TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN GELİŞİMİ VE KORUNMASI

upa-admin 08 Ağustos 2014 105.509 Okunma 0
TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN GELİŞİMİ VE KORUNMASI

Temel Hak ve Hürriyetler Kavramı:

Temel hak ve hürriyetler alanında “hürriyet (özgürlük)”, “hak”, “insan hakları”, “kamu hürriyetleri”, “kişi hakları”, “vatandaş hakları”, “temel haklar”, “anayasal haklar” gibi değişik terimler kullanılmaktadır. Çoğunlukla bunlar eş anlamda kullanılan kavramlardır. Ancak bununla birlikte bunlar arasında birtakım farklılıklar vardır. İnsanın toplum içinde yaşaması öncelikle diğer insanlarla olan ilişkilerinde davranışlarının sınırlanmasını gerektirmektedir. Buna karşın insan diğerlerinin  müdahale edemeyeceği bir yaşam alanına sahip olmak da ister. Bireylerarası ve birey-devlet ilişkisinde karşılıklı haklar ve yükümlülüklerin belirlenmesi, temel hak ve hürriyetlerin şekillenmesini sağlamıştır.

Tarihsel Süreç:

İnsan hakları  ve temel özgürlüklerin kaynağı  olarak, genellikle Batı  düşüncesi gösterilmektedir. Batı dünyasının Keşifler Çağı, merkantilist dönem, Sanayi Devrimi, kolonicilik ve emperyalizm süreçleriyle ilerleyen sermaye birikimi ve ekonomik gelişimine paralel olarak, bu ülkelerde farklı sosyal sınıflar oluşmuş ve bu sınıfsal mücadelelerden Avrupa’da demokrasi ve insan hakları kavramı ortaya çıkmıştır. Aydınlanma süreci ile Batı dünyası bu kavramların ideolojik-entelektüel altyapısını da oluşturmayı başarmıştır. Başlarda (belki de hala) Batı dünyası bu hakları yalnızca kendi vatandaşları -hatta vatandaşlarının bir bölümü için geçerli kılarken (sınırlı oy)-, sonrasında tüm vatandaşlarına (genel oy) ve dünya halklarına (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) bu hakları tanıdığını ilan etmiştir.

Temel hak ve hürriyetler ve insan hakları kavramlarına yalnızca Batı medeniyetinde değil, başka ülkelerin düşünce tarihinde de rastlamaktayız. Örneğin M.Ö. 9. yüzyılda Çin hukuk ve siyaset felsefesinin önemli akımlarından biri Konfüçyüsçülük’tür. Konfüçyüs ahlakiyatçılığı; reformist ve eğitsel temellere dayalı  adil ve hak gözetir bir kamu gücü  oluşturulmasını öngörür. Budist Hint düşüncesinde de insanlığın 10 hak, özgürlük ve sorumluluğundan söz edilmektedir. Bunlardan 5 tanesi sosyal içerikte ve özgürlüklerin korunmasına ilişkindir. Bu özgürlükler; güç kullanmama, yoksulluğa karşı korunma, angaryaya karşı  korunma, insan onur ve namusunun korunması, erken ölüm ve hastalıklara karşı mücadele sorumluluğudur. Diğer 5 özgürlük ise; hoşgörü, bilgi edinme özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, vicdan özgürlüğü ve toplumsal yaşam hakkı şeklindeki bireysel temel hak ve özgürlüklerdir.

Doğrudan demokrasinin uygulandığı İlk Çağ Yunan şehir devletlerinde de (polis) insanların doğal, terk edilemez, devredilemez haklara sahip oldukları kabul edilmekteydi. Ne var ki köleler, kadınlar ve yabancılar bu haklara sahip değillerdi. Bu noktada İslamiyet’in insan hakları öğretisi yok mudur şeklinde bir soru akla gelebilir. Elbette ki teorik olarak İslamiyet, Müslümanların ve Müslüman olmayanların haklarını  düzenlemiştir. Ancak Osmanlı  İmparatorluğu uygulamasında insan hakları  teorisine uyulduğu pek söylenemez. Türk Devlet geleneğinde adil davranma yükümlülüğünden söz edilmektedir. Ancak adil davranma hükümdarın basiretine bırakılmış görünmektedir. İktidarı bağlayıcı ciddi kurum ve kurallardan söz edilmemektedir.  Bu durum ülkemizdeki anayasacılık hareketlerinin önemini ve değerini kendiliğinden ortaya çıkarmaktadır.

Temel hak ve hürriyetlerin sadece düşünürler tarafından ileri sürülmesi açıktır ki bir sonuç doğurmayacaktır. Önemli olan bu düşüncelerin kamusal yaşama yansımasıdır. Kamusal yaşama yansıma ise hukuki düzenlemelerle olmaktadır. Bu konuda sözü edilmesi gereken ilk belge; doğrudan insan haklarıyla ilgili olmasa da Kralın yetkilerini sınırlayan ilk belge niteliğini taşıyan Magna Carta’dır. 1215 yılında İngiliz feodal beyleri (baronlar)  ile Kral John arasında imzalanmış ve feodal beyleri Kral’a karşı koruyan bir düzenlemedir. Yine İngiltere’de 1679 yılında yürürlüğe giren Habeas Corpus Act ile kişi güvenliği sağlanmış, yargıç kararı olmadan tutuklanma engellenmiştir. İngiltere’de kabul edilen 1689 tarihli Bill Of Rights (haklar bildirisi) da Kral-Parlamento ilişkilerini düzenlemektedir. İnsan hakları ve özgürlükleri konusunda en ayrıntılı bütünlük içeren ve çağdaş gelişmeleri etkileyen hukuki metin ise 1776 tarihli Virginia Bildirisi’dir. Bu bildiri; insanların doğuştan eşit ve özgür olduklarını  ve insanın kişiliğine bağlı dokunulamaz, vazgeçilemez, devredilemez hakları  olduğunu vurgulamıştır. Ancak Amerika’da kabul edilen bu bildiri bu ülkede insanların ırk ayırımına tabi tutulmasına ve köleliğe engel olamamıştır. 1789 Fransız Devrimi sonrası ilan edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ise, temel hak ve hürriyetlerin evrensel bir değer sistemi haline dönüşmesinde önemli bir aşamadır. Ayrıca 20. yüzyılda insan hakları uluslararası düzeyde de koruma altına alınmıştır. Birleşmiş Milletler’in yayınladığı  1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, devletlerin temel hak ve hürriyetleri ihlal etmesine karşı koruyucu mekanizmalar öngörmüşlerdir.

Temel Hak ve Hürriyetlerin İçeriği:

A-) Hürriyet:

Doktrinde “hürriyet (özgürlük, liberty, liberté)” çok değişik şekillerde tanımlanmış ve anlaşılmış bir kavramdır. Hürriyet, “bir şeyi yapma veya yapmama, belli bir şekilde davranıp davranmama erki”olarak tanımlanabilir. Daha kısa bir ifadeyle hürriyet,“serbest hareket etme gücü”dür. Bu tanımda dikkati çekmesi gereken nokta, hürriyetin insan fiilinin bir niteliğiolarak kullanıldığıdır. Dolayısıyla hürriyetten “serbest insan fiili” anlaşılabilir. Seyahat hürriyeti, yerleşme hürriyeti, haberleşme hürriyeti, düşünce hürriyeti, basın hürriyeti gibi çeşitli hürriyetlerden bahsedilmektedir. Bu hürriyetlerin içeriği aslında bir “insan fiili”nden ibarettir. Örneğin seyahat hürriyeti gelip gitme, yerleşme hürriyeti bir yerde devamlı olarak oturma, haberleşme hürriyeti mektup gönderme, telefonla konuşma vb., basın hürriyeti gazete çıkarma ve yayın yapma vb. fiillerden oluşmaktadır. Bu hürriyetleri anayasada tanıyarak anayasa koyucu, insanların o konuda “serbest hareket etme güçleri”nin olduğunu kabul etmiş olmaktadır.

B-) Hak:

 “Hak (right, droit)”, hürriyetin somutlaştırılmış biçimidir. Hak, hürriyetin somutta gerçekleştirilmesinin aracıdır. Örneğin “hak arama hürriyeti”, “dava hakkı” ile gerçekleşir. Hak, bir hürriyetin sağlanması için kişiye anayasa ve kanunlar ile tanınmış yetkilerdir. Eğer bir kişinin, bir konuda hakkı var ise, devletten veya diğer kişilerden onun yerine getirilmesini “isteme yetkisi”ne sahiptir demektir. Hukukun genel teorisinde hak kavramı çok değişik şekillerde tanımlanmakta ise de, bu tanımlardan en eskisi ve yaygınına göre hak, kişilere hukuk düzeni tarafından verilen bir irade kudreti, bir isteme yetkisidir. Bu tanım anayasa hukuku alanına da uygulanabilir. Anayasa hukuku alanında hak, kişiye anayasa tarafından verilmiş bir irade kudreti, bir isteme yetkisidir. Özetleyecek olursak; bir hakkın varlığından anlamlı olarak bahsedebilmek için şu unsurların bulunması gerekir:

a-) Yetki: Hakkın özü bir şeyi yapabilme yetkisidir. Bu, onun aynı zamanda zorunluluk değil bir izin niteliği gösterdiği anlamını da taşır. Başka bir anlatımla, hak sahibi hakkın konusundan yararlanıp yararlanmamak bakımından bir takdir yetkisine sahiptir. Kişi hakkını kullanmaya zorlanamaz.

b-) Talep: Her hak sahibine olumlu ya da olumsuz bir talepte bulunma yetkisi verir. Genellikle “özgürlük hakkı” negatif taleplerin, “talep hakkı” ise hem olumlu, hem de olumsuz taleplerin dayanağı olabilir. Başka bir ifade ile bir hak başkalarına ya sırf bir kaçınma yükümlülüğü yükler, ya da kaçınmaya ek olarak bir edim yükümlülüğü yükler.

c-) Tanınma, Saygı Gösterilme: Bir hak iddiası, hakkın konusundan yararlanma yetkisinin genel ve özel olarak tanınmasını, ona saygı gösterilmesini iddia etmek demektir. Hukuki haklar söz konusu olduğunda, bu özellik “zorla yerine getirme” ile takviye edilir. Hak sahibi, hakkını tanımayan veya ihlal edenlere karşı yasal yollara başvurarak hakkın konusundan yararlanmasını fiilen sağlatabilir. Sırf bir ahlaki hak durumunda ise, hakkı ihlal edilen kişinin buna karşı koyabilmesi ahlaki iddiayla sınırlıdır.

Hak kavramını başlıca dört anlamında söz edilebilir:

1. Ahlaksal anlam: Belli eylem ve faaliyetleri başkasına zarar vermeden gerçekleştirme hakkı.

 2. Siyasal anlam: Vatandaşlık, parti kurma, seçme ve seçilme v.b. haklar.

3. Hukuksal anlam: Başkalarını suçlama, başkaları karşısında korunma, yasalar önünde eşit muamele görme v.b. haklar.

 4. Ekonomik anlam: İş ve meslek sahibi olma, işsiz kalmama, mülk edinebilme gibi haklar.

 “Hürriyet” – “Hak” Ayrımı – “Hürriyet” ve “hak” kavramları bu şekilde tanımlanırsa aralarında şu farklar ortaya çıkmaktadır:

(1) Hürriyet soyut, hak somuttur. Hak hürriyetin uygulanması aşamasında ortaya çıkar.

(2) Haklar mahkeme önünde ileri sürülebilir.

(3) Hürriyetlerin gerçekleşmesi için başkalarının veya devletin bir şey yapmaması gerekir. Hürriyet, kişinin kendi fiili ile gerçekleşir. Hakkın gerçekleşmesi için ise, diğer kişilerin veya devletin hak sahibi kişi lehine birtakım edimlerde bulunması gerekir. Hakkı gerçekleştiren fiil, hak sahibinin değil, başka kişilerin veya devletin fiilidir.

C-) İnsan Hakları:

İnsan Hakları  (Human Rights, Droits de l’homme)”- Bu alandaki en kapsamlı kavramdır. “İnsan hakları”; ırk, din, dil ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu haklardan yararlanmak bakımından vatandaş ve yabancı arasında fark yoktur. Diğer yandan “insan hakları” terimi bir ideali içerir. Bu terimi kullananlar, bu alanda olanı değil, “olması gerekeni” dile getirirler. “İnsan hakları” terimini daha çok tabii hukuk anlayışına mensup yazarlar kullanmaktadır.

D-) Vatandaş Hakları:

 Bu terim (Citizenship Rights), Anayasa ve kanunlar tarafından tanınmış ve düzenlenmiş hak ve hürriyetlerden sadece “vatandaşların” kullanabileceği hak ve hürriyetleri ifade eder. Bu hakları yabancılar değil, sadece o ülkenin vatandaşları kullanabilir. Örneğin seçme ve seçilme hakkı, kamu hizmetine girme hakkı gibi siyasal haklar birer “vatandaş hakları” niteliğindedir.

E-) Kamu Hürriyetleri:

“Kamu hürriyetleri, insan haklarının devlet tarafından tanınmış ve pozitif hukuka girmiş olan bölümünü ifade eder”. Diğer bir ifadeyle kamu hürriyetleri (Libertés publiques), anayasa ve kanunlar tarafından düzenlenmiş, sınırları belirlenmiş ve böylece kişilerin onları pratik olarak kullanmalarına imkân tanınmıştır.

F-) Kişi Hak ve Hürriyetleri  (Ferdi Hürriyetler):

 Bu terim (Libertés individuelles), 18. yüzyılın ferdiyetçi doktrininin ürünü olan “klasik hakları” anlatmak için kullanılmaktadır. Örneğin kişi dokunulmazlığı, zorla çalıştırma yasağı, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı gibi temel hak ve hürriyetler, “kişi hakkı ve hürriyeti” veya “ferdi hak ve hürriyetler” niteliğindedir.

G-) Anayasal Haklar:

Temel hak ve hürriyetler yerine “anayasal haklar (droits constitutionnels)” teriminin kullanıldığı da olur. Anayasal hakları, anayasa tarafından tanınmış ve güvence altına alınmış haklar olarak tanımlayabiliriz. Hangi hak ve hürriyetin “anayasal” bir hak ve hürriyet olduğu tartışmasız bir şekilde bellidir. Anayasada düzenlenmiş olan temel hak ve hürriyetler, anayasal hak ve hürriyetlerdir.

Temel Hak ve Hürriyet Anlayışları:                      

1. Tabii (Doğal) Hak Anlayışı: Tabii hak doktrinine göre, insan, sırf insan olmaktan dolayı, doğuştan bazı hak ve hürriyetlere sahiptir. İnsanın sahip olduğu haklar, devletten önce gelir; bu haklar insana devlet tarafından verilmemiştir; dolayısıyla bu hak ve hürriyetlere devlet dokunamaz. Tabii hak doktrinini savunan yazarlara göre, devletin kurulmasından önce insanlar “tabiat hali” denen bir dönemde yaşıyorlardı. Bu dönemde tam ve mutlak bir özgürlüğe sahiptiler. İnsanlar sonradan aralarında “sosyal sözleşme” yaparak siyasal topluma geçtiler ve devleti kurdular. Bunu yaparken doğal yaşamda sahip oldukları özgürlüklerden bir kısmını devlete devrettiler. Ancak hepsini, özellikle de en önemlilerini devlete devretmediler; kendi yanlarında muhafaza ettiler. Bundan çıkan sonuç şudur: İnsanlar, devletten önce birtakım tabii haklara sahiptirler. O hâlde devlet kendi tarafından verilmemiş olan, kendisinden önce mevcut olan tabii haklara saygı göstermek zorundadır.

2. Pozitivist Hak Anlayışı: Pozitivist anlayışa göre, hukukun tanımadığı ve korumadığı bir temel hak ve hürriyetin bireylere sağlayabileceği herhangi bir güvence yoktur. Temel hak ve hürriyetlerin sözde kalmaması, gerçekten bireylere birtakım güvenceler sağlayabilmesi için hukuk kuralları tarafından tanınması ve müeyyideye bağlanması gerekir. Dolayısıyla, bir insan fiiline serbestlik tanıyarak onu temel hak ve hürriyet haline getiren şey, hukuk kurallarından başka bir şey değildir. O halde temel hak ve hürriyetler hukuk kuralları tarafından yaratılmışlardır. Hukuk kuralları ise devlet tarafından konulmuştur. Dolayısıyla temel hak ve hürriyetlerin de, hukukun da kaynağında devlet bulunur. Buna göre ise, temel hak ve hürriyetler devletten önce ve devletin üstünde olamaz. Bireyler temel hak ve hürriyetlere doğuştan sahip değildir; ona bu hak ve hürriyetler devlet tarafından verilmiştir ve gerektiğinde devlet tarafından gerektiği ölçüde sınırlandırılabilir. Pozitivist anlayış devletin temel hak ve hürriyetleri sınırlandırma konusundaki yetkisini tanır, ama bunu emretmez; dolayısıyla pozitivist anlayış özgürlükçü bir devlet anlayışıyla bağdaşabilir, pozitivizm otoriter bir devlet anlayışını gerektirmez.

3. Marksist Özgürlük Anlayışı: Marksizm’e göre liberal-kapitalist devletlerdeki özgürlükler biçimsel özgürlüklerdir yani bunlar göstermeliktir. Zira bu özgürlükler sadece burjuva sınıfına hizmet etmektedir. Evsiz bir insan için konut dokunulmazlığının; aç bir insan için düşünce hürriyetinin; gazete çıkaracak parasal imkanlara sahip olmayan işçi sınıfı için basın hürriyetinin bir anlamı yoktur. Marksist anlayışa göre, devlet kişilerin özgürlüklerini sınırlandıran ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmalı, onlara bu hürriyetleri kullanmalarını sağlayacak imkanlar vermeli, insanı özgürleştirmelidir. Ancak bu şekilde gerçek özgürlük sağlanabilir. Dolayısıyla Marksizm’de özgürlük değil, özgürleştirme kavramı önemlidir. Marksizm’e göre, bireyin özgürleştirilmesi ise ancak proletarya ihtilalinden sonra sosyalist-komünist toplumda mümkündür.

Temel Hak ve Hürriyetlerin Kullanılmasında Sistemler:

Temel hak ve hürriyetlerin toplum içinde kullanılması kamu düzeni bakımından bazı tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle temel hak ve hürriyetlerin kullanılması bazı usullere bağlanmıştır. Bu konuda başlıca üç usul vardır.

  1. İzin Usulü: Buna “önleyici sistem (régime préventif)”de denir. Bu usulde, bazı temel hak ve hürriyetlerin kullanılması için idarî makamlardan önceden “izin (autorisation)” almak gerekir. Örneğin bina yapmak için “inşaat ruhsatı”, otomobil sürmek için “sürücü belgesi” almak lazımdır. Bu örneklerde mülkiyet hakkı ve seyahat hürriyetinin kullanılması izne bağlıdır.
  1. Bildirim Usulü: “Bildirim (déclaration préalable)” usulünde temel hak ve hürriyetin kullanılabilmesi için önceden izin almaya gerek yoktur; sadece o temel hak ve hürriyetin kullanılacağı idari makamlara bildirilir. Bundaki amaç, kamu düzeni bakımından tehlikeli olabilecek bir temel hak ve hürriyetin kullanılacağı konusunda idarenin önceden haberdar olması ve bunun için gerekli tedbirleri almasıdır. Örneğin Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak isteyen kişiler, bu isteklerini 48 saat önceden bulundukları yerin en büyük mülki amirine bildirmeleri gerekmektedir.
  1. Serbestlik Usulü: Bu usule “düzeltici sistem (régime répressif)” de denir. Bu usulde bir temel hak ve hürriyetin kullanılması için önceden bir izin almaya veya bildirimde bulunmaya gerek yoktur. İlgili kişi, temel hak ve hürriyetini, bütün sorumluluğu kendisine ait olmak üzere serbestçe kullanır. Bu hürriyetin kullanılmasından ortaya zararlı bir sonuç çıkmış ise, bu sonuç daha sonradan ilgili kişiye düzelttirilir; yani bu kişi zararı tazmin eder veya cezalandırılır. Örneğin Türkiye’de kitap yayınlamak için herhangi bir izin almaya veya bildirimde bulunmaya gerek yoktur. Ancak yayınlanan kitapta başkasına hakaret edilmiş ise veya suç işlenmiş ise bunun hesabını daha sonra yazar ve yayıncı verir.

Serbestlik usulü, yani düzeltici sistem diğerlerine göre daha özgürlükçüdür. Liberal bir sistemde kişiler, kural olarak önceden izin almaksızın veya bildirimde bulunmaksızın diledikleri temel hak ve hürriyetlerini kullanabilmelidirler. Bu kişiler, hürriyetlerini kötüye kullanmışlar ise, bunun hesabını daha sonra verirler. Bununla birlikte, daha sonradan telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açabilecek olan bazı temel hak ve hürriyetlerin kullanılması için yukarıda gördüğümüz izin veya bildirim usulü uygulanır. Örneğin otomobil sürmesini bilmeden trafiğe çıkan biri, telafisi imkânsız kazalara yol açabilir. O nedenle bu hürriyetin kullanılabilmesi için “sürücü belgesi” almak gerekir. Keza, depreme dayanaksız yapılmış binanın daha sonra yıkılması durumunda telafisi imkânsız zararlar ortaya çıkabilir. İşte bina yapma hakkının kullanılması da bu nedenle “ruhsat” usulüne bağlanmıştır.

Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınıflandırılması:

Temel hak ve hürriyetler; Georg Jellinek’in klasikleşen kategorizasyonuna göre üç gruba ayrılır: Negatif (Olumsuz) statü hakları, Pozitif (Olumlu) statü hakları, Aktif statü (Katılma) hakları.

1-) Negatif (Olumsuz) statü hakları: Kişinin devlet tarafından dokunulamayacak ve aşılamayacak özel alanının sınırlarını  çizen; bireyi iktidara karşı  koruyan haklardır. Yaşama hakkı, kişinin can ve mal güvenliği, düşünce özgürlüğü, din ve vicdan hürriyeti, konut dokunulmazlığı, seyahat etme özgürlüğü  gibi. Bu haklar kişiyi devlete ve topluma karşı koruyan haklar olduğu için bu haklara “koruyucu haklar” da denir. Bu haklara “kişisel haklar” da diyebiliriz.

2-) Pozitif (Olumlu) statü hakları: Kişi adına, devlete belirli ödevler yükleyen, bireye devletten olumlu bir davranış, bir hizmet ve yardım isteme imkanı tanıyan haklardır. Sosyal güvenlik hakkı, eğitim ve öğrenim hakkı, sağlık hakkı, konut hakkı gibi haklardan yararlanmak için devlet desteği, müdahalesi gerekmektedir. Sosyal devlet anlayışının sonuçları olduğundan bu haklara kısaca “sosyal haklar” da denir.

3-) Aktif statü (Katılma) hakları: Aktif statü hakları, kişinin devlet yönetimine katılmasını sağlayan haklardır. Bu haklara bu nedenle “katılma hakları” da denir. Seçme ve seçilme hakkı, siyasi parti kurma hakkı, siyasi faaliyette bulunma hakkı, kamu hizmetine girme hakkı, dilekçe hakkı aktif statü haklarına örnek gösterilebilir. Bu haklara “siyasi haklar” da denir.

Hürriyetlerin Bütünlüğü (Monizmi):

Her ne kadar temel hak ve hürriyetler konusunda çeşitli ayrımlar yapılıyorsa da, temel hak ve hürriyetler bir bütündür. Bir kişi ancak, temel hak ve hürriyetlerin bütününe sahip olmak şartıyla özgür olabilir. Şüphesiz ki, kişinin özgür olması için her şeyden önce negatif statü haklarına, yani bireysel haklara sahip olması gerekir. Ancak kişi aç ise, evsiz ise bu haklara sahip olmasının bir anlamı kalmaz. O nedenle kişinin pozitif statü haklarına, yani sosyal haklara da sahip olması gerekir. Nihayet, bu bireysel ve sosyal haklara sahip olan kişinin, aktif statü haklarına yani siyasal haklara da sahip olması gerekir. Çünkü, yönetimine katılamadığı bir devlette kişinin bu hakları geri alınabilir. Görüldüğü gibi hürriyet özünde bütündür. Buna hürriyetlerin monizmi ismi verilir.

Temel hak ve hürriyetlerin sınıflandırmasında diğer bir kategorizasyon ise haklarına niteliğine göre yapılır. Buna göre;

1-) Siyasal haklar: Seçme-seçilme, dernek kurma, siyasal parti ve derneklere üye olma hakları vs.

2-) Kültürel haklar: Herkesin kendi kültürünü (dil, din, mezhep, inanç örf-gelenek vs.) genel kurallarla çelişmediği sürece yaşama, yaşatma ve tanıtma hakkı.

3-) Ekonomik haklar: Mülkiyet edinme hakkı, ticaret yapma serbestiyeti gibi ekonomik temelli haklar.

4-) Sosyal haklar: Kişinin sosyal aktivitelere katılma, gösteri yapma, seyahat etme gibi sosyal içerikli hakları.

Temel hak ve hürriyetler daha pek çok açıdan tasnife tâbi tutulmuşlardır. Temel hak ve hürriyetler;

Konularına göre, “kişinin fizik hürriyetleri”, “düşünce hürriyetleri” ve “kolektif hürriyetleri” olmak üzere üçe,

Kullanılış biçimlerine göre “bireysel hürriyetler” ve “kolektif hürriyetler ” olarak ikiye,

– Tarihsel açıdan birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar olmak üzere üçe ayrılır.

Birinci kuşak haklar, tarihsel olarak ilk ortaya çıkan haklardır. Bunlar kişi haklarını (örneğin kişi güvenliği, konut dokunulmazlığı, düşünce hürriyeti) ve siyasal hakları (seçme ve seçilme, siyasal faaliyette bulunma hakları) içerir. Magna Carta Libertatum (1215) ile İngiltere’de kralın keyfi müdahalelerine karşın kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlarının geliştirilmesi sağlanmıştır. Haklar Bildirgesi (1689) John Locke’un fikirlerinin etkisiyle İngiliz Parlamentosu tarafından kabul edilmiştir. Bu bildirgeyle yaşama, hürriyet ve mülkiyet hakları güvence altına alınmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1775) ile yaşam, hürriyet ve mülkiyet haklarıyla beraber mutluluğu arama hakkından söz edilir. Fransız Vatandaş ve İnsan Hakları Bildirgesi (1789) temel insan hakları “hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve zulme” direnme olarak tespit etmektedir. Eşitlik, özgürlük ve adalet düşüncesinin kitleler tarafından telaffuz edildiği ilk siyasal örnektir.

İkinci kuşak haklar çalışma, dinlenme, emeklilik, sağlık hakkı gibi sosyal ve ekonomik hakları içerir. Bu haklar Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanmaya başlanmıştır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948) ikinci kuşağın ana özelliğini yansıtır. Bu bildirge seyahat hürriyeti, mal sahibi olma, evlenme, kanun önünde eşitlik, açık ve adil yargılanma hakkı, din hürriyeti, barışçı amaçlarla toplanma ve çeşitli sığınma haklarını ön plana çıkarır. Ayrıca sosyal güvenlik, uygun yaşama standardı, tıbbi bakım, istirahat, eğlence ve ücretli periyodik tatil gibi yeni haklar dizisini gündeme getirir Kölelik, işkence ve keyfi tutuklama bu bildiride yasaklanır. 19. yüzyılın ikinci yarısında kitle hareketlerinin etkisiyle İkinci kuşak haklar gündeme gelmeye başlamıştır. Bununla alakalı “sosyal haklar” ve aynı zamanda “sosyal devlet” kavramının doğuşu söz konusudur. Bireysel eşitlik yerine toplumsal eşitlik düşüncesi ön plana çıkmıştır. Daha çok sosyal demokrasi ideolojisi etrafında ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle faşizme ve militarizme tepkisel olarak ortaya çıkmıştır.

Üçüncü kuşak haklar ise çevre hakkı, barış hakkı, gelişme hakkı gibi haklardan oluşur. Bunlar en son çıkan haklar olup, bunlara “yeni insan hakları”, dayanışma hakları” da dendiği olur. Üçüncü kuşak haklar, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha çok 3. Dünya ülkelerinin bazı taleplerini ifade eder. Ulusların siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel geleceklerini belirleyebilme hakkı, sosyal gelişme kalkınma hakkı ve doğal kaynaklardan yararlanma hakkı gibi. Bunlarla beraber barış hakkı, sağlık ve dengeli bir şekilde yaşama hakkı gibi hakları da kapsamaktadır. 1982 yılında “Dayanışma haklarına İlişkin Uluslararası Üçüncü Pakt Önerisi” hazırlanmıştır. Tahran Bildirgesi (1968), La Haye (Mart, 1989), Rio Dünya Çevre Konferansı (1992), Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı Belgeleri (1993) bu hakların somutlaştırılması yönündeki bildirgelerdir.

Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması:

Anayasada tanınan hak ve hürriyetler aynı zamanda anayasal koruma altındadırlar. Bunun yanı sıra anayasa, temel hak ve hürriyetleri koruyucu kurallar da içermektedir. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasını düzenleyen 13. madde, bu sınırlamanın sınırını da belirtmiştir. Bu nedenle ilk olarak insan haklarının sınırlanmasında yasa koyucunun uymakla yükümlü olduğu sınırlamalar ele alınacaktır. 13. madde, sınırlama sebeplerini saydıktan sonra şu kurala yer vermektedir: “Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar, demokratik toplum  düzeninin gereklerine aykırı olamaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz”. Hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamalar, demokratik rejim anlayışına aykırı  olmamalıdır. Hangi demokratik toplum sorusu ise Anayasa Mahkemesi tarafından, Batı uygarlığınca benimsenen demokrasi anlayışı şeklinde cevaplandırılmaktadır. Demokratik toplumla ilgili yeterince açıklama yapıldığı için burada tekrar değinilmeyecektir.

Anayasanın öngördüğü ikinci sınırlama ise temel hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamaların, öngörüldükleri amaç dışında kullanılamamasıdır. Ölçülülük olarak adlandırılan bu ilke, genel ya da özel sınırlama amaçları  ile sınırlama işlemleri arasında bir dengenin bulunmasını  zorunlu kılmaktadır. Öngörülen amaçlar bahane edilerek, başka bir amaca ulaşmak için hak ve hürriyetler sınırlanmayacak; yahut meşru amaç güdülerek sınırlanmış olsalar bile, getirilen sınırlama bu amacın zorunlu ya da gerekli kıldığından fazla olmayacaktır. Yapılan sınırlamayla, sağladığı  yarar arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması  gerekir. Amaçla araç arasındaki makul ölçüyü aşan sınırlamalar anayasaya aykırıdırlar.

Hak ve hürriyetlerin korunmasıyla ilgili bir diğer hüküm, Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması  başlıklı  40.  maddedir. Madde, anayasayla tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahip olduğunu hükme bağlamaktadır. Ayrıca, resmi görevlilerce bireylere verilen zararlar,  devletçe karşılanacaktır.

Temel hak ve hürriyetlerin korunmasında zikredilmesi gereken en önemli anayasal imkan ise yargı denetimidir. Yargı denetimi olmaksızın, hak ve hürriyetlerin ihlalinin yaptırımı  olmayacak, yaptırımı  olmayan kuralların ise anlamı olmayacaktı r. Anayasa, bireylere, başkalarının işlem ve eylemlerine karşı  hak arama hürriyeti tanımasının yanı sıra; yasama organının, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasaya aykırı olarak insan haklarını  ihlal etmesini önlemek için Anayasa Mahkemesi’ni kabul etmiştir. İdare makamlarının hukuka aykırı işlem ve eylemlerinin bireyleri etkilemesi ise idari işlem ve eylemlerin yargısal denetimiyle önlenmiştir. Danıştay, idare ve vergi mahkemeleri, idarenin hukuka aykırı  işlemlerinin iptali; idari işlem ve eylemlerden doğan zararların tazmini için başvurulabilecek idari yargı mercileridir. Ayrıca, kişiler, diğer kişilerin hukuka aykırı eylem ve işlemlerine karşı adli yargı mercilerinin koruması altındadırlar.

İç hukukun öngördüğü yargı yollarına başvurduğu halde, hakkının ihlalini önleyemeyenlerin başvurabileceği önemli bir uluslararası koruma mekanizması  bulunmaktadır: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Günümüzde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bünyesinde etkin koruma için Avrupa İnsan Hakları  Mahkemesi önemli rol oynamaktadır.

Temel hak ve hürriyetlerin korunmasını “iç koruma” ve “uluslararası koruma” olarak ikiye ayırıp inceleyebiliriz.

A. İç Koruma:

Devletin kendi içinde, temel hak ve hürriyetlerin, yasama ve yürütme organlarına karşı ve keza özel kişilere karşı korunması gerekir.

1. Yasama Organına Karşı Koruma: Temel hak ve hürriyetleri yasama organına karşı korumanın en bilinen yolu, temel hak ve hürriyetleri yazılı ve katı bir anayasada saymaktır. Bu durumda, temel hak ve hürriyetler, anayasanın koruması altına girmiş olur; artık yasama organı temel hak ve hürriyetlere dokunma imkanından mahrum kalır. Ancak, bunun tam olarak gerçekleşmesi için, ülkede bir anayasa yargısının da olması gerekir. Zira, anayasa yargısı yoksa, yasama organı anayasada sayılan ve normalde dokunamayacağı temel hak ve hürriyetlere müdahale edebilir. Eğer anayasa yargısı varsa, yasama organının temel hak ve hürriyetlere müdahale eden kanunları Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir. Buna temel hak ve hürriyetlerin “anayasal korunması” ismini verebiliriz.

2. Yürütme Organına Karşı Koruma: Temel hak ve hürriyetler, yürütme organına karşı da korunmalıdır. Yürütme organı gerek, tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici işlemleriyle, gerek bireysel işlemleriyle (yani idari kararlarla), gerekse eylemleriyle temel hak ve hürriyetlere müdahale edebilir. İşte bu müdahalelere karşı temel hak ve hürriyetlerin korunabilmesi için, yürütme organının düzenleyici ve bireysel işlemlerine karşı yargı yolunun açık olması gerekir. İdarenin bir eylem ve işlemiyle temel hak ve hürriyetleri ihlal edilen kişiler, bu işlemin iptal edilmesi, eylemin durdurulması ve uğranılan zararın giderilmesi için mahkemelere başvurabilmelidir. Buna temel hak ve hürriyetlerin “idari yargı yoluyla korunması” ismini verebiliriz.

3. Özel Kişilere Karşı Koruma: Nihayet özel kişiler de diğer özel kişilerin temel hak ve hürriyetlerini ihlâl edebilirler. Bir kişinin temel hak ve hürriyetlerine hukuka aykırı şekilde yapılan bir müdahale medeni hukuk bakımından “haksız fiil” ve ceza hukuku bakımından -yerine göre- “suç” oluşturur. Temel hak ve hürriyeti bir başkası tarafından ihlal edilen kişi, o kişiye karşı tazminat davası veya ceza davası açabilir. Buna temel hak ve hürriyetlerin “adli yargı yoluyla korunması” ismini verebiliriz. Şüphesiz burada kişinin temel hak ve hürriyetlerine müdahale eden diğer kişinin bir özel kişi olmasının veya bir kamu görevlisi olmasının bir önemi yoktur. Kişinin dokunulmazlığı ilkesini kişiye işkence ederek, bir özel kişi de, bir polis memuru da ihlal edebilir. Her iki durumda da kişinin temel hak ve hürriyetlinin adli yoldan korunması gerekir. Keza temel hak ve hürriyetine hukuka aykırı olarak müdahale edilen kişi, bu müdahalenin önlenmesini kolluk makamlarından da talep edebilir.

B. Uluslararası Koruma:

Temel hak ve hürriyetler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası alanda da korunmaya başlanmıştır. Temel hak ve hürriyetlerin uluslararası korunması alanında organlar oldukça çeşitlidir. “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu”; “İnsan Hakları Komitesi”, “Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Komitesi”, “İşkencenin Önlenmesi Komitesi” gibi çeşitli komisyon ve komiteler varsa da bunların arasında en önemlisi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi: Avrupa Konseyi çerçevesinde imzalanan 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi birçok temel hak ve hürriyeti tanımakta ve bunların korunması için güvenceli bir sistem getirmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1 Kasım 1998’de yürürlüğe giren 11 nolu Protokol ile değiştirilen son şekline göre), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi isimli bir mahkeme kurmaktadır. Sözleşmede tanınan temel hak ve hürriyetleri, Sözleşmeyi imzalayan bir devlet tarafından ihlâl edilen kişiler, bu devlete karşı, bu Mahkemeye “bireysel başvuru ” denen bir usulle başvurabilirler. Bir kişinin Mahkemeye başvurabilmesi için öncelikle kendi ülkesinde hakkını araması, yani iç hukuk yollarını tüketmesi gerekmektedir (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, m. 35). Kişiler, iç hukukta hakkını aradıktan ve bu konuda olumsuz nihai kararı aldıktan sonra 6 ay içinde yazılı olarak Strasbourg’ta bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmalıdırlar (m. 35/1).

Bu mahkemenin yargılama dili İngilizce veya Fransızca’dır. Ancak, başvuru mektubu Konsey üyesi devletlerin birinin diliyle (örneğin Türkçe) de yazılabilir. Mahkeme, yapılan başvuruları önce ön koşullar açısından inceler ve bir eksiklik görmez ise başvurunun esastan incelenmesine karar verir. Ön koşulları taşımayan başvurunun reddine karar verir (m. 35/2). Bu karar kesindir. Bu karara karşı başvuru yolu yoktur. Mahkeme ön koşullar açısından kabul edilebilirlilik kararı verdikten sonra esas hakkında karar vermeden önce, taraflara “dostane çözüm” önerebilir (m. 38). Taraflar (yani bireysel başvuru sahibi ile devlet) kendi aralarında uzlaşırlar ve bu uzlaşma da Mahkemece benimsenirse, başvuru sonuçlanmış olur (m. 39). Dostane çözüm  yoluyla bir sonuca ulaşılamamışsa, mahkeme başvuruyu esastan inceler; tarafların yazılı görüşlerini alır; gerekli görürse duruşma yapar, tanık dinler, keşif yapar. Mahkeme başvuru sahibinin Sözleşmede tanınan bir hakkının devlet tarafından ihlâl edildiği kanısına varırsa, “hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder” (m. 41). Yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin hükmedebileceği müeyyide, devleti “tazminat” ödemeye mahkum etmekten ibarettir. Mahkemenin, devletin Sözleşmeye aykırı işlemini iptal etme gibi bir yetkisi yoktur. Devlet de Mahkeme tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bulunan eylem ve işlemini geri almak zorunda değildir. AİHM kararları bağlayıcıdır (m. 46). Ancak bu kararların cebri icrası mümkün değildir. Mahkeme kararlarının uygulanıp uygulanmadığı Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından denetlenir (m. 46).

Türkiye’de 4771, 4793 ve 4926 sayılı kanunlara göre, bir Türk mahkemesi kararının AİHS’ne aykırı olduğu AİHM kararlarıyla tespit edilmiş ise, ilgili kişi AİHM’nin kararının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içinde bu sebepten dolayı AİHS’ne aykırı karar veren Türk mahkemesinden “yargılamanın yenilenmesi”ni isteyebilir.

Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlandırılması:

İnsanlara bir takım hakların tanınması, bu hakların sınırsızca kullanılacağı  anlamına gelmemektedir. Ancak hangi hakların ne kadar sınırlanabileceği, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Toplum hayatında temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması kaçınılmazdır. Sınırsız, mutlak hürriyet kavramı toplum ve devlet hayatı içinde yer alamaz. Devletin ve toplumun var olabilmesi ve sürekliliğinin sağlanması için hürriyetlerin sınırlandırılması kaçınılmaz bir zorunluluk teşkil eder. Ancak, demokratik bir toplumda, temel hak ve hürriyetler sınırlandırılsa bile, bu sınırlandırma sınırsız, keyfi bir şekilde olmamalı ve temel hak ve hürriyetler bütünüyle yok edilmemelidir. Yani sınırlandırmanın da sınırları olmalı, sınırlandırma birtakım şartlara bağlı olmalıdır. İşte şimdi sınırlandırmanın sınırlarını yani şartlarını görelim.

1. Sınırlama, Yasama Organı Tarafından Kanunla Yapılmalıdır: 1789 Bildirgesi’nden beri kabul edilmiş bir prensibe göre, temel hak ve hürriyetler ancak yasama organı tarafından kanunla sınırlanabilir. Bu sayede a-) temel hak ve hürriyetlere yürütme organının müdahale etmesi önlenmiş, b-) sınırlandırmanın kamuoyu denetimi altında yapılması sağlanmış, c-) sınırlamanın kişilere özgü değil genel için yapılması sağlanmış olur.

2. Sınırlama Belli Sebeplere Dayanmalıdır: Temel hak ve hürriyetler, keyfi olarak, zevk için değil, kamu düzeninin, genel sağlığın, genel asayişin korunması için sınırlanabilir.

3. Sınırlamada Ölçülülük İlkesine Uyulmalıdır: Sınırlama kanunla yapılsa ve kamu yararını amaçlasa dahi, temel hak ve hürriyetin sınırlandırılmasında başvurulan araç, ulaşılmak istenen amaçla ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

4. Sınırlama, Anayasaya Aykırı Olmamalıdır: Temel hak ve hürriyetlerin anayasa tarafından tanındığı ve düzenlendiği bir sistemde kanunla yapılan sınırlamalar anayasanın özüne aykırı olmamalıdır.

5. Çekirdek Alana Dokunulmamalıdır: Şüphesiz gerektiği ölçüde, kural olarak, bütün temel hak ve hürriyetler sınırlandırılabilir. Ancak, demokratik bir hukuk devletinde, ölüm cezaları dışında kişilerin öldürülmesi, hangi durumda olursa olsun kişilere işkence edilmesi kabul edilebilecek şeyler değildir. Bu nedenle, temel hak ve hürriyetler ne kadar sınırlanırsa sınırlansın, devlet yaşama hakkı gibi temel haklara saygı duymak zorundadır.

6. Ek Şartlar: Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırmasında yukarıdaki şartların dışında bazı anayasalar ek şartlar da öngörmektedir. Örneğin 1961 Anayasası’na göre bir temel hak ve hürriyeti sınırlandıran kanun, o hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz. Keza 1982 Anayasası’na göre temel hak ve hürriyetlerle ilgili sınırlamalar, “demokratik toplum düzeninin gerekleri”ne aykırı olamaz.

Temel Hak ve Hürriyetlerin “Sınırlılığı”,“Anayasal sınırlar” ve “objektif sınırlar” durumunda temel hak ve hürriyetlerin “sınırlandırılmasından değil, “sınırlılığından” bahsedilir.

Anayasal Sınırlar: Bazı temel hak ve hürriyetlerin ayrıca kanunla sınırlandırılmasına gerek yoktur. Zira, bunlar bizzat anayasalar tarafından daha tanınırken sınırlandırılmıştır. Örneğin Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, 1982 Anayasasının 34. maddesine göre, “silahsız ve saldırısız” olması koşuluyla mevcuttur. Keza hak arama hürriyeti de aynı anayasanın 36. maddesine göre “meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle” hak aramayı kapsar. Bu şu anlama gelmektedir ki, kişilerin zaten, “silahlı ve saldırılı” toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı yoktur. Kimse, “meşru vasıta ve yollar” dışında hak arama hürriyetine sahip değildir.

Objektif Sınırlar: Ayrıca her hak ve hürriyetin, Anayasada belirtilmemiş olsa bile, o hürriyetin niteliğinden doğan, yani “eşyanın tabiatında mevcut olan”, objektif sınırları vardır. Örneğin dilekçe hakkı , dilekçede bir başkasına hakaret edilmesine izin vermez; basın hürriyeti kişilerin şeref ve haysiyetine tecavüzü, düşünceyi açıklama hürriyeti suç işlenmesini kışkırtmayı kapsamaz.

Temel Hak ve Hürriyetlerin Arasında Hiyerarşi Var Mıdır?: Şüphesiz ki değerleri bakımından hak ve hürriyetler arasında hiyerarşi olduğu düşünülebilir. Örneğin yaşama hakkının seyahat hürriyetinden daha değerli olduğu söylenebilir. Ancak, hukuk teorisi bakımından, kural olarak, aynı anayasa tarafından tanınmış temel hak ve hürriyetler arasında hiyerarşi kurulması mümkün değildir. Çünkü, pozitif bir hukuk sisteminde, temel hak ve hürriyetlerin arasında hiyerarşi kurulabilmesi için anayasa normları arasında hiyerarşinin olması gerekir ki, bu mümkün değildir. Anayasanın bütün maddeleri, hukuki geçerliliklerini aynı kurucu iktidardan alır ve hepsi normlar hiyerarşisinde aynı basamakta bulunur. Anayasa normları arasında hiyerarşi yok ise, bu normlardan kaynaklanan temel hak ve hürriyetler arasında da hiyerarşi yoktur.

Olağanüstü Hallerde Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlandırılması: Savaş, seferberlik, ayaklanma, deprem, salgın hastalıklar gibi olağanüstü hâllerde temel hak ve hürriyetlerin normal dönemlere göre çok daha aşırı ölçüde sınırlandırılmasına, hatta bu hürriyetlerin askıya alınmasına izin verilmektedir. Bu dönemlerde “zaruret hâli (état de nécessité)” teorisine göre, yürürlükteki hukuk düzeniyle bağlı olmaksızın temel hak ve hürriyetler sınırlandırılabilecektir (zaten birçok yazılı anayasa bunu ayrıca kabul etmektedir). Bu dönemlerde temel hak ve hürriyetler gibi önemli değerlere müdahale edilir. Ancak bu müdahale, zevk için değil, daha üstün değerleri korumak için yapılmaktadır. Örneğin kişilerin yaşamlarını korumak için sokağa çıkma hürriyetleri askıya alınmaktadır. Olağanüstü hâllerde temel hak ve hürriyetlere müdahale edilmesi, itfaiye erlerinin bir evin camlarını kırarak içeri girip yangını söndürmelerine benzetilebilir. Camların kırılması mülkiyet hakkına bir müdahaledir; ama bu yapılmazsa evin tamamı yanacaktır. Olağanüstü hâllerde bazı hürriyetlerin askıya alınabileceği kabul edilmezse çok daha büyük zararlar ortaya çıkar.

Zaruret Hali Teorisi:

 “Magna Carta prensipleriyle bir savaş idare edilemez” (Lord Scrutton).

“Ev yanıyorsa, ona itfaiye göndermek için hâkimden izin istenmez” (Jean Romieu).

1907 yılında Rusya’da Çarlık Hükümeti Başkanı Stolypin, kendisini, istisnai mahkemeler kurmakla eleştiren muhalefete şu cevabı vermiştir: “Yanan bir evde camların kırılması mubah sayılır”. Muhalefetin “iktidarın elleri kanda” üzerine Stolypin, “şayet hükümetin elleri kandaysa, bu onun olağanüstü bir ameliyat yapmak mecburiyetinde bulunan bir operatör durumunda olmasındandır” demiştir. ABD Başkanı Abraham Lincoln ise iç savaş sırasında Habeas Corpus Act’a aykırı kararlar almakla kendini itham edenlere şu cevabı vermiştir: “Bazen bir hayatı kurtarmak için bir uzuv feda edilebilir; fakat bir uzvu kurtarmak için hayatın feda edilmesi akıllıca bir iş olmaz”.

1961 Anayasası ilk haliyle şu düzenlemeyi içermekteydi: “Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun; kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz”. Bu özgürlükçü anlayış, anarşi ortamının sorumlusu olarak görüldüğü için, 12 Mart 1971 yılındaki askeri muhtıra sonrasında yapılan değişiklikle, temel haklar ve hürriyetlerin sınırlanması  şu şekilde düzenlenmiştir: “Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile veya Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz. Bu Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbirisi, insan hak ve hürriyetlerini veya Türk Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayırımına dayanarak, nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kastı  ile kullanılamaz. Bu hükümlere aykırı  eylem ve davranışların cezası  kanunda gösterilir”.

Devlet otoritesinin,  kişi ve toplum aleyhine büyümesi şeklinde özetlenebilecek  bu gelişme, kardeş kavgasının büyümesini engelleyememiş, 12 Eylül 1980 tarihli askeri müdahale sonrasında yapılan 1982 Anayasası , temel hak ve hürriyetleri sorumlu olarak gören anlayışın etkisiyle daha ayrıntılı  sınırlamalara yer vermiştir. Temel hak ve hürriyetlerin geneline yansıyan sınırlayıcı  anlayış, günümüzde toplum tarafından zorlanmaktadır. 1961 Anayasası  döneminde lüks olarak nitelenen temel hak ve hürriyetlerin artık toplum tarafından talep edilmesi olumlu bir gelişmedir.  Örneğin kamu görevlileri, sendika hakkı  ve siyasal haklar için uğraş vermektedirler. Düşünceyi ifade hürriyetine getirilen sınırlamalar tartışılmaktadır. Ayrıca toplumsal kargaşanın sorumlusunun temel hak ve hürriyetleri olmadığı  açıkça görülmektedir. 1982 Anayasası  temel hak ve hürriyetleri üçlü bir sınırlama sistemine tabi kılmıştır:Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması, temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmaması, temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması.

1982 Anayasası, 12. maddesinde herkesin, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu belirttikten sonra, bu hakların kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı  ödev ve sorumluluklarını  da içerdiğini söyleyerek sınırlamalara geçmiştir. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması  başlıklı 13. maddeye göre  genel sınırlama sebepleri şunlardır: Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması . Ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde de sınırlama sebeplerine yer verilebilecektir. Sosyal ve ekonomik haklar devlete bir takım yükümlülükler getirmektedir. Devletin bu hakları  sağlamakta yetersiz kalması  ya da görevlerini gereği gibi yerine getirememesi bu hakların sınırlanması anlamına gelecektir. Örneğin, sosyal güvenlik hakkının getirdiği yükümlülüklerin yerine getirilmemesi, çalışanların ve emeklilerin sosyal güvenlik hakkından yeterince yararlanamamaları sonucu doğurmaktadır.

1982 Anayasası’nda gördüğümüz temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması esasının yanı sıra bir de temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmaması kuralı vardır. Buna göre; Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını  tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı  yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar. Anayasanın hiçbir hükmü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını  verir şeklinde yorumlanamaz. Anayasanın 15. maddesine göre savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması  kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. Görüldüğü gibi, temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının yanı sıra anayasanın tanıdığı  güvenceler de ortadan kaldırılabilecektir. Bu önemli yetki, savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde kullanılacağına göre öncelikle bu kavramları incelemek gerekmektedir.

1-) Seferberlik: 2941 sayılı  Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu’nun 3. maddesine göre seferberlik, devletin tüm güç ve kaynaklarının, başta askeri güç olmak üzere, savaşın ihtiyaçlarını  karşılayacak şekilde hazırlanması, toplanması, tertiplenmesi ve kullanılmasına ilişkin bütün faaliyetlerin uygulandığı; hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen sınırlandırıldığı  haldir. Seferberlik hali, ülkenin bir bölümünde (kısmi) veya tamamında  (genel) ilan edilebilir.

2-) Savaş: Devletin varlığını  sürdürmek, milli menfaatleri sağlamak ve milli hedefleri elde etmek amacıyla, başta askeri güç olmak üzere devletin maddi, manevi tüm güç ve kaynaklarının hiçbir sınırlamaya tabi tutulmadan kullanılmasını gerektiren silahlı mücadeledir. Savaş ilanına karar verilmesinden, bu halin kaldırıldığının ilan edilmesine kadar savaş hali söz konusu olacaktır (2941 sayılı  yasa, m. 3).

3-) Olağanüstü Hal: Anayasanın 119. maddesine göre tabii afet, ağır ekonomik bunalım veya tehlikeli salgın hastalık hallerinde olağanüstü hal ilan edilebilecektir. Ayrıca, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması  üzerine de olağanüstü hal ilan edilebilir (Anayasa m. 120).

4-) Sıkıyönetim: Anayasanın tanıdığı  hür demokrasi düzeninin veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilanını  gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması  veya savaş hali, savaşı  gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması  veya vatan veya Cumhuriyete karşı  kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle sıkı yönetim ilan edilebilir.

Savaş ilanı yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Ancak, Meclis tatilde veya ara vermede iken ülkenin ani bir silahlı  saldırıya uğraması ve bu sebeple silahlı  kuvvet kullanılmasına derhal karar verilmesinin kaçınılmaz olması halinde Cumhurbaşkanı da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar verebilir (Anayasa m. 92). Seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilanına ise Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu kararlar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur. Seferberlik ilanı  ve sıkıyönetim hallerinde kamu düzenini sağlama yetkisi askeri makamlara geçer. Olağanüstü hallerde ise sivil makamlar yetkilidir. Anayasa’nın 15. maddesine göre temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması  için yukarı da belirtilen hallerden birinin ilanı  gerekmektedir.

İkinci olarak, milletlerarası   hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilmemesi zorunluluğu getirilmiştir. Bu zorunluluktan yola çıkılarak, özellikle Avrupa İnsan Hakları  Sözleşmesi’yle tanınan özgürlüklere dokunulamayacağı  şeklinde bir yorum yapmak mümkündür. Çünkü Avrupa İnsan Hakları  Sözleşmesi Devletin belirli davranışlarda bulunmasını  yasaklamaktadır. Ancak  Avrupa İnsan Hakları  Sözleşmesi’nin 15. maddesi de temel hak ve hürriyetlerin olağanüstü hallerde durdurulmasına imkan tanımaktadır. Bu nedenle, Sözleşmenin  15. maddesi uygulamasından da kısaca söz etmek gerekiyor. Avrupa İnsan Hakları  Komisyonu ve Divanı  (Avrupa İnsan Hakları  Mahkemesi), temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasını  haklı  gösterecek nedenlerin bulunup bulunmadığını denetlemektedir. Komisyon ve Divan, 15. madde uygulamasında,  ulusun yaşamını tehdit eden tehlikenin varlığı   ölçütünü kullanmaktadır. Savaş ya da ulusun varlığını tehdit eden tehlikenin varlığı  şu şekilde açıklanmaktadır: “Sadece belli grupları ya da kişileri değil, nüfusun tamamını  hedef alan ve söz konusu devleti oluşturan topluluğun yaşam düzenini tehdit eden, boyutları  olağanüstü ve gerçekleşmesi kesin ve yakın olan tehlike ya da kriz”. Anayasanın 15. maddesi temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulmasını durumun gerektirdiği ölçüyle sınırlamaktadır. Alınan tedbirler olağanüstü durumun gerektirdiği ölçüde ve olağanüstü durumun ortadan kaldırılmasına yönelik olmalıdır.

Son olarak bazı haklara mutlak dokunulmazlık sağlanmıştır. Bu hakların kullanılmasının durdurulması ya da ortadan kaldırılması söz konusu olamayacaktır. Anayasanın 15. maddesine göre; savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilanında dahi kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz (Savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler ile ölüm cezalarının infazı  hariç tutulmuştur). Kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı  suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz. Temel hak ve hürriyetlerin durdurulmasından, 1961 Anayasası’nın sıkıyönetimi düzenleyen 124. maddesinde de söz edilmekteydi. 1982 Anayasası’nın farkı ayrı bir madde olarak düzenlemesi ve anayasada öngörülen güvencelerin kaldırılabilmesine imkan tanımasıdır. Özellikle yargısal denetimin kaldırılması, yapılan işlemlerin, olağanüstü durumun gereklerine uygun yapılıp yapılmadığını  denetlemeyi olanaksız kılmaktadır. Bu nedenle 15. madde uygulamada insan hakları için tehlikeli sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin getirdiği koruma düzeni, bu olumsuzluklara karşı  bir sigorta sayılabilir. Avrupa Konseyi’nden çekilmeyi ya da uzaklaştırılmayı göze alabilecek bir iktidar karşısında hiçbir hukuki güvence kalmadığını da belirtmek gerekiyor.

İnsan Haklarına Kavramsal ve Tarihsel Bakış:

İnsan hakları üzerinde durmadan önce “insan” ve “hak” kavramlarının tanımlarını vermek yerinde olur. İnsan varlığına ve insanın ne olduğuna ilişkin sorular felsefenin başlangıcından beri söz konusudur. İnsanın niteliğine yönelik soru ile aslında şunları sormuş oluruz; insanın doğası (özü) nedir, insanın bir doğası var mıdır, insanı insan yapan şey nedir, insanın ayırt edici nitelikleri nelerdir? Bazı filozofların öngördüğü gibi insan, soyunun başlangıcında bir doğal durumda yaşamış olsa bile, burada insan tıpkı hayvanlar gibi sürü halinde yaşıyor olacağından, henüz insan olma evresine varmış sayılmaz. Bu nedenledir ki Aristoteles insanı zoon politikon (politik hayvan) olarak tanımlamıştır. Sürü halinde yaşayan canlının sürüde bulunuşunu belirleyen şey içgüdüdür. Oysa en basit düzeyde örgütlü bir toplulukta bulunmak için içgüdü yeterli değildir, akla gerek vardır. Toplumun oluşturulması ve biçimlendirilmesi akıllı bir varlığın işidir. İnsan hakkı kavramı da toplum içinde olmaktan gelmektedir.

İnsan hakları birlikte yaşamanın gerektirdiği bir şeydir. Tek başına ıssız adada yaşayan bir insanın hakkından söz edilemez. Herhangi bir şeyin hak olduğu söylendiğinde, bunu tartışılmaz olduğu ve herkes tarafından kabul edilmesi gerektiği anlatılmak istenir. Toplu yaşam içerisinde bireye var olan yasalar, evrensel beyannameler veya en azından sözlü bir gelenekle tanınan belli şekillerde hareket etme özgürlüğü, yetisi ya da imkanına “hak” denilebilir. İnsan hakları kavramı içinde toplanan; yaşama, özgürlük, eşitlik, çalışma, eğitim alma, sağlıklı yaşama, meslek sahibi olma uygun bir hayat standardına sahip olma, yerleşme ve seyahat özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, bilimsel, felsefi ve sanatsal faaliyette bulunma özgürlüğü ve benzeri haklar yukarıda sözü edilen hakları içermektedir. Diğer bir ifadeyle insan hakları ya da kamu özgürlükleri kavramını şu şekilde tanımlayabiliriz: İnsanın tek tek kişilerle ve iktidarla ilişkileri içinde kendi malı olarak elinde bulundurduğu, kurallarla yönetilen ayrıcalıklardır.

Tore Lindholm’e göre bu kavramın özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1-) Evrensellik: İnsan hakları, insana sırf insan için tanınan haklar olduğundan, günümüz dünyasındaki bütün insanlar bu haklara sahiptirler. Ama evrensellik sadece hak sahipliğini kapsamaz. Muhataplık ve sorumluk anlamında da insan haklarının evrensel olduğunu belirtmek gerekir. Günümüzün uluslararası toplumunda bütün devletler ve dolaylı olarak bütün kişiler, insan haklarına uymak zorundadırlar.

2-) Geniş İçerik: Kısmen uluslararası konsensüs, kısmen de pazarlıklarla belirlenen ve her bir insanın doğal hakkı olan siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve sivil haklardan oluşan, sağlam zemine oturmuş, mantıken iyi dengelenmiş ve bunun yanında gelişmeye açık bir haklar paketi.

3-) İkili Sorumluluk: İnsan hakları konusunda devletlerin iki türlü sorumluluğu bulunmaktadır. Devlet bir taraftan halka karşı sorumluluğunu yerine getirmelidir. Bu, kendi yetki ve sorumlukları dahilinde yeterli anayasal, yasama ve idari uygulama tedbirlerini alarak ve her bir insanın hakkını koruyarak mümkün olabilir. Diğer taraftan da devlet, diğer devletlere karşı sorumluluğunu yerine getirmelidir. Bunun için, devletin, insan haklarında uluslararası standardın geliştirilmesi için diğer devletleri teşvik etmesi ve gözetlemesi, ayrıca ulus üstü insan hakları kuruluşlarına destek olması gerekmektedir.

4-) Yasal ve Ahlaki Temeller: Devletlerin kendi içindeki anayasa ve diğer yasaları ile uluslararası anlaşmaları, hem yasal hem de ahlaki geçerlilik temellerine sahip olmalıdır. Bütün insanların özgür ve eşit olduğunu belirten ahlaki yasayı referans almayan bir düzenlemenin meşru addedilmesi mümkün değildir.

İnsan hakları kavramı uzun zamanın bir ürünüdür. Kavram belli bir evrim sonucunda bugünkü halini almıştır. İnsanlığın tarih boyunca yaptığı zorlu mücadeleler sonucunda dünyada kabul görür bir duruma gelmiştir. Günümüzde insan haklarının bütünü uluslararası belge ve sözleşmelerle güvence altına alınmıştır. İnsan hakları kavram olarak Batı’da şekillenmiş ve gelişmiştir ancak bu mücadelelerin yalnızca Batı’da yapıldığı anlamına gelmez. Batı’da bir kavram olarak yansımasını bulan insan hakları, yaşamış ve yaşamakta olan tüm insan topluluklarının mücadelesi sonucunda oluşmuştur.

I. Kişi Özgürlükleri ve Siyasal Haklar:

Bugün klasik ya da geleneksel haklar olarak adlandırdığımız bu haklar (1. kuşak haklar) büyük ölçüde aristokrasi-burjuvazi çatışmasına dayanmaktadır. İki sınıf arasındaki çelişki ve çıkarlar çatışması, özellikle siyasal hakları netleştirmektedir. Ayrıcalıklar üzerine kurulu feodal rejime karşı devrimci burjuvazinin verdiği mücadele, özgürlük ve eşitlik kavramlarının doğmasına önayak oldu. 17. ve 18. yüzyıl devrimleri feodal çağın kapanmakta olduğunu müjdelerken, beraberinde hak ve özgürlükler demetini getirdiler. Feodalite-burjuva çelişkisi sonucu doğan hak ve özgürlükler, büyük düşünce akımlarının da etkisiyle dönemin, İngiliz, Amerikan ve Fransız haklar bildirgelerinde yer alarak hukuk düzeninin yapıtaşları haline geldiler. Birinci kuşak haklar Amerikan ve Fransız devrimlerinden doğmuştur.

İlk ve orta çağda insan hakları açısından kayda değer bir gelişmeden söz edilemez. Antik  Yunan ve Roma’da ise demokrasinin ve insan hakları düşüncesinin ilk izleri görülmektedir.  Sadece siyasal haklar vardır ve seçkin kişiler yasa karşısında eşittir. Ancak kadınlar ve köleler bundan yoksun bırakılmıştır. Ancak Ortaçağ’da 1215 tarihinde Magna Carta Libertatum (Büyük Hürriyet Fermanı) ile İngiltere’de kralın keyfi müdahalelerine karşın kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlarının geliştirilmesi sağlanmıştır. Aydınlanma Çağı denen bu dönemi etkileyen en önemli düşünürlerden birisi de John Locke’dur. Locke, insanların yaşama, hürriyet ve mülkiyet sahibi olmak için tabii bir hakka sahip olduğu görüşünü ortaya attı. Locke’ un bu teorisi, İngiliz parlamentosunun 1689 tarihli Haklar Bildirgesine temel teşkil etmiştir. John Locke (1632-1704) Liberalizmin en önemli kurucularından biri kabul edilir. Locke’un fikirleri İngiltere dışında başka devletleri de etkiledi. 1775 yılında Virginia devletinde benzeri bir haklar bildirgesi düzenlendi. Bu bildiride yaşama hürriyeti ve mülkiyet hakkından sonra yeni bir hak, mutluluğu arama hakkından söz edilir. Bildiride bu dört hak Amerika tarafından 1775’te ilan edilen Bağımsızlık Bildirgesi’nde aynen yer almıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi insan eşitliği düşüncesini bir metin içinde kayda geçiren ilk bildirgedir. Bu bildirgeyi kaleme alan Thomas Jefferson, insan eşitliği ve özgürlüğü konularını hayata geçirecek en önemli unsur eğitimdir.  Bunun ardından Fransız İhtilali(1789), eşitlik, özgürlük ve adalet düşüncesinin kitleler tarafından telaffuz edildiği ilk siyasal örnektir. İhtilalin felsefesi eşitsizliğe başkaldırıdır. İhtilalle beraber Fransız Vatandaş ve İnsan Hakları Bildirgesi 1789 yayınlanır.  Bildirge “İnsanlar hür ve eşit şartlarda doğar ve öyle kalır” ilkesi çerçevesinde temel insan haklarını “hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve zulme direnme” olarak tespit etmektedir.

II. Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar:

19. yüzyılda eşitlik ve özgürlük herkese tanınmış idiyse de, bunlardan küçük bir zümre yararlanabiliyordu (sınırlı oy hakkı). Bu dönemde tanık olunan toplumsal sefalet, işçi sınıfının (proletarya) içinde bulunduğu güç koşullar bunun en belirgin kanıtıydı. İşçi sınıfı sanayi devrimiyle beraber bu ortamda doğdu ve toplumsal muhalefeti oluşturmakta gecikmedi. Çalışan kesimlerin 19. yüzyılın ikinci yarısında şiddetlenen mücadelelerinde özellikle siyasal haklar ve ekonomik talepler ön plana çıkıyordu; seçme ve seçilme ve siyasal örgütlenme hakları, çalışma olanaklarının düzeltilmesi, iş olanaklarının yaratılması, toplumsal güvenliğin sağlanması, sendika ve grev hakları. Siyasal haklar uğruna verilen mücadele ile sosyal haklar savaşını aynı kaynaktan doğuruyordu. Bu ekonomik olarak güçsüz durumdaki kitlenin siyasal ve toplumsal eşitsizliklere karşı tepkisi olarak nitelendirilebilir. Eşitliğin öne çıkarılmasıyla özgürlüklerin toplumsallaşması, bir yandan emekçi sınıfın mücadelesinde, öte yandan sosyal devlet kuramında ön plana anlam kazanır.

Devletin ilk kuşaktaki kayıtsızlığı yerini haklarla ilgili ve sorumlu devlet anlayışı almıştır. Bu yeni devlet de sosyal devlet olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde hukuk metinlerince tanınan sosyal ve kültürel haklar, 20. yüzyılın başında Anayasalarca (1917 Meksika, 1919 Almanya, 1924 Sovyetler Birliği) düzenlenecektir. 1948 yılında Birleşmiş Milletler genel kurulunda geçen ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ikinci kuşağın ana özelliğini yansıtır. Bu bildirge seyahat hürriyeti, mal sahibi olma, evlenme, kanun önünde eşitlik, açık ve adil yargılanma hakkı, din hürriyeti, barışçı amaçlarla toplanma ve çeşitli sığınma haklarını ön plana çıkarır. Kölelik, işkence ve keyfi tutuklama bu bildiride yasaklanır. Ayrıca sosyal güvenlik, uygun yaşama standardı, tıbbi bakım, istirahat, eğlence ve hatta ücretli periyodik tatil gibi bazı yeni haklar dizisini gündeme getirir. Toplumsal etmenleri geçen yüzyılda hazırlanmış olan ikinci kuşak hakların güvence altına alınması yüzyılımızın olgusudur.

III. Dayanışma Hakları:

II. Dünya Savaşı’ndan sonra hak ve özgürlükler, uluslararası ilişkilerin gelişmesi ve uluslararası örgütlerin kurulması (BM teşkilatı) ile uluslararası düzlemde gündeme gelmeye başladı. Bunda özellikle sömürgeden çıkan Üçüncü Dünya devletlerinin baskısı rol oynamıştır. “Dayanışma hakları”  adı verilen kuşağı doğuran etmenlerin başında bilimsel ve teknik ilerlemelerin ortaya çıkardığı sorunlar yer alıyor. Nükleer teknoloji ile atom çağına girilmiş; nükleer yayılma ise insanoğlunun varlığını sürdürme sorununu gündeme getirmiştir. İnsan çevresini tüketen sınai büyüme yanında, kalkınmakta olan ülkeler ve bağımsızlığına yeni kavuşmuş az gelişmiş devletlerin karşı karşıya bulunduğu ciddi sorunlar da insan hakları üzerinde yeniden düşünmeyi gerekli kılmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda 1982 yılında “Dayanışma haklarına İlişkin Uluslararası Üçüncü Pakt Önerisi” hazırlanıyor ve dört özgün hak ayrıntılı biçimde düzenlenecektir: Çevre hakkı, gelişme hakkı, barış hakkı, insanlığın ortak mal varlığına saygı hakkı. Tahran Bildirgesi (1968), La Haye (Mart, 1989), Rio Dünya Çevre Konferansı (1992), Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı Belgeleri (1993) bu hakların somutlaştırılması yönünde belgelerdir.

Köleliğe Karşı Mücadele:

Köle ve kölelik, yaratılışında kişisel yararını aşırı derecede korumak eğilimi bulunan İnsan’ın var olduğu ilk zamanlardan beri olagelmiştir. Köleciliğe, önce ahlaki kurallarla engeller oluşturulmuş ancak, içgüdüsünde egoizmin hakim olduğu köle sahibinin ahlakı ve vicdanı köleliği tam önleyemediğinden, emredici din ve hukuk kuralları yaptırımlar getirmiş, bir çok milletler arası sözleşmeler de konu köleliği ortadan kaldırmaya çalışmış, büyük ölçüde başarı sağlamış, fakat, günümüzde, özellikle geri kalmış ülkelerde kölelik hala tamamen ortadan kaldırılamamıştır. Bu konuda yapılan mücadele şu şekilde özetlenebilir:

– Önceleri İngiltere’ de daha sonra Amerika’da kurulan Dostlar Derneği 1770’de müminlere köleliği yasaklıyor.

– 1780’de Dostlar hareketinin yoğun olduğu Pensilvanya’da, köleleri özgürleştiren bir yasa çıkartılıyor.

– ABD’de 1807-1808 yıllarında köle ticareti yasaklanıyor, köleliğe son verilmesi ise 1865’de gerçekleştirilmektedir. Fransa ise Batı Hint adalarında köleliği 1848’de kaldırmaktadır.

Devletlere köle ticaretini yasaklamaya çağıran belgeler şu şekilde sıralanabilir:

–   1814-1815 Paris Barış Antlaşmaları,

–   1815 Viyana Kongresi,

–   1822 Verona Bildirgesi,

–   Köleliğin kaldırılmasıyla ilgili belgeler şunlardır:

–   1841 Londra Antlaşması,

–   1862 Washington Antlaşması,

–   1855 Berlin Konferansı,

–   1890 Brüksel Konferansı,

–   1922’de kurulan Kölelik geçici Komisyonun uluslararası sözleşme ile köleliğin kaldırılması yolundaki çalışmalar sonucunda 1926’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda “Köleliğe Karşı Uluslararası Sözleşme” kabul edildi. 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile kölelik kesin olarak yasaklanıyor.

Temel İnsan Hakları Belgeleri:

A-) Genel Korunmayı Sağlayan Belgeler:

– Birleşmiş Milletler Şartı (1945)

– İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948)

– İnsan Haklarına İlişkin Uluslararası Sözleşmeler (1966) (Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi 1966. Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi 1966)

B-) Özel Koruma Sağlayan Belgeler

– Irk ayrımcılığının Bütün Şekillerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası  sözleşme (1965),

– Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi sözleşmesi (1979),

– İşkence ve Başka Zulümce, İnsanlık dışı Ya da Onur Kırıcı Davranış Ya Da Cezaya Karşı sözleşme (1984),

– Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989),

– Bütün Göçmen İşçilerin Ve Aile Bireylerinin Haklarının Korunmasına ilişkin Uluslararası Sözleşme (1990).

İnsan Haklarının Felsefi Gelişimi:

İnsan haklarının felsefi gelişimi Liberalizm ideolojisinin ortaya çıkmasıyla yakından alakalıdır. Liberalizm; Avrupa’da kentsoylu (burjuvazi) ve aristokrasi sınıflarının mücadelesinden, özellikle de burjuvazinin aristokrasinin önüne geçmesinden doğmuştur. Avrupa’da 10., 11. yüzyıldan itibaren ticaret gelişmeye başladı. Bu dönemde ticaret daha çok klasik ticaret yolları üzerine kuruluydu ve sınırlı düzeydeydi. Haçlı Seferleri sayesinde Batı dünyası Doğu’yu tanımış ve orada kendisinde bulunmayan ürünleri birtakım tüccarlar pazarlamaya başlamıştı. İngiltere’de ticaret sınıfı güç kazanınca 1215 tarihli Magna Carta Antlaşması imzalanmış ve kral birtakım yetkilerinden vazgeçmiştir. Avrupa’daki bu ekonomik gelişmelere ek olarak 14. yüzyıldan başlayarak Rönesans dönemi tüm Avrupa’da etkili oluyordu. İtalya’da 14. yüzyılda başlayan ve sonrasında birçok Avrupa ülkesine yayılan Rönesans kelime anlamıyla “yeniden doğuş” demektir. Rönesans’ın önemi; Avrupa’nın bu dönemden başlayarak Kilise ve din merkezli değil, seküler ve insan merkezli (anthropocentric) düşünceye önem vermesidir. Bu dönemde antik Yunan klasikleri Latinceye çevrilmiş ve Avrupa’da okunmaya başlamıştır. Bilime, sanata ve estetiğe ilişkin merak hızla artmış, gelişmeler yaşanmış ve skolastik (Kilise görüşü) düşünce zayıflamıştır. Rönesans, Reform hareketine ve Avrupa’nın dünya liderliğine soyunmasına uygun bir ortam sağlamıştı.

Reform 15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkileyen Katolik Kilisesi’ne karşı yapılmış dinsel bir harekettir. Reform sonucu Protestanlık mezhebi Katolik ve Ortodoks mezhepleri yanında Hıristiyanlığın bir kolu olarak kendini kabul ettirmiş ve daha önemlisi Avrupa’daki mezhep ve din savaşları uzun ve kanlı savaşlar sonrasında son bulmuştur. Bozulan ve halkı ezen Kilise’nin İncil yorumlarını eleştiren ve İncil’i farklı bir şekilde yeniden yorumlayan Alman din adamı Martin Luther sayesinde ortaya çıkmıştır. Bazı prensliklerin Luther’e destek vermesi üzerine Avrupa’da savaşlar yaşanmıştır. Lutherciliğe ek olarak Kalvincilik ve Anglikanizm mezhepleri de bu dönemde doğdu ve kendilerini kabul ettirdi. Avrupa’da ciddi anlamda bir burjuvazinin ortaya çıkışı, Keşifler Çağı sonrasında bakir Güney Amerika kıtasından gelen hammaddeleri pazarlayan tüccarlar sayesinde oldu. Burjuvalar şehirde fabrikalarını kurarak istihdam sağlıyor, büyük paralar kazanıyor ve siyasal iktidarı etkilemeye çalışıyorlardı. Toprak sahibi ve aileden asil aristokrasi ise bir durağanlık sürecindeydi ve bu iki sınıfın çıkar çatışması kaçınılmazdı. Sonuçta daha büyük ekonomik imkanları olan ve daha ihtiraslı olan burjuvazi aristokrasinin gücünü kurdu ve reformlar veya devrimler yoluyla kendi hakimiyetini kuracak yeni bir düzen kurdu. Bu düzen, liberalizme dayanıyordu zira burjuvazi devletten mal, can güvenliğinin korunmasını ve özgürce ticaret yapabileceği güvenli bir piyasa mekanizmasının kurulmasını istiyordu. Aristokrasinin ticareti sınırlayan kuralları ve ayrıcalıkları artık rafa kalkıyordu.

Liberalizm işte bu sınıfsal çatışma koşulları içerisinde iki temel esasa dayanarak ortaya çıktı; Eşitlik ve Özgürlük. Büyük maddi imkanları olan kentsoylular yasal olarak aristokrasinin gerisinde olmayı kabullenemiyor ve iktidarın soyluluk veya teokratik şekilde değil, vergi veren vatandaşların oylarıyla (sınırlı oy) oluşmasını savunuyordu. Yasal eşitlik ve oyla seçilen iktidar (Cumhuriyet ve milli egemenlik) fikri burjuvazinin en büyük özlemiydi. Özgürlük ise burjuvazinin mal ve can güvenliğinin korunmasına yönelik bir ilkeydi ve burjuvazi servetine devlet veya aristokrasi tarafından el konulmaması ve kendisine vergi yükü bindirilmemesi için özgürlük talep ediyordu. Fransız Devrimi sonrası yayınlanan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde mülkiyet hakkı kutsal ve dokunulmaz ilan edilen tek haktı. Burjuva demokrasisinin bir ürünü olan liberalizmin başta genel oy ilkesi olmak üzere birçok eksiği vardı ve bu haklar ancak işçi sınıfının mücadelesiyle kazanılabildi. (1848 ayaklanmaları). Ayrıca liberalizm genellikle siyasal liberalizm (siyasal özgürlükler, eşit haklar, bireyin korunması) ve ekonomik liberalizm (ekonominin serbest piyasa dengesine bırakılması, laissez-faire laissez-passer) olarak ikiye ayrılmıştır ve ekonomik liberalizm boyutu hayli tartışmalıdır. Daha sonra liberal uygulamalarda ortaya çıkan sorunlar sosyal demokrasi ve sosyal devletin kurulmasıyla önlenmeye çalışılmıştır.

Sınıfsal düzlemde bunlar olur ve Avrupa’da yeni bir zengin burjuva sınıfı oluşurken, entelektüel hayatta da Avrupa Rönesans ve Reform sonrası 17. yüzyıldan başlayarak başlayarak büyük bir atılım gerçekleştiriyordu. İnsan merkezli (anthropocentric) düşünce gelişiyor ve Kilise’nin baskısının kırılması sonrası bireysel özgürlükler daha çok önem kazanıyordu. Avrupa’da 17. yüzyıldan başlayan ve 18. ve 19. yüzyıllarda devam eden bu entelektüel ilerleme sürecine Aydınlanma Çağı denildi. Günümüzün siyasal tartışmalarının birçoğu o dönemde ilk kez tartışılmaya ve modern demokrasilerin kuralları belirlenmeye başlandı.

John Locke:

John Locke (1632-1704) Liberalizmin en önemli kurucularından biri kabul edilir. İnsan doğasının özünde iyi olduğuna ve devlet olmadan insanların genel anlamda barış içerisinde yaşadığına ancak kimi zaaflarına yenik düşen kötü insanlar nedeniyle insanların devleti bir sosyal sözleşme ile kurmak zorunda kaldıklarını savunuyordu. (Devletsiz doğal durumda insanlar merkezi bir otorite olmadığı için saldırıya uğradıklarında cezayı kendileri verecektir. Bu durumda duyguları nedeniyle aşırıya kaçabilir ya da taraflı davranabilirler. Bu nedenle Locke liberal bir devletin gerekliliğini savunur.) Locke’a göre devletin amacı insanların mal ve can güvenliklerinin korunması ve kişinin tartışmalı bir durumda adil yargılanmasıydı. Bunlar gerçekleşmiyorsa kişinin devlete isyan hakkı doğardı. Parlamenter rejime inanıyordu ve Kalvinistti. Her ne kadar mülkiyeti kutsaması bağlamında kapitalizmin babası olarak tanınsa da, emeğin yüceliğini ve bir malın mülkiyetindeki tek etkenin emek olduğunu belirtmesi onu bir yandan da Marks’ın öncüsü yapar. Liberalizmin temel hak ve özgürlükler (can ve mal hürriyeti ve güvenliği) boyutunu geliştirmiştir.

John Stuart Mill:

John Stuart Mill (1806-1873) ünlü bir Liberalizm teorisyeni ve İngiliz devlet adamıdır. Jeremy Bentham’ın kurduğu faydacılık akımının savunucusu olmuş ve “bir eylem yalnızca bir fayda sağladığı zaman doğrudur” prensibine göre en fazla sayıda insanın en büyük mutluluğunu en istenir sonuç olarak görmüştür. Harm principle (zarar ilkesi) teorisine göre, kişinin ifade özgürlüğünü sınırlamanın tek meşru nedeni söylenen sözlerden ötürü bir diğer kişinin zarar görmesidir. Liberalizmin düşünce ve vicdan özgürlüğü boyutunu geliştirmiştir. Özgürlük Üstüne (On Liberty) isimli çalışmasında ifade özgürlüğünün faydalarını sıralamıştır. Mill’in anlayışına göre ifade özgürlüğü, toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin en temel gereğidir. Zira, farklı görüşlere sahip kişilerin herhangi bir baskıya maruz kalmadan tartışabilmeleri, olası eksikleri ve yanlışları ortaya koymakta ve toplumun farklı kesimlerinin katkı sağlamasına imkan vermektedir. İfade özgürlüğü kapsamı içinde yaşanan tartışmalar sonucunda fikirler gözden geçirilmekte, eksik yanları belirlenmekte ve bu görüşlerin diğerleri ile harmanlanması veya yerlerini daha geçerli doğrulara bırakmaları sonucunda doğruya giden yolda bir adım daha atılmaktadır. Fikirlerin serbestçe açıklanmasına ve nakledilmesine izin verilmediği durumlarda, insanlar doğruların faydasından yararlanamadıkları gibi yanlışların zararından da kaçınmaları çok mümkün değildir.

Montesquieu:

1689-1755 yılları arasında yaşamış Fransız siyasal teorisyen ve filozoftur. Kuvvetler ayrımı (güçler ayrımı) kuramını ortaya atmıştır. 20 yıl üzerinde çalıştığı De l’esprit des Lois (Yasaların Ruhu) adlı kitabında yasama, yürütme ve yargıyı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır. “Önünde kendisine engel olacak başka bir güç bulunmayan bir yönetici özgürlükleri çiğneyebilir, yetkilerini aşabilir. Kuvvet kuvveti durdurmazsa özgürlük olmaz” demiştir. Liberalizm kuvvetler ayrılığı ilkesini ve gücün bölünmesi prensibini geliştirmiştir. (Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar à Lord Acton)

Jean Jacques Rousseau:

Jean Jacques Rousseau (1712-1778) Cenevreli ünlü Fransız düşünürdür. İnsan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın uygarlık tarafından değiştirilmemiş doğal halinin birçok açıdan daha üstün olduğu fikri ve modern demokrasi anlayışına temel oluşturan toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmıştır. Genel irade fikri ile çoğunlukçu demokrasinin temellerini atmış ve Fransız Devrimi koşullarının oluşmasına katkı sağlamıştır. Demokrasinin prosedürler ve seçim boyutunun gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Ayrıca eşitsizlik eleştirisi sayesinde sosyalizmin de temellerini atmış kabul edilebilir.

Emanuel Sieyes:

1748-1836 yılları arasında yaşamış ve Fransız Devrimi’ne bizzat katkıda bulunmuş ünlü düşünürdür. Aktif yurttaş-Pasif yurttaş ayrımını yaratmış ve böylelikle sınırlı oy ilkesinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Yarattığı devlette pasif yurttaş hakları (can ve mal güvenliği) herkese geçerlidir ancak aktif yurttaş hakları yani kamu gücünün kurulmasına ve işlemesine katılma hakları sadece aktif yurttaşlara tahsis edilmiştir. Aktif yurttaşlık hakkı belirli bir düzeyin üzerinde vergi veren kişilere tanınmaktadır.

Benjamin Constant:

1767-1830 yılları arasında yaşamış Fransız liberalizm teorisyenidir. Özel mülkiyetin burjuva demokrasisindeki (liberal demokrasi) yerini belirtmesi açısından önemlidir. “Sadece mülkiyettir ki, aydın olabilmek için gerekli boş zamanı ve doğru yargıda bulunabilme olanağını verir; dolayısıyla sadece mülkiyet insanların siyasal hakları kullanabilmelerini sağlar” demiştir. Robespierre ve Jakoben deneyimini yaşamış ve bu nedenle halk oyuna dayansa dahi bazı hakların asla geri alınamaz temel haklar olduğunu savunmuştur. Klasik liberalizm ve modern liberalizm arasında ayrım yapmıştır. Klasik liberalizm ona göre katılıma ve halkın doğrudan etkisine dayanmaktadır ancak modern liberalizm daha çok yasalar, bireylerin özgürlüğü ve prosedürlerle ilgilidir.

Adam Smith:

1723-1790 yılları arasında yaşamıştır ve daha çok liberalizmin ekonomik boyutuyla ilgilenmiştir. Ona göre insanların zengin olmak için özgür bir biçimde çaba göstermeleri her türlü ilerlemenin ön koşuluydu. Yani insan kendi çıkarı için çalışırken aslında topluma da hizmet ediyordu. Görünmez el (invisible hand) düşüncesiyle piyasanın en mükemmel dengeyi sağlayacağını ve eşitsizliklerin toplum için büyük bir sorun teşkil etmeyeceğini düşünüyordu. Devlet ona göre sadece bir düzenleyici olmalı ve piyasaya müdahale etmemeliydi.

John Maynard Keynes:

1883-1946 yılları arasında yaşamış ünlü İngiliz iktisatçı ve devlet adamı. Adam Smith’in görünmez el fikri, Büyük Buhran ve sonrasında serbest piyasa ekonomisinin yaşadığı krizlerle sarsılınca Keynescilik ön plana çıkmıştır. Keynes’e göre krizlerin nedeni yatırımların tasarrufların gerisinde kalmasıydı. İnsanlar yapılan yatırımdan daha fazla tasarruf ettiklerinde üretilen mallara istem azalacak ve zararına satışlar gündeme gelecekti. Sonuç ise iflaslar ve işsizlikti. Bunalımı bitirmek için devlet yatırımda kendisi aktif rol oynamaları ve iş sahaları yaratarak ekonomiyi yeniden canlandırmalıydı. Bu da devletin Smith’in dediğinin aksine seyirci ve yalnızca düzenleyici olmasını değil, müdahaleciliğini gerektiriyordu (sosyal refah devleti).

 

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

     

KAYNAKLAR

–  Gözler, Kemal, Anayasa Hukukuna Giriş, 2007, Bursa: Ekin Basın Yayın Dağıtım. Satın almak için; http://www.idefix.com/kitap/anayasa-hukukuna-giris-kemal-gozler/tanim.asp?sid=QO88O7G4YH3HE1MXDRPP.

–  Anar, Erol, İnsan Hakları, 1999, İstanbul: Özgür Üniversite. Satın almak için; http://www.idefix.com/kitap/insan-haklari-erol-anar/tanim.asp?sid=NOJK3BNDYH5HCA6KKVY3.

Bu kitaplardan özetlenmiştir.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.