yeni bir kalıba girebilmesidir. Bütüncü düşünceye göre laiklik prensibinin öğretim alanına uygulanması genç ruhların dinin basmakalıp inançlarından korunmasıdır. Prensibin fazileti buradadır. Hümanizmanın bir Batılılaşma koşulu ve zihniyeti olduğunu düşünen Bütüncüler, 20. yüzyılda bir Türk hümanizmasının gerçekleştirilmesini yani Türkiye’de bir kültür değişimi, bu değişimin de bizim hayat şartlarımıza göre olmasını arzu etmektedirler. Bütüncüler, milli unsurlarla Batı unsurların sentezi fikrine karşı çıkmamışlardır.

Yazar, Bütüncülerin her alanda tecrübeli değil de mütehassıs adama ihtiyacımız olduğunu belirtmektedir. Türk Düşüncesi’nin esas yazarları olan Peyami Safa ve Hilmi Ziya Ülken’in de fikirlerinden bahseden yazar, Türk düşüncesinin programında meselenin Türk Devrimi’nin Batı kalıbına dökülmesi olduğunu ve böylece Doğu ve Batı’nın madde ve de manasından bir sentez meydana getirmektir. Batı, kısmen alınamaz. 20. yüzyıl Batı’sının maneviyata önem verdiğini savunan Bütüncülere göre bu Batının bütün olarak alınması gereklidir. Forumculara göre Türkiye’nin Batı medeniyeti alanına geçmesi, tüm Asya ve Afrika’da kalkınmak isteyen kitlelere bir örnektir. Atatürk Devrimi, Türk milletinin Batı’dan kaçması demek olmamıştır, aksine azim ve cesaretle Batı manzumesine giriş olmuştur. İlim, hayatın her safhasına yerleştirilmediği takdirde Batılılaşma olmaz. Bütüncülere göre Türk toplumu Batılılaşabilecektir. Bu değişim, Türk toplumuna milli vasıflarını kaybettirmeyeceği gibi aksine bunları geliştirebilecektir.

Tunaya, Batılılaşmak konusunda Kısmici Görüşlerin ortak noktasının Batı’nın kısmen alınabileceğini, bölünerek alınabileceğini ve de Batı’dan alınacak olan kısmının, onun tekniği olduğunu ifade etmektedir. Kısmici görüşlerin ilki, Türk inkılabını sosyalist bir açıdan yorumlayan Kadrocu’lardır. Kadro dergisi, tarihi bir hayat hamlesi saydığı Türk inkılabını araştırma metodunun asla skolastik bir düşünceye dayanmaması gerektiğini, inkılap gerçeklerinin “ilmi fikr-i sabitler, taşlaşmış hükümler” aracılığıyla görülemeyeceğini temel prensip olarak ortaya koymuştur. Kadro ailesine göre Avrupa, kapitalizm ve emperyalizmin etkileri altında çökmekte ve dağılmaktadır. Türkiye’nin Avrupa’nın bu özelliklerine karşı savaşılarak kurulduğunu savunan Kadrocular, inkılabın sürdüğünü ve bunun için savaşın sürdürülmesi zorunludur. Yazarın Şevket Süreyya Aydemir’den yaptığı alıntıya göre Türkiye, Avrupa’nın ekonomik, politik ve moral yapılarından hiçbirinin hayranı ve takipçisi olamaz. Türkiye sadece Avrupa tekniğinin hayranı ve mirasçısıdır.

Kadro hareketine göre Türk hareketi, mütecanis, ileri, tezadsız ve sınıfsız bir millet kurulmasını, bu yapılara sahip milletlerin doğayla mücadelesini prensip edinmiş bir harekettir. Sosyal bir milliyetçiliğin milli bir vesayet rejimi kanalıyla icaplarını gerçekleştirmeyi öneren Kadrocular, böyle bir hareketin müstemleke veya yarı müstemleke bütün kitlelere rehber olacağını ısrarla savunmuşlardır. Tunaya, bu sistemin ferdi hürriyet rejimini amaçlamış genel vasıflarıyla bir Batı demokrasisine yakın sayılamayacağını vurgulamaktadır.

Yazara göre Gelenekçi görüşlerin temeli İkinci Meşrutiyetin önemli politik fikir akımlarından olan İslamcılık akımına kadar geri götürülebilir. Demokrat Parti iktidarı ise dini hislerin istismarını politikasının ana ilkesi saymıştır. Tunaya’ya göre Gelenekçiler, İslam’ın manevi üstünlüğü noktasından hareketle Batı’nın bu bakımdan alınacak bir şeyi olmadığını, yalnızca teknik iktibaslarla yetinilmesini gerektiği tezini savunmaktadırlar. Gelenekçilere ait yayın organlarının tamamı DP iktidarını desteklemişlerdir. Gelenekçilere göre eğer savaşılacaksa inkılap yobazlarıyla, bu tür irtica ile çarpışmak gerekir. Bunlar sahte devrimcilerdir. Taklitçi olup, dertleri Garb’a yaranmaktır. Garp’tan ne gelirse gelsin Garplı diye almak arzusundadırlar.

Yazara göre Gelenekçiler, Cumhuriyet rejimini “Osmanlı İmparatorluğu’nun en geri devirlerinden daha geri, Tanzimat’tan beri süren sahte inkılaplar” arasında saymaktadırlar. Onlara göre laiklik önce dinsizlik değildir. Nasıl ki dindarlık da irtica değildir. Yazarın Eşref Edib’e verdiği referansa göre laiklik hele gayrimüslim bir devletin kanunu almak da hiç değildir. Batı sömürgecidir ve bugün medeniyet ruhunu yok etmek üzeredir. Maneviyat bakımından İslamiyet üstündür. Dolayısıyla reforma ihtiyaç yoktur. 31 Mart Ayaklanmasının fikri lideri olan Said Nursi’nin Risale-i Nur’unu esas alan Nurculuk akımına göre Cumhuriyetin 1950 yılına kadar olan dönemi mutlak bir istibdattır. Said Nursi, genel olarak teokratik bir devletin taraftarlığını yaparak laiklik ilkesini de tamamen reddetmiş olmaktadır. Ona göre Cumhuriyet rejimini kurmak için Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslam’a büyük bir cinayettir.

Tunaya, gelenekçi sentez teklifleri yapanların Batı’nın yanında Doğu’nun da mühim bir yer almasını ve ihmal edilmemesini savunduklarını belirtmektedir. Yazarın Prof. Mehmet Kaplan’dan yaptığı alıntıya göre Avrupa medeniyeti kendisiyle beraber bütün dünyayı yıkmakta, körü körüne bir Batı hayranlığı milli tarihe saygısızlıktır ve Doğu’yu unutmamak gereklidir. Milliyetçilik bir sentezdir. Prof. Osman Turan’a göre ise İslami örf ve adetler atılmak suretiyle getirilmek istenen Batılılaşma modası memlekette maneviyat buhranı yaratmıştır. Tanzimat’ın milli dini mefkûreler ile Batı’nın teknik değerlerinin sentezini başarıyla gerçekleştirdiğini savunan Turan’a göre, Tanzimat’ın tuttuğu yolun memleket için en iyi yoldur.

Tunaya, Ali Fuat Başgil tarafından yapılan Memleketçiler ve Garpçılar ayrımından da bahsederek ilkinin “müminler, idealist muhafazakârlar, milliyetçiler” olarak tanımlandığını, ikincisinin ise “münkirler, maddeci politikacılar, fırsatçı ve menfaatçiler, boşvericiler” olarak isimlendirildiğinin altını çizmektedir. Yazar, Başgil’in ikinci grubun uzun yıllardır memlekete egemen olduğunu ve laiklik kisvesi altında samimi müminlerin geniş ölçüde baskı altında bulundurulmasının Türkiye için bir dram olduğunu savının hangi ilmi ve tarihi ölçüye dayandığının belirlemenin hayli güç olduğunu vurgulamaktadır.

Tunaya’ya göre Prof. Mümtaz Tarhan’ın “Garplılaşmanın Neresindeyiz” makalesindeki tespitler önemlidir. Tarhan’a göre Türkiye Batılılaşmak zorundadır. Gerçek manada Batılılaşmak, Batı medeniyetinin esas unsurlarına bağlanmak ve bunları hayata uygulamaktır. Bunların unsurları ilim ve zihniyeti, bunların hayata uygulanması olan teknik, ilim ve ilim düşüncesinin doğup serpileceği ortamın koşulları olan hukuk ve hürriyettir. Gerçek Batılılık, bu ilkelere bağlılıktır. Turhan’a göre medeniyet alanını değiştirmeye zorunlu bir toplumun kültürü bu değişim anında tamamen ortadan kalkmaz, onun yerine hâkim milletin kültürü geçmez. Türkiye, Batı medeniyeti karşısında Batı’dan bir şeyler alacak, kendisininkinden bir şeyler verecektir. Batılılaşıyoruz diye dinimizin, benliğimizin kaybolacağı iddialarının hiçbir bilimsel değeri yoktur. Tunaya; Turhan’ın, insan unsuru dışında Batılılaşmak yolunun tercih edilmesinden dolayı Batılılaşamadığımız savına yer vermektedir. Türk inkilap hareketi, eski ıslahat ve Batılılaşma eğilimlerine karşı bir reaksiyon iken onların hatasına saplanmış, yaratıcı terkip yapılamamış ve taklitçi kalınmıştır.

Sonuç bölümünde yazara göre Osmanlı İmparatorluğunda 18. yüzyıldan itibaren başlayan reform hareketleri ferdi, yukarıdan aşağı, kısmi ve ikici kalmışlardır. Ferdi haklar halk tarafından alınmamış, ıslahatçı padişahlar tarafından kitleye verilmiştir. Padişah iktidarının hudutsuz olduğu ilk defa Yeni Osmanlılar tarafından savunularak mutlak iktidarın sınırlandırılması için mücadeleye girişilmiştir. II. Meşrutiyet, bir parti çoğunluğunun, liderlerinin baskısı altında demokratik müesseseler arkasında Abdülhamid rejimini gölgede bırakacak bir istibdadın kurulabileceğini göstermiştir. Tunaya’ya göre Türklerin siyasi gelişmeleri sarsıntılı ve kesintili olmakla beraber muayyen bir devamlılığa sahiptir. Kesintiye uğrayan ıslahat devirleri birbirlerine için için süregelen ve gelişen unsurlarla bağlantılıdır.

Tunaya’nın Bugün Oluşları Işığında diye adlandırdığı dönem Müdafaa-i Hukuk dönemiyle başlamaktadır. TBMM Hükümeti fikir çeşitliliğinin milliyetçi bir amaç içinde birleştiğini göstermiştir. Milli egemenlik ilkesi, derin ve köklü neticeler vermiştir. Memleketin ruhuna uygun kanunlar yapmak ilkesi benimsenerek siyasi müesseselerin Batı’dan alınması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Batı medeniyet alanına geçiş kararı kesindir ve bunun merkez noktası Mustafa Kemal Atatürk’tür. İnkilap halka karşı değil, muhafazakâr ve sosyal düzeni dondurucu kuvvetlere karşı bir mücadele olmuştur. Batı, müşterek bir medeniyet olmakla beraber, Türkler, evvela İslam’dan daha eski bir maziye ve medeniyete sahiptirler. Bilimsel bir prensip olarak Türkler, Batılılaşmakla din ve milliyetlerini kaybetmeyeceklerdir. Tunaya, sonuç bölümde Türk fikir hayatında Batılılaşmak hakkında Kısmiciler, Bütüncüler ve Sentezciler’in görüşlerini özetleyerek şu hususun altını çizmektedir: “Batılılaşmak Türkiye için yaşam prensibidir. Batılı prensip ve müesseselerin, rasyonel bir şekilde alınışı Türkiye’yi Türklerin vatanı olmaktan çıkarmayacaktır.”

Yazar, Türkiye’nin Batılılaşma hamlelerinin sadece bu ülke için değil, bizatihi Batı için, azgelişmiş, iktisaden geri kalmış, milli devrim hareketlerine girişmiş ya da girişecek devletler, milletler ve kitleler açısından mühim olduğunu vurgulamaktadır. Doğu memleketlerinin aydınlarına göre Batı, memleketlerinin bağımsızlığına karşı da olsa üstün bir uygarlık sahibidir. Ona karşı savaşılsa bile gerektiğinde taklit edilmesi şarttır. Doğu halk kitlelerine göre Batı özellikle Müslüman toplumlara bakıldığı zaman kâfirdir, sömürgecidir, emperyalisttir. Türkler ortaya koymuştur ki, bir devrim yalnızca yabancı boyunduruğundan kurtulmak için gerçekleştirilmez. İstiklal Savaşı bitmeden gelecekte izlenecek toplumsal, politik, ekonomik politikanın ana unsurlarını çizmek zorunludur. Tunaya’ya göre bu devletlerin kurtuluş mücadelesi yapmalarındaki amaç muayyen bir toplumsal seviyeye, iktisadi refaha ve siyasi emniyete varmaktır. Muayyen olan seviye genel olarak Batı seviyesidir.

Tunaya, iki yüzyıllık bir hürriyetçi mücadele ve arayış devresi ancak milli ve laik bir devletin kurulmasıyla 20. yüzyılın koşullarına uygun bir platforma ulaşmıştır. Türkiye için Batılılaşmak gerçek anlamıyla Türk ve Batılı unsurların kaynaşmasıyla oluşacak bir sentezdir. Türkler halen çeşitli alanlarda bu sentezi gerçekleştirmenin çetin mücadeleleri içindedirler. Türk tecrübesi böyle bir sentezin ilk gerçekleştiricisi olması açısından ışıklı ve dikkat çekicidir.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından ikinci baskısı Nisan 2010’da yapılan 222 sayfa ve üç bölümden oluşan bu kitabında Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin 18. yüzyılın ilk yarısında başlayan Batılılaşma hareketlerini detaylı bir biçimde ele almaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl çöküş sürecine girdiğini ve 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren bu süreci tersine çevirmek için hangi adımları attığını yazar örneklerle açıklamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Batılılaşma olaylarını Kısmi Müessese Islahları, Aydın Despotluk Devresi ve Modern Devlet Fikrinin Gerçekleşmesine Doğru başlıkları altında ele alması konuyu daha çekici kılmaktadır. Aynı zamanda Batılılaşma hareketlerini üç döneme ayırıp burada yapılanları örneklerle anlatması bu bölümü daha anlaşılır yapmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyıla kadar gerilemekte olduğunu kabul etmemekteydi. Kendisinin halen Batı’dan üstün olduğunu iddia etmekteydi. Fakat toprak kayıpların artması ve savaşlarda üst üste alınan yenilgiler Osmanlı İmparatorluğu’nu bunun nedenlerin üzerinde düşünmeye itti. Böylece, 1718’den itibaren Batı’yı tanıma ve Batı’nın tesis etmiş olduğu sistemi incelemeye dönük olarak Osmanlı yöneticilerinin isteği arttı. Fakat o dönemde yapılmak istenen ıslahat hareketleri Ulema ve Yeniçeriler tarafından sürekli engellenmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk reform hareketleri orduda başladı. Fakat sonradan anlaşıldı ki, sadece orduda reform yapmak yeterli değildi. Reformların diğer alanlara da yayılması gerekliydi. 1826’da İkinci Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırması Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma hareketleri göz önünde bulundurulduğunda bir dönüm noktasıdır.

Tanzimat’la beraber Batı’nın üstünlüğü kesin olarak kabul edilmiştir. Fakat bu döneme yapılan en büyük eleştiri ikici bir sistem kurmasıdır. Bir başka deyişle eski sistemle yeni sistem birarada yürütülmeye çalışılmıştır. Bunun yarattığı sancılar imparatorluk yıkılana kadar her alanda etkisini hissettirmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan fikir akımları ise İmparatorluğun kurtuluşu için çareler aramışlardır. Tanzimat yöneticilerinin Batı’nın artan baskısı karşısında reform hareketlerine girişmeleri kolay olmamıştır. Fakat bu dönemde yetişmeye başlayan kadrolar, daha sonra İmparatorluğun yerine kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarını meydana getirmişlerdir. Garpçılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi akımlardan bahseden yazar bu fikir akımlarının daha sonraki dönemlerde Türkiye’nin siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarında etkilerinin sürdüğünün altını kalın çizgilerle çizmektedir. Bu fikir akımlarının, Batılılaşmayı zorunlu gören fikir akımından Batı’nın sadece tekniğinin alınmasına savunan fikir akımına geniş bir yelpazede yer aldığını da unutmamak lazımdır.

Yazarın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve yeni bir sistem tesis etmesini anlattığı ikinci bölümde gerçekten çok dikkat çekici tespitler yer almaktadır. Yepyeni bir sistem kurmanın zorlukları bu bölümde ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bu dönemin temel amacının milli egemenliğine dayanan bir devlet kurmak olduğunu savunan Tunaya, hayatın her alanında kapsamlı devrimler yapılarak Batı tarzında bir toplum ve devlet sistemi oluşturmanın o zamanın yöneticilerine göre gerekli olduğunu düşünmektedir. Yazarın da belirttiği gibi bu devrim hareketinin merkez noktasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk yer almaktadır. Atatürk, Kurtuluş mücadelesine başladığı ilk andan itibaren her şeyi demokratik yollarla, planlı ve programlı bir biçimde yapmayı kendisine şiar edinmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra kendisinin önderlik ettiği devrimlerde temel düstur, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak ve hatta onları geçmektir. O zaman için muasır medeniyet, Batı medeniyetidir. Batı’dan geniş resepsiyon hareketlerine girişilerek cehaletle ve hurafelerle mücadele edilmesi, Devrim Kanunlarının temel prensiplerinden birisini oluşturmuştur. Bu doğrultuda sistemin muhafazasını sağlamak için laiklik gibi bir ilke ön plana konulmuştur. Bu ilkenin devrimlerin sigortası olduğunu vurgulanmıştır. Doğal olarak bu devrim hareketleri birtakım çevreler tarafından sert bir biçimde eleştirilmiştir. Fakat devrimleri savunanlarla, onların yapılış şekillerine karşı çıkanların buluştuğu ortak nokta eski düzenin yapılarının olduğu gibi sürmesine karşı çıkıştır.

Türkiye’nin bütün halinde iktibas hareketine girişmesinin yeni bir hareket sayılamayacağı yönündeki tespitin dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Çünkü 1839’dan beri süren bir hareket vardı. Bunu yok saymak mümkün değildir. O zaman Batılı devletlerin baskısı altında yapılan bu ıslahatlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı iktibas hareketleri arasındaki en büyük fark ikincisinde baskının bulunmamış olmasıdır. Batı medeniyetini seçme ve bu alanda en ileri düzenlemeleri kabul etme tamamen Cumhuriyet kadrolarının bir tercihidir.

Laiklik prensibinin Cumhuriyetin temel nitelikleri bağlamında çok elzem bir yere sahiptir. Laiklik, Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde rejimlerin korunmasının garantisi olarak nitelendirilmektedir. Dinin, siyasete ve sosyal yaşama müdahalesini önlemek, laiklik ilkesinin en temel amacıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde giderek artan dinin siyasete ve toplum hayatına yaptığı müdahaleler çok zararlı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. İmparatorluğun yenileşme çabalarına en büyük engeli din kisvesi altında İslamlığı tümüyle statik bir hale getiren ve modernleşme karşıtı olan çevreler ve de fikirler oluşturmuştur. Cumhuriyetin ilk 10 yıllık süresi içinde yaşanan Şeyh Sait ve Menemen isyanları da bu bağlamda öne çıkmaktadır. Yaşanan acı tecrübelerden dolayı Cumhuriyeti kuran ve devrimleri gerçekleştiren kadrolar bu olayların yarattığı tahribatları görerek din hürriyetini kısıtlamak zorunda kalmışlardır. Yazarın oy toplamak için dini istismar politikasının popüler olduğu bir memlekette laiklik prensibinin devrimci bir anlamı olmasının gerekliliği tespiti bu bakımdan dikkat çekicidir.

1950-1960 döneminde demokrasi eşittir çoğunluk ilkesini temelinde uygulamalar gerçekleştiren Demokrat Parti’nin birçok olumsuzluğa yol açmıştır. Seçimde aldığı oyların fazlalığını dikkate alarak kendisine oy vermeyenlere karşı bir tutum takınmak doğru bir davranış biçimi değildir. Günümüzde de bu tavrın etkileri açıkça görülmektedir.

Batılılaşmayı hem Bütüncüler hem de Kısmiciler kendi düşünce kalıpları üzerinden değerlendirmektedir. Batılılaşmayla ilgili tartışmalar günümüz Türkiye’sinde artan bir biçimde sürmektedir. Bu tartışmalar gelecekte de devam edecektir. Kendini muhafazakâr-demokrat olarak nitelendiren ve aslen kökenleri Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş hareketine dayanan AK Parti 2002 yılından beri iktidardadır. Onun birtakım uygulamaları muhalefet tarafından Türkiye’nin Batılılaşma serüvenine sekte vurma olarak değerlendirilmektedir. AK Parti iktidarının Cumhuriyet döneminde yapılan devrimleri eleştirmesi ve doğru dürüst hiçbir şey yapılmadığını iddia etmesi kanımca tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Buna ilave olarak 21.yüzyıl parametrelerinden bakarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve daha sonraki İsmet İnönü dönemlerini diktatörlük dönemleri olarak nitelendirmek doğru değildir. O dönemlerin olağanüstü şartlarının dikkate alınarak değerlendirmeler yapılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Unutulmasın ki, bu iki lider de çok partili hayata geçme çalışmalarında bulunmuşlar fakat Atatürk döneminde çıkan isyanlardan ötürü başarılı olunamamıştır. İsmet İnönü ise tamamen kendi tercihi doğrultusunda çok partili hayata geçiş kararını vermiştir.

Burada ön plana çıkan ilginç konulardan birisi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma çabalarıdır. Bu süreç, Türkiye’de AB’ye girilmesini savunan çevreler tarafından Mustafa Kemal Atatürk’ün ortaya koyduğu muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ve hatta onu aşma hedefinin bir aracı ve sonucu olarak görülmektedir. Batılı prensiplerin ve müesseselerin akılcı bir biçimde alınması Türklere benliklerine kaybettirmeyecektir. Türkiye’de Avrupa Birliği üyeliğine karşı olan bir kesim ise bunun tam aksini iddia etmektedir.

Batılılaşmanın doğru anlaşılması hayati derecede önemlidir. Burada izlenecek en iyi yol Türk ve Batı unsurlarını kaynaştıracak bir senteze varabilmektir. Bunun mücadelesi halen sürmektedir. Çünkü Türkiye bu alandaki tercihini seneler önce yapmıştır. Kanımca böyle bir sentezin gerçekleştirilmesi Batı’nın Müslüman dünyayla ilgili olan algılarının bir nebze olsun değişmesinde önemli bir merhale olacaktır. Türkiye’nin 18. yüzyıldan beri süren Batılılaşma mücadelesini çok iyi bir biçimde temel noktalarına yer vererek anlatan Tunaya’nın bu kitabının bugün de devam eden bu süreci kavramak bakımından okunması gereken kitaplar arasında yer aldığını düşünüyorum.

Sina KISACIK

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.