11 Şubat 2014’te Kıbrıs’ta Türk ve Rum liderler, BM Güvenlik Konseyi’nin de onayladığı “ortak metin” aracılığıyla Kıbrıs’ta müzakerelerin “yeniden” başlayacağını dünya kamuoyuna ilan ettiler. 29 Mart 2012’den 22 ay sonra bir araya gelen liderler, yeni dönemle ilgili kuvvetli mesajlar vermeyi de ihmal etmediler. Konuyu Kıbrıs sorununun, yıllarca süren ve bir türlü içinden çıkılamayan girdapları çerçevesinde anlatmayacağım.
Yalnız altı çizilmesi gereken temel çerçeve; “iki toplumlu”, “iki bölgeli”, “siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı” bir “Birleşik Kıbrıs federasyonu”nun kayda geçirilmesi, öte yandan kurulacak federasyonun “AB ve BM’ye üye”, bununla bağlantılı olarak “tek uluslararası kimliğe”, “tek vatandaşlığa” ve “tek egemenliğe” sahip bir devletin öngörülmesidir. İki kurucu devletten oluşacak “yeni federasyon”da, “kurucu devletlere” ayrıca vatandaşlık bağı ifade edilmiş, kurucu devletlerin kendi içlerinde yetkilerini kullanacağı ve çözümsüzlük durumunda “Federal Yüksek Mahkeme”nin yetkili olacağı ortaya konulmuştur.
Burada dikkat çeken konu, Türkiye’nin garantörlüğünün “ortak metinde” yer almaması, “tek egemenlik” konusunun KKTC tarafından da kabul edilmesidir. Federasyonda “iki halk” değil de, “iki toplumun” belirtilmesi, “çift egemenlik”ten “tek egemenliğe” dönülmesi, garantörlüğün bir başlık olarak yer almaması, Türkiye ve KKTC’nin şimdiye kadar olan tutumlarından bir farklılaşma olarak ele alınabilir mi?
Gerçi KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, “garantörlük” konusunun “ortak metinde” yer almamasının bağlayıcı bir durum olmadığını, garantörlüğün zaten Kıbrıs’ın “statüsünde” yer aldığını, bunu ayrıca belirtmeye yer olmadığını ve kalıcı antlaşmada yerini koruyacağını beyan etmiştir. “Tek egemenlik” konusunda ayrıca bir değerlendirme yapmaması, yazılı metindeki uzlaşmanın “kalıcı” olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir başka hamle ise, “çapraz ziyaretlerin” yeniden başlayan müzakerelerdeki “güçlendirici” konumudur. Buna göre 27 Şubat 2014’te KKTC müzakerecisi Kudret Özersay Atina’da, Kıbrıs Rum müzakerecisi Andreas Mavroyannis de Ankara’da temaslarda bulunacak. Medyada Türkiye’nin Rum Kesimi’ni bu ziyaretle “tanıyacağı” savı oldukça kuşkuludur. Kastedilen “de facto” tanıma ise, aynısı KKTC için de Yunanistan açısından geçerlidir.
Peki Kıbrıs konusunda 2004 Annan Planı’ndan sonra, bu kadar “çözüm odaklı” algıyı vurgulayan momentum neyi anlatmaktadır? Bir biçimde “tek egemenliğe”, “tek uluslararası kimliğe”, “kurucu devletlere” dayalı “Birleşik Kıbrıs”, Annan Planı’nda da yer almıştı. “Ortak metin”de öngörülen “çifte referandum” o zaman da öngörülmüş, sonucunda KKTC seçmeninin % 65’inin “evet”i “Birleşik Kıbrıs”ı kurmaya yetmemiş, Rum tarafının %75’inin “ohi”si ile “birleşme” gerçekleşmemiş, ne var ki Rum tarafı 1 Mayıs 2004’te AB üyesi olurken, KKTC “tanınmayan” bir devlet olarak “AB’nin dışında” kalmıştı. “Evet” diyen taraf, siyasal açıdan cezalandırılmıştı.
Rum lider Nikos Anastasiadis’in Türkiye hakkındaki açıklaması, aslında “yeni sürecin” bir bakıma özetlenmesidir. Anastasiadis “çözüm Türkiye’nin de çıkarına” derken, Doğu Akdeniz’de henüz keşfedilmemiş, potansiyel “doğal gaz” yataklarını kastetmiştir. Bilindiği üzere, “münhasır ekonomik alanlar” çerçevesinde, Türkiye sadece Kuzey Kıbrıs açıklarında değil, Güney Kıbrıs’ın “güneyinde” de, “doğaz gaz, petrol çıkarma” “ruhsat verme”, “arama yapma” hakkı olduğunu ortaya koymakta, gemilerini göndermekte, Rum Kesimi’nden “tek taraflı” ruhsat alan firmaları uyarmaktadır. Müzakere sürecinde, Türkiye’nin “müktesep hakları” yüzeyinde yeni bir girişimde bulunmayacağı, ABD Dışişleri Bakanı Kerry-Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu zirvesinde belirtilmiş midir? Sorunun yanıtı ortaya çıkacaktır. Peki, müzakereler sürerken “Maraş” konusunda bir ödün verileceği taahhüt edilmiş midir? Göreceğiz.
Öte yandan, İsrail’in Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’yle askeri-ekonomik işbirlikleri, olası bir “çözüm”den sonra Türkiye’yi de kapsayacak mıdır? İsrail’in Hayfa açıklarında Azeri Socar şirketi tarafından çıkarılan “yeni doğal gaz yatakları”, Türkiye olmadan, Batı piyasalarına ulaştırılma olanağına sahip midir? Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından özellikle ifade edilen, “Türkiye-İsrail ilişkileri”nde, “kalıcı çözüm”e “yakın” olunduğu mesajı, iki farklı sürecin arasında korelasyonel bir ilişki olduğunu mu ortaya koymaktadır? Türkiye’nin İsrail’den “özür” talebi gerçekleştikten sonra, “Mavi Marmara”da yaşamını yitiren Türk yurttaşları için “tazminat” konusunda uzlaşma gerçekleşmek üzeredir. Yalnız üçüncü maddede, İsrail’in çekincesi vardır. Zira madde, “Gazze ablukası”nın kaldırılması hakkındadır ve malum konu Doğu Akdeniz’deki “enerji güvenliği ” ile ilgilidir.
Kıbrıs müzakerelerinde başlayan yeni süreç, tam da enerji siyaseti odaklıdır. Ve tüm unsurlar bu kapsamda değerlendirilmelidir. Suriye-İran-Rusya üçgenine karşı, ABD’nin desteklediği Türkiye-İsrail-Yunanistan barışı ve olası bir “federal Kıbrıs” da bu bağlamda ele alındığında, vurguladığımız “enerji güvenliği”nin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılabilir…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ