KIBRIS KONUSUNDA YENİ DÖNEM MÜZAKERELER, AKDENİZ’DE ENERJİ GÜVENLİĞİ VE KIBRIS’TA ÇÖZÜM SÜRECİ
1. Oturum
Moderatör: Hasibe ŞAHOĞLU
Konuşmacı: Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Ruhsar DEMİREL
R. DEMİREL: Öncelikle Girne Amerikan Üniversitesi’ne ev sahipliği yaptığı için Sayın Rektör’e, okul yönetimine ve öğrencilere çok teşekkür ediyorum. Ben Kıbrıs’ta eskiye dönük öyküsü olan biriyim. Çok bahse konu olan bir barış harekâtından söz edilir. Orada ilk hava şehit pilotumuz İlker Karter ile aile bağlarım vardır. Dolayısıyla Kıbrıs bir anlamda benim için çok özeldir. Her Türk’ün olduğu gibi Kıbrıs, herkesin aklında bir yerdedir ama ben söylediğim sebeple biraz daha özelimde yaşarım Kıbrıs ilgili olayları. Ama siyaset yaptığım parti ve ideolojim adına Kıbrıs zaten bizim için farklı bir durumda olduğunu ifade etmektedir. Merhum Alparslan Türkeş beyin doğduğu ve dünyaya geldiği ev de Kıbrıs’tadır. Sayın rahmetli Rauf Raif Denktaş beyi ve onların dava arkadaşlarını, hepsini saygı ile anmak gerektiğini düşünüyorum. Kıbrıs müstakil bir ülkedir. Bunu da kabul etmeliyiz. Ben Kıbrıslının alınganlığı diye düşünmüyorum. Kıbrıs müstakil bir ülkedir. Bunun en çok sözünü eden de biz Türkiye’yiz ve tanıyoruz bu ülkeyi de. O yüzden yavruymuş, büyükmüş, anaymış-babaymış bunları bırakalım. Çocuğunuzun müstakil bir hayat yaşamasına da izin vermeniz gerekir.
Kıbrıs Türkiye’nin nefes aldığı boğazlarından biridir. Bu boğaza yapılacak bir baskı, Türkiye’yi nefessiz bırakır.
Türkiye’de iki tane boğazdan söz edilir biliyorsunuz; İstanbul ve Çanakkale boğazları. Ben ise kişisel olarak 3 boğazdan söz ederim. Kıbrıs ile aramızdaki durum da bir boğaz gibidir. Türkiye’nin nefes alma, soluma, yutkunma hayatiyetini devam ettirme ve fizyolojik olarak hayatını devam ettirme anlamında Kıbrıs çok büyük bir eşiktir. Bu yüzden Kıbrıs, tanımını ne yaparsanız yapın, Türkiye için hayatidir, olmazsa olmazdır. Tam bir boğazdır Kıbrıs ve oranın istikrarlı güveni, huzurlu refahı Türkiye için çok önemlidir. Yukarıda bir Kırım sorunu var biliyorsunuz. Birileri Kırım’ı elde etmek için bir gayret içerisinde ise, aynı stratejik atılım Kırım için yapıldığı gibi aynı durum Kıbrıs için de geçerli olmalıdır diye düşünüyorum. Enerji konusuna şöyle bakmak lazım; burada mutlak bir enerji bulunduğu gibi bir ifade kullanıldı. Buna katılmıyorum. Özellikle benim ülkem açısından teknolojik olarak bu ölçümleri yapma fırsatımız yok. Dolayısıyla orada gerçekten bir enerji var mıdır, ne kadar bir zamanı kapsayacak bir enerji birikimi vardır ve hemen ardından İsrail’in “ben de buldum” çıkışı ne kadar gerçekçidir, oradaki ne kadardır, onları hiç birimiz bilmiyoruz.
Bunu niye söylüyorum; sizler Uluslararası İlişkiler okuyorsunuz, Siyaset Bilimi okuyorsunuz. Hatırlayınız dünyada bir dönem insanlar Irak’a demokrasi götürmek istediler. Çok dertlendiler Irak için, Iraklılar için ve onlara bir demokrasi götürelim dediler. Irak’ta nükleer silah olduğunu söylemişlerdi. Sonra dediler ki, “pardon aslında yokmuş” dediler. Şimdi bu enerji meselesine de biraz şüpheli bakılması gerektiğini düşünüyorum. Hayatta şüphe kötü bir şey değildir ve uluslararası ilişkilerde ben şüpheci olmayı iyi buluyorum. Çünkü uluslararası ilişkiler şüpheye dayanan bir durum, bu yüzden gerçekten bir enerji var mı bilmiyorum. Müzakere denilen konunun ne olduğuna da bakmak lazım. İki tarafın oturduğu bir masadan söz ediliyor. Birleşmiş Milletler öncelikli (BM) ve Ban-ki Mun anlaşması gibi bir boyutu var bunun. Aynı Annan Planı’nda olduğu gibi Ban-ki Mun Planı gibi. Annan Planı’nda Türk tarafının “evet” demesine rağmen, Rum tarafının “hayır” demesinden sonra, ekonomik durum ne olursa olsun Avrupa’nın yaramaz, şımarık çoğu denilen Rum Yönetimi’nin ekonomik yönde kötü olması gibi durumda bile bu gün oturulan masada eksiklerimiz vardır. Eksiklerimizden biri garantör devletlerdir. Şunu diyemez kimse, kendi başlarına otursunlar ve tartışsınlar. Hatırlayınız, bizim ülkemiz için çok kısa bir süre önce Ermenistan ile bir protokol imzaladı. Hillary Clinton başta olmak üzere, Sayın Ahmet Davutoğlu ile Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın imzaladıkları belgenin arka planında kimler vardı?
Dünya bunca yıllık müstakil bir devlet olmak için iddiasını sürdüren bir hükümetin temsilcisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı’nı bile tek başına imza attırmadı. Başına birkaç tane kişi gitti, hatırlar mısınız o protokolleri? Kıbrıs için neden garantörlerden uzak, “kendi başınıza konuşun” diyorlar? Ve metnin ne olduğunu da açıkçası kimse bilmiyor. Az önce Sayın Büyükelçi de söyledi, alt başlıklar var ama tanımlanmamış alt başlıklar. Bunlar hangi alt başlıklar bilmiyoruz. Şimdi bazen bilinmezlik insana iyi gelir. Bir hikâye var; köyün birinde öğretmen ihtiyacı olmuş ve köyde okur-yazar yok. Haber salmışlar öğretmen arıyoruz diye. Başka yerden bir öğretmen yola çıkmış, ben gideyim orada öğretmenlik yapayım. Köyün çobanı da demiş ki, “iyi de para veriyorlarmış ben de gitmeli miyim” diye. Ama çoban okur-yazar değil. Gidiyor ve köyün ihtiyar heyeti diyor ki, biz bir sınav yapacağız, ona göre öğretmeni seçeceğiz. Öğretmen önce giriyor sınav salonuna ve heyet diyor ki, “Bize koyun yazar mısın?” Bunu duyan öğretmen tahtaya koyun yazıyor. Sonra çobanı çağırıyorlar ve yine soruyorlar; “Bize koyun yazar mısın?” diye. Bunun üzerine çoban da bir koyun çiziyor. Köyde de okur-yazar olmadığı için koyun resmini tercih ediyorlar ve çobanı öğretmen olarak seçiyorlar. Bu yüzden bazı şeyleri iyi sorgulamak lazım.
Bu yüzden de bazı sözleri tanımlarken de hassasiyet gösterilmesi lazım. Bu müzakere sözü bize çok hoş geliyor. barıştan söz ediyor bazı insanlar müzakereden söz ederken. Buradaki gençler de söz ettiler barıştan. Şu an da bir savaş hali mi var Kıbrıs’ta? Ben mi kaçırıyorum bunu? Bir hal var; iki unsurlu bir hal. Herkesin bir önerisi var; Federe Devlet, Federal Devlet, Konfederal Devlet. Herkes bir şey söylüyor. Ama bir hal var. Bir uzlaşı hali var. Buradaki sıkıntılı durum, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin başka devletler tarafından tanınmaması. Bununla ilgili açık bir çağrıyı da duyan yok zaten. Dolayısıyla neyin barışı? Neyin tartışması içindeyiz onu iyi tahlil etmemiz lazım. Enerji üzerinden dünya bir kritik eşikten geçmekte. Olay da şudur; Avrupa, Rusya üzerinden büyük bir enerji bağımlılığı içindedir. Bugün Vladimir Putin’in Kırım’dan Ukrayna içlerine varan hamlesinde de enerji kartı vardır. Kıbrıs’ta gerçekten bir enerji rezervi varsa ve buradan Avrupa’ya ulaşacak bir enerji hattı sağlanırsa, bu biraz Putin’in kartını da zayıflatacaktır. Ama bu gaz, gaz hali ile taşınamadığı ve sıvılaştırılması için suya ihtiyaç olduğundan Türkiye’den gelecek suya da gereksinim vardır. Dolayısıyla dünyadaki satranç tahtasında kim piyon, kim vezir, kim kale, kim şah-mat yapacak seyretmekteyiz. Ama seyretmek yetmiyor. Satrançta yalnızca seyredemeyiz. Seyrettiğimiz zaman oyun satranç değil, tavla olmaktadır. Zar nereye denk gelirse. İşte bizim Kıbrıs’taki tutumumuzda da böyle bir hal var. Biraz kavgacıyız biz. Zarı atıyoruz, denk gelirse tavla oyuncusu olarak kazanıyoruz. Fakat dünya satranç oynuyor beyler hanımlar.
Savaşın olmadığı yerde barıştan söz edilemez.
Herkesin kartı açık aslında. Oyun tamamen açık, hamlelerin kuralları belli, rakibi iyi izlemek ve hangi hamleleri yapacağını görebilmek, ellerindekini iyi okuyabilmek ve kaç taş almış, elinde kalesi mi var, veziri mi var ve siz ellerinizdekilerle şah-matı nasıl yapabilirsiniz. Dünyada bir satranç oyunu var. Yukarıda Rusya var ve onun bir Suriye meselesi var ve şimdi bir Kırım meselesi var. Ama elinde bir enerji rezervi var. Bir tarafta Avrupa’nın yaşlanan bir nüfusu, düşen üretimi ve olmayan enerji rezervleri var ve bağımlılıkları var. Satrancın bir yerinde de İsrail var. Kartlar açık. Dünyada bu kadar rezerv varken, Anadolu coğrafyasında yok! Bu da çok ilginç… Teknolojiye üretemiyoruz ve üretme konusunda da elimiz çok da bol değil, ya da buna müsaade edilmiyor. İşte bu müzakerelerde, Annan Planı’ndan bugünlere geldiğimizde Kıbrıs’taki hızlı hükmet değişiklikleri, bunlara müdahil olan güçler ve görünürde olamayıp arka planda olanlar. Herkes birilerini yönetme telaşı içerisinde.
Bazen insanların, yönetilmek de kolayına geliyor. Kıbrıs’ta hep bir barıştan söz edildi, barış vurgusu vardı. Tekrar söylemek istiyorum, “savaşın olmadığı yerde barıştan söz edilemez”. Barışta her zaman kazanç yoktur, kazanan taraf vardır. Sportif faaliyetlerde bir tane kazanan vardır. Herkes şampiyonu konuşur. Kıbrıs’taki müzakereler de öyledir. Bükemediğiniz el sizi altüst edebilir. Bu yüzden oyunu tek başına oynamak isteyenler de oluyor. Bırakınız kendi aralarında konuşsunlar diye. Tabii eşit planda konuşmak çok güzel olur, arka plandaki destekçileriniz de eşitse eğer. Siyasette de bu böyledir. Eşit yarışıldığı düşünülür ama öyle değildir. Bu bakımdan müzakerelerde aynı masada oturmak anlamında eşitlik olmadığını kabul edelim. Bunun arka plan destekleri, görünür görünmez güç odakları itibariyle Türk tarafının ben kendi bakış açımla söylüyorum, elinin güçlü olduğuna inanmıyorum. Türk tarafının, bazı tavizlere ikna edilme gayreti içerisinde olunduğunu görüyorum. Bu yüzden partisel duruşum itibariyle ile de Kıbrıs’ı çok önemsiyorum. Tekrar söylüyorum; Türkiye’nin 3 boğazı vardır. Bunlardan birisi Kıbrıs ile aramızda olan mesafedir. Bu boğaza çökecek herhangi bir şey, Türkiye’nin nefesini keser. Bu yüzden bu müzakerelerde, hem Kıbrıs’taki Türkler adına, hem de Türkiye’deki Türkler adına alınacak her karar çok önemlidir. Bu yüzden garantör devlet olarak Türkiye’nin bu müzakerelerde bulunmasını parti olarak önemsiyoruz.
Kıbrıs denince akla ne gelir sözünü de söylemeden geçmemek lazım. Kıbrıs denildiğinde akla Sayın Fazıl Küçük gelir, Sayın Raif Rauf Denktaş gelir, Sayın Alparslan Türkeş gelir. Bir de Namık Kemal’i atlamamak gerekir. Rahmetli Bülent Ecevit’in bir anısı vardır Kıbrıs ile ilgili. Başbakan olduğunda, 57. hükümet döneminde. Ecevit, Avrupa Birliği’nde görüşmeler yaparken, zamanın Norveç Başbakanı diyor ki; “Sayın Ecevit, Kıbrıs’ın patateslerini çok özledik”. Sayın Ecevit de diyor ki; “Siz Avrupa Birliği üyesi değilsiniz. Kıbrıs’tan patates alabilirsiniz”. Norveç Başbakanı da diyor ki; “Bunu yapamayız”. İşte Kıbrıs hakkında böyle gerçekler vardır. Düşünün, Norveç Avrupa Birliği üyesi bir ülke değil, ama Kıbrıs’tan patates alacak bir güce sahip değil. Bilemiyorum, müzakerede yalnız olmamanın gereksinimini iyi ifade edebiliyorum sanıyorum bu anıyla. Konuşmamı bu şekilde bitirirken ben, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
2. Oturum
Moderatör: Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Konuşmacı: Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Mahmut TANAL
M. TANAL: Öncellikle toplantıyı düzenleyen okul yönetimine, öğrencilerine ve kulüp başkanlarına teşekkür ediyorum. Kıbrıs sorunu ile ilgili Cumhuriyet Halk Partisi’nin bakışı nedir ve bu konudaki belirlediği stratejileri açıklayacağım. CHP, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin Kıbrıs konusu ile ilişkilendirilmesi ve üyelik sürecinin sürdürülmesi ve sonuçlandırılmasının, Türkiye’nin tek taraflı tavizlere bağlandırılmasını kabul etmemektedir. Aynı şekilde Lozan Antlaşması ile bağdaşmayan keyfi koşulların Türkiye’ye kabul ettirilmesine de karşı çıkmaktadır. Türkiye’nin üye olmasına engel olmak isteyen ülkelere gerekli tepkilerin gösterilmesi ve önlemlerin alınması gereklidir. Bu bağlamda alınan kararlar, Türkiye’nin çıkarlarına hizmet edecek ve Avrupa Birliği’nin mevzuatına ve diğer ülkelerin uygulamalarına yönelik bir reform sürecinin hızlandırılmasına ve sonuçlandırılmasını destekler. Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin tam üyeliği için bir hedef ve tarih vermesini savunur. Cumhuriyet Halk Partisi, Kıbrıs sorununun ancak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk halkının kazanılmış haklarının korunması ve adadaki her iki tarafın egemen eşitliğine dayanan bir yaklaşımla çözümlenmesini destekler. Kıbrıs’ta mevcut olan iki ayrı devlet arasındaki ilişkilerin ancak, bu anlayış doğrultusunda dostluk, dayanışma ve işbirliği ile kalıcı bir barışa dönüşeceğine inanır. Bu çerçevede eşitlik ve karşılıklı saygı ilkelerine dayanarak, yürütülecek barış görüşmelerini destekler. Kıbrıs sorununa, Rum tarafını tatmin etme amacıyla yapılacak baskılar ve dayatmalarla çare aranması yaklaşımını kabul etmez. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, Kıbrıs’ı tek temsil eden devlet anlayışına kesinlikle karşıdır. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin uluslararası kuruluşlarda ve bu arada bütün Avrupa Birliği’nin de bütün Kıbrıs’ı temsil ettiği bir anlayışı kesinlikle kabul etmez. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tanınması için çaba gösterilmesi gerektiğini savunur. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne karşı uygulanan ambargolara ve Kıbrıs Türklerini dünyada tecrit etme gayretlerine karşı çıkar. Makul bir süre içinde egemen bir eşitliğe dayalı kalıcı, adil ve şerefli bir barışa ulaşılamadığı takdirde, Kıbrıs’ta iki bağımsız devletin yan yana barış içerisinde yaşaması ve uluslararası toplumun da bu gerçeği kabul etmesi için Türkiye’nin çaba göstermesi gerektiğine inanır. Kişilikli bir dış politika izlemek, Türkiye’yi toplumsal ve siyasal olarak istikrara kavuşturmak, ekonomik ve teknolojik açıdan güçlendirmek, yani ulusal gücümüzü en yüksek düzeylere çıkarmaktır. Böylece, Kıbrıs konusunda Türk Cumhuriyetleri ve İslam ülkeleri ile olan ilişkilerde, Kafkasya’dan, Balkanlardan, Birlemiş Milletler ve AGİT gibi uluslararası kuruluşlar ile ilişkilerde Türkiye kendi ulusal çıkarlarını ve gerektirdiği politikaları izleyebilir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidar olduğu dönemlerde, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda izlediği politikalar ve aldığı başarılar, kişilikli dış politikanın örnekleridir. Kıbrıs konusunda uluslararası ilişkilerden bahsediliyor. Fakat buna bir de devletler hukuku açısından bakmamız lazım. Devletler hukuku açısından baktığımız zaman, Kıbrıs ile ilgili bugün bir ülkenin devlet olabilmesi için ülke unsuru olması gerekli, nüfus unsuru olması gerekli ve egemenlik unsuru olması gereklidir. Bu saydıklarımızın hepsi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde mevcuttur. Fakat bugün toprağı olmayan bir Filistin, 90 tane ülke tarafından tanınmış durumda. Maalesef KKTC ise sadece Türkiye tarafından tanınmış durumda.
Kıbrıs sorunu konusunda, enerjiye bağlı kalmak ve enerjiyi bağlı tutmak bizi radikal sonuçlara götürmez.
Bakıldığında buradaki zafiyet nedir? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde bugüne kadar iktidar olanlar, gerçekten KKTC’nin diğer ülkeler tarafından tanınması açısından gerekli olan çaba ve gayreti sarf etmemiştir. Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde tazminat ve toprak ile ilgili davalara ulaşamayacağını anladığı günden itibaren ve böyle bir düşüncesi zayıfladığı andan itibaren uzlaşmaya varıyor. Ellerindeki bu argümanı zayıflatmanın bir başka yolu Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri, bugünkü ve bundan sonraki yapabileceklerini, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin dış dünyada tanınması açısından yeteri kadar gayret ile çaba gösterirlerse ve diğer devletler tarafından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tanınırsa, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin elindeki düğer güçlü silahlar da bitmiş olur. Diğer devletlerin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıması demek tecridin ve ambargonun kalkması demektir. Tecrit ve ambargo kalktığı andan itibaren, şuan ellerinde olan güçlü kozlar ellerinden alınmış olur. Bu açıdan konuyu sadece enerjiye bağlı kılmak ve enerjiye bağlı tutmak bizi radikal sonuçlara götürmez. Geçmişte Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’a olan müdahalesi, BM sözleşmesinin 2. maddesi, 41. maddesinden dolayı kaynaklanmıştır. Bakıldığında güç kullanımı meşru savunmadan, haksız saldırıdan ve insanlık suçunun işlenmesinden kaynaklanan bir müdahaledir. BM’nin 41. maddesi ve 2. maddesine dayanarak yapılan bir müdahaledir. Buradaki müdahale, haklı ve meşru bir müdahaledir.
Şu anda Avrupa Birliği ve BM’nin almış olduğu 541 sayılı karar hukuka aykırıdır. Bu karar tamamen siyasidir. Aynı şekilde Kosova örneği vardır. Bu yüzden BM’nin vermiş olduğu bu sözleşme kendi içerisinde tutarlı değildir. Tartışılan diğer bir konu da, “bir adada iki devlet olur mu?” Bir adada iki bağımsız devlet olur ve neden olmasın? Bunun örnekleri vardır. Örneklere nerden ulaşabilirsiniz. Rahmetli Prof. Dr. Edip Çelik hocamız vardı. Milletlerarası hukuk, devletlerarası hukuk kitaplarında geçmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde birçok ülkeden gelen yabancı öğrenciler ve akademisyenler mevcut ve yapılan bu bilimsel araştırmalar pek çok ülke tarafından tanınmakta. Peki, bu ne anlama geliyor? Hukukta şu yorum vardır; siz düz cümleyi söylersiniz ve düz cümlenin ters anlamından çıkan sonuçla da yorum yaparsınız. Birçok ülkeden gelen öğrenci ve akademisyenin kendi ülkeleri buna rağmen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımıyorlar. Ne ilginçtir ki, başka ülkelerden gelen öğrenciler mezun olduklarında, bu öğrencilerin diplomalarını tanıyacaktır. Hukuk böyle çifte standartlar ile uğraşmaz. Hukuk abesle iştigal etmez. Hukuk boş işler ile uğraşmaz. Çünkü hukuk, kendi içerisinde tutarlı olmak zorundadır. Aynı ülkelerdeki üniversiteler Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni resmi yazışmalarda muhatap alıyorlar. Resmi yazışmalarda muhatap alıyorsanız, bunun da ikinci güçlü argüman olarak ele alınması gerekmektedir.
Devam eden diğer yoğun tartışma ise iki ayrı federe devlet konusu. Konfederasyon veya Federasyon. Şimdi 1959 ve 1960 yıllarında yapılan Zürih-Londra sözleşmesine bakıldığında, bu bir sözleşme değil midir? Bu sözleşmeyi BM tanımıştı. Burada garantör olan devletler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere değil miydi? Siz bir yandan o dönem bu sözleşmeye uymayan Rum Kesimi’ni Avrupa Birliği’ne kabul edeceksiniz ve siz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kabul etmeyeceksiniz. Bu bir cezalandırmadır. Hukuk, düzene uymayan birileri varsa ona yaptırım uygular. Yaptırımı hak eden kesim ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’dir. Ancak Rum Yönetimi bu konuda ödüllendirildi Avrupa Birliği’ne alınarak. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ise cezalandırılmıştır. Burada Avrupa Birliği bir çıkmazda. Avrupa Birliği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne vermiş olduğu sözleri yerine getirmek zorunda. BM ve üyeleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne vermiş oldukları sözleri yerine getirmek zorundadır. Bakıldığında verdikleri sözler nelerdi; biz ambargoları kaldıracağız. Aksi takdirde eğer kaldırmazlar ve bu şekilde devam ederlerse, gerçekten Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği’ne alınması yolsuz bir işlemdir. Bu durumun hukukta izah edilecek bir yanı olamaz. Yolsuz olan bir durumun da, yolsuz olan bir tanınmanın da kabul edilmemesi lazım. Bakıldığında burada olan olay tamamen siyasi, hukuk literatüründen uzak ve mevcut olan uluslararası sözleşmelerin hiçbirine uymayan bir durumdur. Federasyon veya Konfederasyon, bu 1960’da oldu. Buradan yine yola çıkarsak; şu an bizim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin anayasası önünde buradaki başlangıç kısmına baktığımızda, başlangıç kısmında bu anayasanın ne için yapıldığı ve bugüne kadar gelen gerekçelerin tamamı 1959’dan 1974’e kadar yaşanan bu zalimane davranışların hepsini açıklamaktadır.
Bu şekilde sosyal, kültürel, dini anlamda birbirlerinin aynısı olmayan iki farklı toplum var. Bunu iç içe nasıl geçirebilirsiniz? Nasıl uyum sağlayabilirsiniz? Biraz olaylara gerçekçi olarak bakmak lazım. Gerçekçi olarak baktığımız zaman, 1983 yılında anayasa kabul edildi ve BM “siz bağımsız bir devlet olamazsınız, ben sizi tanımam” dedi. BM, Türkiye’nin doğan haklı müdahale hakkını bile saldırgan bir politika olarak nitelendirdi. Hâlbuki geçmişte Rum Kesimi, kendisi yapılan anlaşmaları ve Konfederasyonu ihlal etti. Peki, şimdi kurulacak bir Federasyon ya da Konfederasyonu, Güney Rum kesimi ihlal etse BM kararı ne olacak? Burada ise şu deniliyor; o kadar rahat çiziyorlar ki Annan Planı’nda, tüm yetkilerin büyük bir kısmı üst bir kuruluş olan Federasyon veya Konfederasyon’a verilecek. Üniter yapı olan devletlerden belirli yetkiler alacak, onun dışında iç yönetim bakımından kendi kaderini tayin etme hakkı tanıyacak ve dış yönetim bakımından kendi kaderini tayin etme hakkı olmayacak. Peki, uzlaşamazlarsa ve 1 yıl sonra taraflardan bir tanesi bunu bozarsa ne olacak?
Burada benim şahsi düşüncem, eğer böyle bir birleşme ve anlaşma olabilecekse dahi en azından 10 veya 15 yıllık bir geçiş sürecinin olması gereklidir. Bir geçiş süreci olmaksızın, 1950 ve 1960 yılı arasındaki anayasayı ve hükümlerini göz önüne almak lazım. Annan Planı’nda Kuzey ve Güney için hazırlanmış bir anayasa var ve ayrıca üst Konfederasyon ve Federasyon içinde var bu anayasada önerdikleri. Bunlara baktığınız zaman, gerçekten ben bunun uygulanabilirliği açısından biraz zor bir ihtimalle bakıyorum. Netice itibariyle burada yaşayan insanlar karar vermeli çünkü burada yaşayan insanların kaderini belirleyen bir husus. Bu yüzden çok önemli bir husustur. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
3. Oturum
Moderatör: Yrd. Doç. Dr. Hüseyin IŞIKSAL
Konuşmacı: Adalet ve Kalkınma Partisi (AK PARTİ) Milletvekili Bülent TURAN
B. TURAN: Kıymetli Milletvekilleri, Değerli Rektörümüz, saygıdeğer akademisyenlerimiz, Mağusa’dan, Lefkoşa’dan, Kıbrıs’ın dört bir yanından, Türkiye’den, dünyanın birçok yerinden Girne’ye okumaya gelen öğrenci arkadaşlarım, hepinizi en içten saygılarımla selamlıyorum. Sunumumu birkaç başlık altında gerçekleştirmek istiyorum;
1. Kıbrıs’ın bizim için ifade ettiği anlam,
2. Kıbrıs’ın jeopolitik önemi,
3. Kıbrıs’ın yakın tarihinde Türkiye’nin rolü,
4. 2002 sonrası yani AK Parti iktidarıyla Türkiye’nin duruşu,
5. Genel olarak Annan Planı,
6. Annan Planı sonrasında Türkiye’nin attığı adımlar,
7. Son olarak da, son müzakerelerden beklentilerimiz ve barış süreci anlamında yapılabilecekleri dile getirmeye çalışacağım.
1-) Kıbrıs’ın AK Parti için ifade ettiği anlam:
Kıymetli misafirler, bir medeniyet hareketi olan, kadim bir siyasi kültüre sahip olan AK Parti için, İstanbul ne kadar önemliyse, Eyüp Sultan Hazretleri ne kadar önemliyse, Kıbrıs da, Ümmü Hiram annemiz de, Hala Sultanımız da o kadar kıymetlidir. Türkiye için Gaziantep ne kadar önemliyse, Gazimağusa da aynı derece önemlidir. 1974’te ise akrabalarımızı baskıdan, zulümden kurtarmak için büyük bir hamle yapıldı. 1. Dünya Savaşı’ndan beri içine kapanan, geri çekilen, bu coğrafyada bu milletin ilk taarruz harekâtı da denebilir bu harekât için. Cumhuriyet tarihinin en önemli dış politika adımıydı 1974. İstanbul Türkiye’nin kalbiyse, Kıbrıs akciğeridir, Kıbrıs Türkiye’nin nefesidir.
2-) Kıbrıs’ın jeopolitik önemi:
Değerli misafirler, bugüne kadar Kıbrıs’ın jeopolitik önemi üzerine hepimiz makaleler okuduk. Elbette Kıbrıs, Doğu Akdeniz’e hâkimiyetin bir mihenk taşıdır. Kıbrıs’a egemen olamayan, Akdeniz’de gemisini zor yüzdürür. Amerikalı bilim adamı Alfred Mahan’ın “Deniz Hâkimiyet Teorisi”ni hepimiz duymuşuzdur. Bu teoriye göre, “Denizler büyük bir üstünlük aracıdır. Denizlere hâkim olan, dünyaya hâkim olur!” Kıbrıs, Akdeniz’de yüzen bir savaş gemisidir! Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır’ın ortasında olması sebebiyle Avrupa, Asya, Afrika kıtalarının birleşme noktasında olması sebebiyle önemlidir. Tarihte ticaret yollarının üzerinde bulunan Kıbrıs’a hâkim olan, Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya, Anadolu’ya hâkimiyetin de adeta güvenlik sibobudur. Bu yüzden İngiltere’nin 1876’da Kıbrıs’a birtakım oyunlarla yerleşmesi tesadüf değildir. Diğer taraftan Kıbrıs’ın önemi son yıllarda daha da arttı. Adanın önemli doğalgaz kaynaklarına sahip olduğunun tespit edilmesiyle “Hayat Suyu” adı verilen, Kıbrıs’a temiz içme suyu sağlayacak olan, yaklaşık 5 bin hektarlık kurak alana hayat verecek olan, tarımsal faaliyetlere imkân tanıyacak olan projeyle, ayrıca Kıbrıs’ı aydınlatacak, sosyal ve ekonomik faaliyetlerin devamı için hayati niteliğe sahip Elektrik Temin Projesi’yle İsrail başta olmak üzere bölge ülkelerinin, Avrupa Birliği’nin ve Amerika’nın gözünün daha güçlü bir şekilde Kıbrıs’a çevrilmesine neden oldu. Yani yüzyıllardır kitaplarda anlatılan Kıbrıs’ın stratejik önemine yeni katkılar sağlandı, Kıbrıs’ın vazgeçilmezliği daha da arttı.
3-) Kıbrıs’ın yakın tarihinde Türkiye’nin rolü:
1923’ten 1950’li yıllara kadar Kıbrıs’a yönelik tek politikanın adeta Kıbrıs’ı boşaltmak benzeri zayıf politikalar olduğu görülür. Bu dönemde Rum tarafının Enosis’i gerçekleştirmek yolunda önemli adımlar attığını biliyoruz. Kıbrıs ancak 1950’den itibaren Türkiye’nin gündemine daha net girdi. Türkiye, Kıbrıslı Türklerin haklarına kavuşması yolunda önemli adımlar atmaya başladı. EOKA’nın doğduğu yıllardı bu yıllar. Türklerin köylerinin basıldığı, her gün şehit haberlerinin geldiği yıllar. Türkiye meydanlarının “Ya Taksim, Ya Ölüm!” sloganıyla inlediği, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Türk Mukavemet Teşkilatı”nın kurulmasına büyük destek verdiği dönemler. Aynı dönemde iki taraf arasında başlayan müzakereler sonucu 1959’da İsviçre’de imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmaları’yla Türkiye’nin 3 garantör ülkeden biri olduğu tescil edildi. Türkiye’nin garantörlük ‐asker konuşlandırma statüsü tanınmasında dönemin etkili, yaratıcı ve yapıcı aktörü, eski Dışişleri Bakanı Demokrasi şehidi merhum Fatin Rüştü Zorlu’yu rahmet ve minnetle anmak gerekir. Türkiye, 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması esnasında da, 1963’de Rum tarafının anayasal değişiklik teklifleriyle antlaşmayı bozmalarında, 2 devletli döneme geçişte hep Kıbrıs’ın yanında oldu. Türkiye’nin fiili adım atmasına sebep olan olay ise Rum tarafında darbenin olduğu 15 Temmuz 1974’tü. Türk katili olarak tanınan Nicos Sampson’un Rum Yönetimi’ne gelmesiyle, Enosis’i gerçekleştirmek için ciddi adımlar atılmaya başlandı. Türk Hükümeti garantör devletleri toplantıya çağırmış, fakat olumlu sonuç çıkmayınca kendisi sorumluluk üstlenmiştir. 20 Temmuz 1974’te malumunuz Kıbrıs Barış Harekâtı başladı. Bu harekât sonrası Kıbrıs Rum Kesimi’nde ve Yunanistan’da cunta iktidarı düştü. Bu harekâta Avrupa’nın da destek olduğu söylenebilir. Çünkü Avrupa da Kıbrıs’taki cuntayı devirmek istiyordu. Ancak maalesef Kıbrıslı Türklerin acıları, gözyaşları dinmedi. Türklerin can güvenliği hala yoktu. Rumlar sözlerinde durmamıştı. İkinci bir operasyon da yapıldı. 13 Ağustos 1974’de, Lefkoşa’ya kadar bir hâkimiyet sağlandı. Artık cunta devrildiği için, dünya tepki gösterdi, BM Güvenlik Konseyi Türkiye için işgalci bile dedi.
4-) AK Partili yıllara baktığımızda:
2002’da AK Parti iktidara geldiğinde, 1963’den beri neredeyse 40 yıl geçmişti. 4 BM Genel Sekreteri görev süresini doldurdu. Biri de (Kofi Annan) görev süresinin 5. yılını doldurmuştu. 1960’larda müzakereler başladığından beri, Türkiye’de 30’dan fazla hükümet görev yapmıştı, değişmişti. Muhtıralar olmuş, darbeler gerçekleşmiş, büyük ekonomik krizlerle Türkiye’nin “70 cent”e muhtaç bile olduğu günler yaşanmıştı Bu dönemde tüm sorunlar gibi Kıbrıs sorunu da kronikleşti. “Öğrenilmiş çaresizlik”, Kıbrıs konusunda da söz konusuydu. Çözemezdik, değiştiremezdik, hatta dokunamazdık. Sadece en iddialı milli cümleleri, sloganları arttırabildik. Kıbrıs’ta barış umutları tükenmişti. Kıbrıs sorununda AK Parti risk alarak, köklü adımlar atarak, ezberleri bozarak, çözümsüzlüğü değil, çözümü amaçlayan bir yol izledi. Geleneksel, çözüme varmayan Kıbrıs politikalarını reddederek, yumuşak ama bir o kadar da iddialı diplomatik bir dil kullandı. Bu, Kıbrıs’ın sahip olduğu ekonomik ve stratejik öneme de dayanmaktadır.
– Kıbrıs’ın Avrupa, Asya ve Afrika’nın ortasında kilit noktada olması,
– Türkiye’nin Akdeniz’deki politik, siyasi ve güvenlik politikaları açısından kritik noktada olması,
– Ortadoğu petrollerine yakın konumda olması,
– En önemlisi de burada canlarımızın olması, sorunun çözümünde bizleri çözüm için daha fazla gayret göstermeye teşvik etmektedir.
AK Parti daha önceki çözüm denemelerinin başarısızlığını araştırdı:
1. İki taraf da zaman zaman ırkçılığa varan milli kimlikler oluşturdu, siyasi uzlaşıya imkân tanınmadı.
2. Tarihsel hafızalar nedeniyle, iki toplumun birbirine güveni kalmadı.
3. Taraflar, aradaki bölünme ve açmazı derinleştirmeye yönelik söylemler geliştirdi.
Daha sonra çözüm yolunu belirledi;
– Diplomasi
– Karşılıklı özveri
Bu iki unsurla hareket edilmesi gerekiyordu. Çünkü Ada’da bir çözüm olmaması;
– 50 yıl boyunca bir statükonun oluşmasına – Rum tarafının, Kıbrıs’ın tümünü temsil ettiği algısının güçlenmesine,
– Kıbrıslı Türklerin uğradığı izolasyonun derinleşmesine ve ancak sadece bir avuç idarecinin mutlu olmasına neden oldu.
Yani çözümsüzlükten en zararlı çıkan Kıbrıslı oldu. Böylelikle ilk AK Parti hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin 59. Hükümeti programında hükümetimiz; “Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır. Bu çözümde, gelecekte adadaki Türk varlığını tehlikeye sokacak hiçbir girişime müsaade edilmeyecektir. Bu çerçevede, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından Kıbrıs konusunda yapılan barış girişimi olumlu karşılanmakla birlikte, hükümetimizce sorunun kalıcı bir şekilde çözümü için ulusal çıkarlarımız ve Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığını ve egemenliğini garanti altına alacak bir müzakere süreci öngörülmektedir.”ifadelerine yer verdi.
Bu müzakere sürecinde yeni hükümetin izlediği politika;
– Kıbrıs Türk halkının asli kurucu vasfından taviz verilmemesine,
– Ada üzerindeki eşit hakların muhafaza edilmesine,
– Siyasi eşitlik, iki toplumluluk, iki kesimlilik tezlerinin savunulmasına,
– İki Kurucu Devlet’in ortaklığının söz konusu olmasına yönelikti.
Bu yüzden AK Parti çözümsüzlük yerine, büyük risk alarak o şartlarda çözüm olduğunu düşündüğü Annan Planı’nı destekledi.
5-) Peki neydi Kıbrıs sorununa kapsamlı çözüm temeli olarak anılan Annan Planı?
1. Ortaklığın niteliği itibariyle;
– Ayrı bayrakları, parlamentoları, hükümetleri, kurucu antlaşmayla uyumlu ayrı anayasaları bulunan iki kurucu devletin var olacağı,
– Kurucu devletlerin kararlarını bağımsız ve egemence almalarına imkân sağlayacağı,
– Kurucu devlet yasalarıyla federal devlet yasaları arasında hiyerarşinin söz konusu olmadığı,
– Kıbrıs Türk Devleti, kültürel ve ticari konulara ek olarak, ekonomik yatırım ve mali yardım hususlarında da başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerle anlaşma yapabileceği.
2. Devlet yapısı yönünden;
– Başkan ve Başkan Yardımcısı daima ayrı devletlerden olacağı,
– 20 aylık rotasyonla iş başına geleceği,
– AB Konseyi toplantılarına beraber katılacağı,
– Dış İşleri Bakanı ile AB Bakanı ayrı devletlerden olacağı,
– Yasama organının, başkanları ayrı devletlerden oluşacak 48’er üyeli Senato ve Alt Meclis’ten oluşacağı,
– Senato’da eşit sayıda dağılımın, Alt Meclis’te ise en az 12 Türk temsilcinin görev yapacağı.
3. AB üyeliği ve derogasyon (istisnalar) bakımından;
– Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyesi olacağı,
– İki kesimliliğin muhafazası için kısıtlamaların en erken 2019’a kadar veya Türkiye’nin AB üyeliğine kadar geçerliği olacağı.
4. İkamet sınırlamaları ve mal-mülk meselesi yönünden;
Kurucu devletler tarafından getirilebilecek sınırlamaların, 1960 anlaşmalarına göre sürelerinin Rum tarafı lehine kısalmasını öngörmesine rağmen, sınırlama oranlarının Türk tarafı lehine indirileceği bir sistem öngörüyordu. Kısaca, Annan Planı ile Türk tarafının toprak ve asker çekme yönünde biraz fedakârlığı mukabilinde tüm dünyanın tanıdığı, AB’de önemli hakları bulunan Kıbrıs Türk Devleti oluşacaktı. AK Parti hükümetleri, Kıbrıslı Türklerin 1960 antlaşmalarından çok daha ileri siyasal ve hukuki haklara sahip olacağı Annan Planı’nı desteklemişti. Ancak Rum tarafının, 22 Nisan 2004’de yapılacak Annan Planı referandumunun hemen akabinde Mayıs 2004’de Avrupa Birliği’ne kabul edilecek olması nedeniyle, plan Kıbrıslı Türklerin % 65 oranında “evet” demesine karşılık, Rum Kesimi’nden kabul görmedi. % 75 “hayır” oyu nedeniyle uygulamaya geçemedi. Peki, ne oldu reddedilerek? Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesi bir algının yıkılmasına vesile oldu. Birleşmenin, barışın önünde Kıbrıslı Türklerin değil, Rumların olduğunun, kavganın Türk tarafından kaynaklanmadığının anlaşılmasını sağladı. Avrupa Birliği’nin, Birleşmiş Milletler’in ikiyüzlü, daha önce verdikleri sözlerin aksine davranmalarını geçiyorum. Rum tarafının, “hayır” demesine rağmen AB üyeliği ile ödüllendirilmesini, Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası toplumla bütünleşmesine ve ekonomik kalkınmalarına yönelik destek taahhütlerinin gerçekleşmemesine değinmeyeceğim.
6-) Annan Planı sonrasında Türkiye’nin attığı adımlar:
Ama Annan Planı’nın reddedilmesiyle Türkiye için Kıbrıs’ta hayat durmadı. Çünkü AK Parti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetleri’nin tüm faaliyetlerini çözüme bağlayıp, her şeyin ertelenmesini öngören yaklaşımları asla kabul etmedi. Kapsamlı çözüm sağlansın veya sağlanmasın, KKTC’yi güçlendirecek ve geleceğine güvenle bakmasını sağlayacak çalışmaları büyük bir hızla gerçekleştirdi. Kuzey Kıbrıs’taki siyasi yapının, ekonomik yapının güçlendirilmesi için köklü adımlar atıldı. Amaç, Kıbrıslı Türklerin müzakerelerde elinin güçlenmesinden de öte, Kıbrıs’ın daha müreffeh bir toplum yapısına kavuşmasını sağlamak. Devlet kurumları arasında tecrübe paylaşımı, bu sürecin en önemli adımlarından biri. Fakat asıl önemli adım Yardım Heyeti Başkanlığı’nın etkin sorumluluklar üstlenmesi, Kuzey Kıbrıs’ı muasır bir medeniyete dönüştürmek için sessiz-sedasız çalışması. Yardım Heyeti Başkanlığı 2 proje ile biliniyor; kısıtlı yer altı ve yüzeysel su kaynaklarına sahip olan Kıbrıs’a, Anamur-Dragon Çayı’ndan Kıbrıs’a döşenecek 105 km’lik boru hattıyla Ada’nın tümüne yetecek kapasite içme suyu hattını ve Ada’nın en büyük ovalarından olan ancak kuraklık nedeniyle ekim yapılamayan Meserya Ovası’nda tarım yapılmasını sağlayacak sulama hattını kapsayan Hayat Suyu Projesi’yle ve ayrıca yine Mersin’den Girne’ye döşenecek elektrik hatları kullanılarak Kuzey Kıbrıs’a Elektrik Temini projesiyle hafızalarda yer edindi. Ama bu projeler, Kıbrıs’a hayat veren ve Ada’nın kaderini değiştirecek adımlardan sadece 2’si.
7-) Müzakerelerden beklentimiz:
Değerli misafirler, AK Parti olarak bizler, 1963 yılından bu yana ortaklık devletini, Kıbrıslı Türklerin haklarını gasp eden mevcut statükonun bir 50 yıl daha sürmesine izin veremeyiz. Kıbrıslı Türklerin yıllardır maruz bırakıldığı haksız izolasyona son vermek, AK Parti hükümetlerinin dış politikadaki önceliklerindendir. Bu nedenle, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği sekteye uğrasa da, müzakere sürecinde birçok fasıl Türkiye’nin Kıbrıslı Türklerin haklarını savunması nedeniyle halen açılmasa da, Türkiye Kıbrıs sorununun daha fazla geç kalınmadan adil ve kalıcı bir çözüme ulaştırılması yönündeki çabalarını tüm uluslararası aktörlerle işbirliği içinde kararlılıkla sürdürmektedir. Bu vesileyle, çözümün tarafı olan, özellikle son 10 yılda barışa yönelik güçlü bir irade ortaya koyan Kıbrıslı Türk kardeşlerime teşekkür ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Saltuk Buğra BOZKURT