Türkiye, uzun süredir Avrupa Birliği’nin eşiğindedir. Asya ve Avrupa arasında yer alan bu ülkenin Avrupa ile geleceği hakkında, yarım asır önce önemli devlet adamları Adenauer ve De Gaulle da konuşmuşlardı. 1999 yılında ise, Türkiye, AB’ye üye olmak için aday-ülke statüsünü aldı. Ama o zamandan beri birçok olay geçmesine rağmen, başka ülkeler AB’ye “girme izni” alsa da, Türkiye hala beklemededir. Sanırım, AB yetkililerinin “Avrupa’da rekabet gücü yükselerek değerli bir unsura dönüşen Türkiye öyle bir ülke ki, onun da çıkarlarını göz önünde bulundurmak gerekir” gibi şatafatlı ifadeleri, artık her iki tarafı memnun etmek şöyle dursun, aksine sinirlendirir. Son 10 yıl içinde bir dizi siyasi, ekonomik vb. sorunlar yaşayan Brüksel ile Ankara arasındaki görüşmeler, AB içindeki büyük ölçekli ekonomik krizle birlikte daha da “gerildi”. Bu durum, başka herhangi bir krizden farklı olarak, Avrupalı siyasetçileri sadece Eski Kıta’yı ekonomik krizden çıkarma yollarını aramaya değil, ayrıca Avrupa bütünleşme projesinin çeşitli yönlerini (tüm paradigmayı olmasa da) de yeniden etraflıca sorgulamaya itti. Bu şartlarda, Türkiye’nin AB’ye girme meselesi de bir kenara bırakılamaz.
AB’den konuşurken, her zaman için bu kurumun uluslararası politikalarının karmaşıklığını hatırlamak gerekir. Üye ülkeler, Türkiye meselesinde olduğu gibi, her zaman gereken uzlaşıya varamıyor. Elbette bugün Avrupa krizdeyken, AB’deki birçok mesele, birkaç nesildir Türklerin “ikinci vatanına” dönüşen birliğin ekonomik lideri Almanya’nın siyasi iradesine bağlıdır. Ama Türkiye konusunda çok şey de, geleneksel olarak (AET) AB’nin diğer lideri ve birliğin dış politika gündemine aktif olarak katılan Fransa’ya bağlıydı ve halen bağlıdır. AET’nin kurulmasıyla, Fransa, birlik üyelerini kendi dış politik konumu etrafında birleştirmek için aktif çalışmalara başladı (Charles De Gaulle, Valery Giscard d’Estaing, François Mitterrand), ayrıca Brüksel-Ankara ilişkilerini olumlu (Jacques Chirac) ve olumsuz (Nicolas Sarkozy) anlamda etkiledi.
Meselenin tarihini incelerken, Avrupa ve Türkiye’nin bütünleşme sürecine karşı yaklaşımlarındaki uyumsuzluğa dikkat etmemek mümkün değil. Uzun yüzyıllardır komşu olan tarafların, birbirlerinden hem talepleri, hem de birbirlerine bazı teklifleri var (hem ekonomik, hem de siyasi anlamda). Türkiye açısından, iki tarafın yoğun tarihi ilişkileri, “ortak ev” ve ortak gelecek gibi Avrupa’ya bağlılıkla ilgili beyanatlar konusunda bir sıkıntı yoktur. Türkiye’nin dış ticaretinin Avrupa yönümlülüğü (% 37 AB ülkelerinin payına düşüyor, doğrudan yabancı yatırımın ise % 70’i AB ülkelerinden geliyor) ve Türk askeri güçlerinin AB (Bosna ve Kosova) barış operasyonlarına katılması gibi olgular, buna dayanak olarak gösterilir. Buna karşılık AB, esasen konuya daha gerçekçi yaklaşır ve Türkiye’nin devrimlerine “AB’nin yön vermesini” sağlamak için “üyelikle ilgili görüşmelere yeni bir dinamik kazandırmanın AB ve Türkiye’nin çıkarları dâhilinde olduğunu” hatırlatır.
İki ortak arasındaki ilişkiler “tek taraflı oyun”a benzese de (Türkiye “kapıyı çalar”, AET/AB ise Türkiye’yi “Avrupa evi”nin dışında tutarken onu nasıl etkileyeceğini düşünür), aslında bu hiç de doğru değildir. Yine de, tek taraflılığa biraz eğilim başlangıçtan beri mevcuttu. Zira esas teşebbüsler sadece Ankara’dan geliyordu (1959 yılında AET’nin, 1963 yılında birliğin kurulması, 1987 yılında ise AET’ye üyelikle ilgili başvuru), AET üyeleri ise bunlara cevap veriyordu (dikkate alalım ki, 1963 yılındaki anlaşmada Türkiye’nin “Büyük Avrupa”ya katılma meselesi yoktu). Söz konusu olan Avrupa’yı tamamen tatmin eden amaçlar, yani “taraflar arasında ticari ve ekonomik ilişkilerin sürekli ve dengeli biçimde güçlendirilmesinin teşviki, Türkiye ekonomisinin hızlı gelişiminin sağlanmasının gerekliliğini dikkate almak ve istihdam düzeyinin ve Türk halkının yaşam koşullarının yükseltilmesi” idi. Soru şuradadır; “Soğuk Savaş” ortamında Türkiye’nin daha çok şey talep etme şansı var mıydı? Zor; zira 1968 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle (1958-1969), Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşme meselesini değil, işbirliği ve bağımsızlık hakkında konuşmayı tercih etmişti. 1974 yılında Kıbrıs’ta yaşanan Yunan-Türk çatışması da, Ankara’nın AET ile yakınlaşmasını zorlaştırarak, iki taraf arasındaki işbirliği mekanizmasını bütünüyle durdurdu.
AET’e tam üye olmakla ilgili Türkiye’nin 1987 yılındaki müracaatı, “Soğuk Savaş”ın sonuna rastlar. Almanya’nın birleştirilmesi ve 1989-1990 yıllarında yaşanan “kadife devrimler”, 1991’de SSCB’nin çöküşü, birliğin daha da derinleşmesi ve genişlemesi ile ilgili yeni yükümlülükler getirerek Avrupa’nın çehresini değiştirdi. Bu şartlarda, Türkiye’nin AET’ye katılma meselesi bir kenara konuldu. Avrupa Komisyonu’nun 1989 yılında bu başvuruya cevabı olumsuz oldu; Türkiye’den 1981 yılında AET üyesi olan Yunanistan’la Kıbrıs Sorunu’nu çözmesi (bu, birliğin Türk ekonomisinin kalkındırılması için mali yardım paketi ayırmasına engel oluyordu) ve “ulusal azınlıkların hakları da dâhil olmak üzere insan haklarını sağlaması” isteniyordu. O dönemde, üyelik başvurusuna karşılık Ankara’dan sözde “Ermeni Soykırımı”nı tanıması istendi. O günlerde güneydoğu sınırlarını belirlemekle (Yugoslavya) meşgul olan AB, Türkiye’yi kendinden uzaklaştıramazdı. Dolayısıyla Türkiye’yi ziyaret eden François Mitterand (1981-1995), AET ülkelerinin Türkiye ile işbirliği ilişkisi çerçevesinde etkinliğinin arttırılmasından söz etse de, olası üyelik hakkında hiçbir şey söylemedi.
Bu durumdan çıkma girişimi olarak, 1995 yılında Türkiye ve AB arasında yeni bir belge -Gümrük Birliği ile ilgili düzenlemeler- yapıldı. Türkiye, AB’ye üye olmadığı halde Gümrük Birliği’ne giren tek ülke oldu. AB, Türkiye’yi kabul etme yükümlülüğüne girmese de, burada milli egemenliğin ciddi şekilde sınırlanması söz konusuydu. Elbette, Avrupa Birliği için bu anlaşma oldukça kazançlı idi; rekabet gücü yüksek Avrupa ürünleri Türkiye pazarına gümrüksüz girme şansı kazandı. Türkiye’de ise bu olaylar farklı değerlendiriliyordu; iktidar bu anlaşmayı AB tam üyeliğine yönelik bir başarı olarak gösterse de (kendi ürünlerini Avrupa ürünleri ile ağır rekabete hazırlayarak Türkiye kendini güvenilir bir ortak olarak göstermek imkânı elde ediyordu), muhalefet Türkiye’nin ne AB pazarı, ne de ticaret alanında AB kararlarına etki imkânı elde edeceğini ve bunun AB ile gelecek bütünleşmeye teminat olmayacağını, hatta aksine, üçüncü ülkelerle ticarette engeller oluşturacağını iddia ediyordu. Gümrük Birliği’nin kurulduğu ilk yılda, Türkiye’nin ithalatı % 37,2, ihracatı ise toplam % 4,2 oranında artmıştı. Avrupa Birliği ülkelerinde ise 11,6 milyar dolarlık ticaret gözlemlenmektedir.
Sonraki girişimler, Türkiye’nin Avrupa merdiveninde güçlükle bir “basamak” daha yükselmesine olanak verdi; Türkiye, 1999 yılında AB’nin Helsinki Zirvesi’nde başka 12 ülke ile birlikte AB üyeliğine resmi aday statüsü aldı. Haziran 1995’te Avrupa Parlamentosu’nda “Avrupa bizim değerlerimize doğru ilerlemek isteyen Türkiye hükümetini desteklemek ve anlamak için gücünü esirgememelidir” diyen Jacques Chirac (1995-2007), Türkiye’yi destekledi. Aralık 2000’de AB Konseyi Başkanı olarak Fransa, Türkiye’nin AB’ye kabul programının hazırlanması için Ankara ile anlaşma imzaladı. Bu, demokratik reform yapma konusunda Türkiye’ye ciddi bir ivme kazandırdı (ölüm cezasının kaldırılması, Kürtlerin milli azınlık olarak tanınması, Kürt dilinde programlara ve öğretime izin verilmesi vb.). 2004 yılında AB Konseyi, Türkiye’nin AB’ye üye olması için “Kopenhag kriterleri”ne yeterince uyduğunu kabul etti. 2005 yılında, Türkiye, Hırvatistan ile aynı tarihte acquis communautaire (AB standartları) kapsamında belli alanlarda üyelik görüşmelerine başladı. Ama Kıbrıs Sorunu’nun gerginleşmesi (Türkiye’nin AB’ye üye olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı Gümrük Birliği kurallarından vazgeçmesi), Brüksel’i görüşmeler sürecini dondurmaya itti. Ayrıca, Jacques Chirac Ankara’dan “Ermeni soykırımı”nı tanımasını talep ederek, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını doğrudan bu konuyla ilişkilendirmişti.
Tüm bunlar, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da başarıyla uygulanan “Avrupa Anayasası” projesi ile ilgili oylamada yer almadan geçemezdi; Avrupa bütünleşmesi, içinden çıkılmaz noktada idi. Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı ve 2007 Lizbon Anlaşması’nın girişimcisi Nicolas Sarkozy (2007-2012) ile Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye’yi Avrupa’nın geleceğinde görmediklerini beyan ederek, Magreb ve Orta Doğu ülkeleri ile birlikte Türkiye’nin “Akdeniz Birliği”ne üyeliğini teklif ettiler. Diplomatik ifade arayışı ile kendini yormayan Sarkozy, doğrudan Türkiye’nin AB üyeliğinin ona “saçma” göründüğünü söyledi. “Niyetlere dayalı stratejik umutları, stratejik ortaklık mutabakatı çerçevesinde gerçekleştirmek mümkündür. Görünüyor ki, Avrupa 1963 yılının şimdiki ile hiçbir benzerliği olmayan jeopolitik vaatlerinden vazgeçmek istemiyor”, diye de vurguladı. 2011 yılında toplam 5 saat Ankara’da bulunan Sarkozy, bu yoğun gezi sırasında bir kez daha ifade etti; “Ben bir daha eminim ki, Türkiye ve AB, mümkün olan en yoğun ilişkilere sahip olmalıdır, ama bunu bütünleşme seviyesine getirmek gerekmez; bu ne Türkiye’nin, ne de Avrupa Birliği’nin yararına olacaktır”. Beklenildiği gibi, bundan sonra Fransız şirketleri Türkiye pazarındaki paylarını kaybetti (% 6’dan % 3’e azalma oldu), Türkiye’de ise Paris’te yaşanan İslam düşmanlığı ve Türk düşmanlığı meseleleri konuşulmaya başladı.
Elbette, tüm bunlar Ankara’yı heyecanlandıracak değildi. Hatta 2011 yılında yaşanan “Arap Baharı”, bu projeyi somut olarak dondurdu (tamamen sonlandırmasa da). Tüm bunlardan memnuniyetsiz kalan Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 2012 yılının Ekim ayında kamuoyuna beyan etti ki, Türkiye 2023 yılına kadar AB’ye üye kabul edilmezse, başvurusunu geri çekecek. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise başka türlü bir tepki gösterdi. Cumhurbaşkanlığı görevine seçilmesi ile Türklerin Paris ve Brüksel’e ilişkin tutumunun yumuşayacağına umudunu artıran Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’la ortak basın toplantısında, Gül üzülerek bildirmişti ki; “Bizim için AB stratejik amaçtır. Fakat biz görüşmeleri sonuna kadar getirsek bile, bu üyeliğe garanti vermiyor”. Doğru, ihtiyatlı davranan Hollande, bu meselenin Fransızlar tarafından referandumda çözümleneceğini ve en azından önümüzdeki 5 yıl içinde Türkiye’nin AB’ye üye olamayacağını kaydederek, Türklere hiçbir şey vaat etmedi. Sarkozy gibi olumsuz bir söylemden imtina eden Hollande, yine de Türkleri “Ermeni soykırımı”nı tanımaya ve bağımsız adalet ve insan haklarını sağlamaya çağırdı. 2013 yılında, Hırvatistan AB’nin 28. üyesi olurken, Türkiye görüşmelerin düştüğü çıkmaz durumdan kurtulmaya çalışarak, AB ile sadece göçmenlere ilişkin anlaşma imzaladı.
2014 yılının Ocak ayında Ifop kamu araştırma kuruluşu, Türkiye’nin AB’ye üye olması ile ilgili yaklaşımı belirlemek için Fransızlar ve komşu ülkelerin vatandaşları arasında bir anket yaptı. Bu anket sonuçları, bugün Batı Avrupa’da Ankara’ya karşı nasıl güçlü bir soğukluk olduğunu kesin olarak göstermektedir. Ankette Fransızların % 83, Almanların % 72, Belçikalıların % 68, İngilizlerin % 66 ve İtalyanların % 50’si Türkiye’nin AB’ye kabulüne karşıdır. Sadece İspanya’da çoğunluk (% 56) Ankara’nın AB’ye katılmasını desteklemektedir. Bununla birlikte, sosyologlar sorguda yer alanların fikirlerinde inanılmaz güçlü bir ortak noktayı kayda aldılar; kadınlar ve erkekler, üst ve alt tabakadan olanlar, merkezciler, sağcılar ve solcular, Türkiye’nin üyeliğine eşit derecede karşıt oy verdiler. Fransa’ya gelince, orada 2003 yılından itibaren Türk karşıtlığı hızla artmaktadır. Üstelik “Milli Cephe”den esinlenen sağcıların soğukluğu şaşırtıcı olmasa da (% 8 Ankara’nın üyeliğinin lehine, % 92 ise aleyhine), şimdi bu eğilim solcuları da sarmıştır (% 27 lehine, % 74 aleyhine). Beklenildiği gibi, Hollande, Ankara-Brüksel ilişkilerindeki esas konuda Türkiye’deyken çok dikkatli idi.
Türkiye’nin birliğe katılmasına taraftarların ve buna karşıtların gerekçeleri çoktandır bilinmektedir. Birinciler, AB’nin Ankara ile bütünleşmeden elde edebileceklerinden yola çıkar; siyasi (“Avrupa değerleri”nin Türkiye’ye yayılması ve Ortadoğu ile Kafkasya’ya etki olanağı), ekonomik (dünyanın 10. ekonomisinin AB’ye katılması, Asya’nın enerji kaynaklarına erişim), askeri-stratejik (NATO’da ikinci güç olan Türk Ordusu ile Avrupa’nın sınırlarındaki krizlerin düzenlenmesi). Bu durumda Türkiye de Avrupa pazarında pay elde edebilir ve yaşam standartlarını AB seviyesine yükselterek çağdaşlaşabilir. “Türkiye dostlarını” ne coğrafi (Türkiye’nin topraklarının toplam % 5’i Avrupa’dadır), ne de dini (Müslüman ülke olması) faktörler durduruyor. Avrupa sadece bölgesel değil, aynı zamanda evrensel bir proje olarak kabul edilir.
Bu görüşler, Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olanları ise korkutuyor. Risklerden bahsederek, tüm konularda somut örnekler veriyorlar. Avrupa, 2019 yılında neredeyse tamamı Müslüman 81 milyon nüfusu olacak Türkiye’yi (AB’nin en büyük ülkesi olan Almanya ile aynı büyüklükte ve gelecekte ondan da büyük) birliğe kabul etmeye hazır mıdır? AB organlarının çalışma kurallarına uygun olarak, bu durumda Ankara Avrupa Parlamentosu’nda oyların çoğunluğunu elde edebilir ve birlikte esas bir oyuncuya dönüşebilir. Ayrıca Türkiye’yi üyeliğe kabul eden Brüksel, bu ülkenin Asya sınırlarındaki çatışmaların çözümüne girişmeye hazır mıdır? Ayrıca uzmanlara göre, “demografik göstergeler ve ekonomik zayıflıklar, Ankara’yı AB’den en çok yardım alan ülkeye dönüştürecektir”. Türkiye vatandaşlarının sayısı (şu anda 75 milyon kişi, 2020 yılı için ise tahmini 81 milyondan fazla), kişi başına düşen gelirin azlığını (AB ortalamasının % 43,3’ü) ve tarım işçilerinin sayısının önemli ölçüde yüksek olması (2008 yılında % 24,6 oranında idi, Polonya’da bu rakam % 20 iken, Orta Avrupa’da % 5,4 oranındadır) olgusunu dikkate aldığımızda, AB’ye girdiği takdirde Türkiye “Ortak tarım politikası çerçevesinde 11,3 milyar Avro civarında yıllık yardım elde etme hakkına sahip olacaktır ki, bu AB’ye 2004 yılında katılan on ülkenin toplamından (9.8 milyar Avro) daha fazladır”. Henüz Türkiye’deki yoksulların AB’ye büyük ölçekli göçünün Avrupa emek pazarındaki rekabeti zorlaştıracağına değinmiyoruz. Ayrıca, “Türkiye karşıtları” vurguluyorlar ki; Avrupa, kimliğini kaybetme tehlikesi altındadır. Avrupa Anayasası’nın hazırlandığı dönemde, bu konuyu öncü siyasetçiler de dile getirdiler. Almanya eski Başbakanı Helmut Kohl, Türkiye’nin başka bir uygarlıktan olduğunu söylemiş, Avrupa Anayasası’nın hazırlanmasına ilişkin kurulun başkanı ve Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing ise, Türkiye’nin AB’ye üye olmasının “Avrupa’nın sonu” olacağını diyerek herkesi şaşırtmıştır.
Fakat Türkiye’de de Avrupa’ya kuşkuyla yaklaşanların sayısı hızla artıyor. 2005 yılında Ankara ve Brüksel arasında görüşmeler başlarken, ülkenin AB’ye üye olmasını Türklerin % 80’i desteklemişti. 2013 yılında ise, bu rakam % 40’tan fazla değildir. Açıktır ki, ülkenin bu süreçte uzun süreli ve sonuçsuz bir şekilde sürüklenmesi, Türkiye’nin reformlar yapma hevesini azaltmıştır. 2013 yılının Aralık ayında, Türkiye’nin eski Ekonomi Bakanı olan Kemal Derviş, “Çin’de ekonomik gelişmenin gözlemlendiği bir dönemde, krizde olan Avrupa’ya bu kadar önem vermek niye gerekiyor? Oysa Türkiye’nin önde gelen devletlerle ilişkilerini yeniden değerlendirmeye başladığı bir dönemde, ABD ile olan iyi tarihi ilişkiler ve Rusya ile ilişkiler güçlendirilmelidir” dedi. Elbette, Avrupa yönümlü reformlar Ankara’ya sadece radikal çevrelerin düşüncelerine karşı koyma değil, ayrıca komşu İslam ülkeleri gözünde de olumlu bir imaj yaratma imkânı da verir. Bu nedenle, Türkiye’nin Avrupa’ya tek taraflı olarak sırt çevirmesini beklemek zordur. Ama AB ve Türkiye arasındaki karşılıklı anlaşmazlık, Ankara’nın Avrupa yönümlü teşebbüslerine engel olabilir.
Elsevar ABDULLAYEV
One Comment »