RUSYA ULUSAL GÜVENLİĞİ AÇISINDAN NÜKLEER SİLAHLARIN ROLÜ

upa-admin 29 Aralık 2015 3.444 Okunma 0
RUSYA ULUSAL GÜVENLİĞİ AÇISINDAN NÜKLEER SİLAHLARIN ROLÜ

“Ulusal güvenlik” kavramı, ulusun ve ulus devletin temel objesini teşkil eden yapının benimsediği değerler bütününün tehdit altında olmadığını, tam tersine güvenlik içerisinde olduğunu ifade etmektedir. Bu değerler bütünü içerisinde, “ulusal bağımsızlık” ve “toprak bütünlüğü”  korunması gereken öncelikli değerler olarak genel kabul görmektedirler. “Ulusal güvenlik” kavramı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Başkanı Harry S. Truman döneminde Kongre tarafından çıkartılan “National Security Act” (Ulusal Güvenlik Yasası, 18 Ekim 1947) ile üne kavuşmuştur. Salt bir kavramdan çok, politikaya atıf yapmaktadır. Bu tarihten sonra, “ulusal güvenlik” kavramıyla birlikte ulusal güvenlik politikaları konuşulmaya ve belirlenmeye başlanmıştır.

Ulusal güvenlik kavramının ilk kez dile getirildiği “Ulusal Güvenlik Yasası” ise, başlangıçta her ne kadar Amerikan ulusal çıkarlarını korumak ve bu konuda kurumsal koordinasyonu sağlamak amacını taşımışsa da, Soğuk Savaş yıllarında “ulusal güvenlik” adeta bir ideolojiye dönüşerek sadece Amerikan müttefiklerinin sınırlarını komünizm tehlikesine karşı korumanın ötesine geçip, Batı değerlerine karşı her türlü meydan okumayı karşılayacak biçimde yeniden tanımlanmıştır. Soğuk Savaş sonrası çift kutuplu ideolojik yapılanmanın bozulmasıyla, ulusal güvenliğe olan ideolojik yaklaşım terk edilmiş, başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere birçok kurum ve kuruluş tarafından ulusal güvenlik yeniden tanımlanmıştır. Daha çok ekonomik ve liberal değerlerin ön plana çıkartıldığı yeni ulusal güvenlik yaklaşımı, bu haliyle insan-merkezli güvenlik görünümündedir. BM tarafından yapılan tanımlamada, güvenlik; ekonomik güvenlik, sağlık güvenliği, gıda güvenliği, bireysel güvenlik, toplumsal güvenlik, çevresel güvenlik, politik güvenlik şeklinde 7 alt bölümde ele alınmıştır. Ulusal güvenlik düşüncesi, kapsam ve içeriği nedeniyle, Uluslararası İlişkiler disiplini içinde ele alına gelmiştir. Fakat küreselleşmeye bağlı olarak devletler, milletler arasında karşılıklı etkileşimin artması güvenlik alanlarını daraltmış ve güvenliği daha kırılgan hale getirmiştir. Ayrıca küresel ekonomik sistemin çıkarları doğrultusunda tanımlanan yeni güvenlik yaklaşımı, kapsam ve içerik yönünden genişleyerek derinleşmiştir. Bu nedenle, ulusal güvenlik konusu Uluslararası İlişkiler alanında bir alt konu olmaktan çıkarak, başlıbaşına bir alan haline gelme eğilimindedir. Bu durumda, ulusal güvenliğin düşünsel temelleri yeni ulusal güvenlik politikalarını çözümlemek açısından son derece önem kazanmaktadır.

Klasik Realist teorisyenler, aslında doğrudan bir güvenlik kuramı ortaya koymamışlar; uluslararası politikaya dair öne sürdükleri savlar ve  kavramsallaştırmalar ile sonradan ortaya çıkan güvenlik literatürüne dolaylı ama ciddi katkıda bulunmuşlardır. Öyle ki, Realizm, ileri sürdüğü  tezlerle II. Dünya Savaşı’nın ardından disiplinin egemen teorisi olarak  klasik güvenlik terminolojisinin oluşumunda önemli rol oynamıştır. Bu  açıdan değerlendirildiğinde; Realizm, klasik güvenlik paradigmasının kavramsal, kuramsal ve metodolojik alt yapısını inşa etmiştir. Realizm, güvenlik kavramını “sürekli bir güvensizlik ortamı” veya “güvende  olmama hali” üzerinden tanımlamaktadır. Realizmin güvenlik  çalışmalarında ön plana çıkan teorisyenlerinden Arnold Wolfers’ın  güvenliği, “kazanılan değerlere yönelik bir tehdidin olmaması hali” olarak tanımlamasında görüldüğü üzere, Realist yaklaşım, güvenlik perspektifini güç-tehdit-güvensizlik üçgeniyle sınırlandırmaktadır. Zira  aktörler, “herkesin herkes ile çatıştığı” tehditlerle dolu güvensizlik ortamında hem varlıklarını, hem de “kazandıkları değerleri” korumak için güçlü olmak zorundadır. Güç kavramından anlaşılan ise, maddi güçtür. Realizmin güvensizliğe atfen tasarladığı güvenlik anlayışının merkezinde, “insan doğasının kötü olduğu” önkabulü ve uluslararası politikayı açıklamada kullanılan “anarşi” metaforu bulunmaktadır. Realist kurama göre; anarşi ve güvensizliğin süreklilik kazandığı bir uluslararası ortamda, güvende olmanın tek yolu, güç ve kapasite  arttırımına gitmektir. Analiz birimi olarak ele aldıkları devletlerin rasyonel  ve bütüncül yapılar olduğu önkabulünden hareket eden Realistler, ulusal gücü arttırma imkân ve kabiliyetine sahip tek aktör olarak ulus-devletleri görmekte; sıklıkla atıfta bulundukları “ulusal güvenlik”  söylemi üzerinden de sadece ulus-devletlerin güvenliğini dikkate  almaktadır. Realist paradigma, devlet eksenli bir güvenlik perspektifi inşa ederek, ulusal güvenlik vurgusu ile toplumun ve -açıkça belirtmese de- bireyin güvenliğini devletin güvenliğine  bağımlı kılmaktadır. Diğer yandan, Realist kuram, devlet lehine tek-taraflı bağımlı kıldığı güvenliği yalnızca askeri güç ve stratejiye denk tutmaktadır.

Dünyamız, tüm insanlığı ilgilendiren ve hiçbir ülkenin kendini emin ve korunaklı göremeyeceği terörizm, sınır aşan organize suçlar, silahlı çatışmalar, salgın hastalıklar ve küresel ısınma gibi sınır tanımayan sorunlarla yüzyüzedir. Nükleer silahların yayılması ve kullanılması tehlikesi de bu sorunlardan birisi, hatta en ciddi risk taşıyanı olarak kabul edilmektedir. Nükleer silahlar 20. yüzyılda yaratıldı ve ona sahip olan devletlerin ulusal güvenliğinin sağlanmasında önemli  yer tutmaya başladı. SSCB, bu silaha sahip olduğunu 1949 yılının 29 Ağustos’unda dünyaya ilan etti. O zamandan bu yana, Rusya’nın (SSCB ve Rusya Federasyonu) dış politikasında, kendi ulusal güvenliğinin sağlanmasında bu silahlar  önemli ölçüde değer kazandı.

Bu araştırmanın amacı, nükleer silahların Rusya’nın güvenliğindeki rolünü ortaya koymak olacaktır. Nükleer silah, nükleer reaksiyon ve nükleer fizyonun birlikte kullanılmasıyla ya da çok daha kuvvetli bir füzyonla elde edilen, yüksek yok etme gücüne sahip bir silahtır. Nükleer silahlanmanın geçmişini irdelediğimizde, karşımıza hemen ABD’nin ünlü Manhattan Projesi çıkar. Savaş tarihinde, nükleer silah ABD tarafından II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde iki kez kullanılmıştır. İlk olay, 6 Ağustos 1945 sabahı, Little Boy (Küçük Çocuk) kod isimli uranyum tipi silahın Japonya’nın Hiroşima kentine atılmasıyla vuku bulmuştur. Üç gün sonra ise, Fat Man (Şişman Adam) kod isimli uranyum tipi silah, aynı ülkenin Nagazaki kentine atılmıştır. Kullanılan bu silahlar neticesinde, çoğu sivil 120.000 kişi yaşamını kaybetmiştir.

Rusya’da nükleer silah çalışmalarının tarihi, II. Dünya Savaşı’nı en kısa yoldan bitirmek için güçlü bir silah arayışının yaşandığı dönemlerde başladı. Rus bilim adamlarının azimli çalışmaları sonucunda, 29 Ağustos 1949’ta ilk atom bombası Kazakistan’daki test merkezinde başarıyla patlatıldı. Bu olay, nükleer silahlanma yarışının başladığı olay da oldu. ABD, ilk hidrojen bombası olan Operation Ivy’yi 1952 Kasım’ında Marshall Adaları’nda gerçekleştirdi. Bu yapılan bomba, Japonya’da on binlerce insanın hayatına son veren Nagazaki’ye atılan bombadan 450 kat daha güçlüydü. Rusya, bu yarışta geride olsa da, bir at boyunu geçmeyecek mesafede ABD’yi takip ediyordu. ABD’den kısa bir süre sonra, 1953’te Rusya ilk hidrojen bombasını patlattı.

1960’lar ve 1980’ler arasında ABD ve Sovyetler Birliği arasında yoğun bir silahlanma yarışı gerçekleşti. 1986 yılında silahlanma yarışı zirve yaptı. O dönemde iki süper gücün birlikte toplam 70.500 nükleer silahı bulunuyordu. Bu silahların toplam gücü, dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları 25 defa ortadan kaldırmaya yetiyordu. İki devlet de, nükleer silahlarını diğerinin sınırlarına doğrudan yönlendirmiş ve dakikalar içinde fırlatmaya hazır durumdaydı. Nükleer güçler ‘karşılıklı garantili imha’  olarak adlandırılan bir askeri doktrin uyguluyordu. Bu doktrin, iki tarafın da düşmanca bir nükleer saldırı durumunda birbirini yok etmeye yetecek kadar nükleer cephaneliği olduğunu öngörüyordu.

ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki silahlanma yarışı inanılmaz seviyelere ulaştıkça, iki devlet de bunu sorgulamış ve dışarıdan da tepkiler almıştı. Bu tepkiler, hem ulusal, hem de uluslararası düzeydeydi. 26 Mayıs 1972 yılında Moskova’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brezhnev ile ABD Cumhurbaşkanı Richard Nixon arasında  SALT I anlaşması imzalandı. Amerika ve Sovyet Rusya, SALT-I Antlaşması ile iki ülke arasındaki temel ilkeleri tespit ve ilan etmişlerdir. “Her iki taraf, nükleer çağda barış içinde bir arada yaşamadan başka alternatif olmadığını kabul ederek, aralarındaki ilişkilerin tehlikeli boyutlara varmasını önlemeye; birbirleri aleyhine avantaj sağlamamaya; karşılıklı çıkarları konusunda birbirleriyle devamlı temas halinde olmaya; stratejik silahlar da dahil olmak üzere tam ve genel bir silahsızlanma için çaba harcamaya; aralarında ticari ve ekonomik, teknik ve teknolojik işbirliğini artırmaya karar vermiştir” gibi kararlar alınmıştır.

21 Kasım 1972 yılında başlayan SALT-II görüşmeleri ise, uzun tartışmalardan sonra, 18 Haziran 1979’da Viyana’da Leonid Brezhnev ile Jimmy Carter arasında imzalandı. SALT-II Antlaşması’nda, hem Amerika, hem de Sovyetler Birliği 1 Kasım 1978 tarihi itibarıyla sahip bulundukları bütün stratejik füzelerle, uzun menzilli yani stratejik bombardıman uçaklarının miktarlarını bir memorandumda ortaya koydular. Stratejik uçaklarda birinci planda gelenler, Amerika için B-1 uçakları ile Sovyetler için Backfire denen Tu-22 M ağır bombardıman uçakları idi. Diğer taraftan tüm bu antlaşma, hem kıtalararası füzelerin (ICBM), hem denizaltılardan atılan füzelerin (SLBM) ve hem de çok başlıklı olup her başlığın bağımsız olarak ayrı hedefe gidebildiği füzelerin (MIRV) tarifleri yapılmış, spesifikasyonları belirtilmiş ve her çeşit füzenin de miktar sınırlaması yapılmıştır.

1991 yılı 31 Temmuz’unda, George Bush ve Mihail Gorbaçov Stratejik Nükleer Silahların İndirimi Anlaşması’nı (START) imzalamışlardır. START I ile, ilk kez uzun menzilli nükleer silahlarda indirimi öngören bir anlaşma imzalanmıştır. İki ülke ellerinde bulunan uzun menzilli nükleer silahlarda ortalama yüzde 30’luk bir indirime gitmiş, antlaşma ile SSCB nükleer savaş başlıklarında yüzde 48, ABD ise yüzde 39, nükleer saldırı silahlarında SSCB yüzde 35, ABD ise yüzde 28 azaltma yapmakla yükümlü kılınmıştır. ABD, antlaşmaya göre, elinde bulundurduğu 12.000 nükleer füze ve bombayı 9.000’e indirirken, SSCB’nin de sahip olduğu 11.000 nükleer füze ve bombada 4.000’lik bir azaltmaya gitmesi kararlaştırılmıştır.

START–2, Bush ve Yeltsin tarafından 3 Ocak 1993 tarihinde Moskova’da imzalanmıştır.  START-2 çerçevesinde, ABD ve Rusya, 1 Ocak 2003 tarihine kadar toplam nükleer başlık ve bomba sayısının 3000 ila 3500 arasında bir düzeye indirileceği, her iki ülkenin de karada konuşlandırılmış ve birden çok değişik hedefe yöneltilebilen çok başlığa sahip kıtalararası balistik füzelerinin tamamı aynı süre içinde ortadan kaldırılacağını ilan ettiler.

Nükleer silahların Rusya Ulusal Güvenlik Politikası’nda kısmen birbiri ile örtüşen 3 rolü vardır:

  • Statü Sembolü,
  • Varoluşsal Caydırıcılık,
  • Konvansiyonel Saldırının Caydırıcılığı.

Statü Sembolü

Statü sembolü denince, Moskova’nın bir nükleer devleti olması ve bu bağlamda BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olması anlaşılıyor. Moskova’nın nükleer silah statüsü, Soğuk Savaş sonrası çok-kutuplu uluslararası sistemde kendisini iktidar ve güç merkezlerinden biri olarak görmesini sağlıyor.

Varoluşsal Caydırıcılık

Bu kavram onu ifade ediyor ki; Rusya, nükleer silahla yanıt verebileceği için, ABD ve NATO dahil olmak üzere hiçbir rasyonel ülke veya ittifak Rusya’ya saldırmaz. Soğuk Savaş sonrası küresel savaş tehdidinin çok düşük, neredeyse yok derecesinde olması, Rus politikacıları tarafından da algılanan bir gerçektir. Dolayısıyla, nükleer silahlar olası durum için caydırıcı unsur olarak tasvir ediliyor.

Konvansiyonel Saldırıların Caydırıcılığı

Amerika Birleşik Devletleri ve NATO tarafından geniş çaplı bir saldırının imkansız olarak kabul edilmesine rağmen, konvansiyonel silahlarla yapılacak saldırıların riski gözardı edilemez. Rusya, nükleer gücünden konvansiyonel saldırı olasılığına karşı da faydalanıyor.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki ilk dönemlerde, ABD ve Rusya, ortak olma hedeflerini ilan etmişlerdi. Dolayısıyla, Rusya’nın ilk askeri doktrini mevcut durumu yansıttığı için, burada küresel savaş riskinin çok düşük, hatta önemsiz ölçüde olabileceğini tahmin ediyordu. 1993 Askeri Doktrini, çoğunlukla “ilk kullanmama” politikasının restorasyonu olarak hatırlanırken, nükleer silahlara hiçbir özel misyon atamadı ve nükleer silahların cevaplaması gereken tehditleri tanımlamadı. Nükleer silahlar, ülkenin güvenlik stratejisinde sadece “statü sembolü” ve “varoluşsal caydırıcılık” misyonu olarak vurgulandı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından 21 Nisan 2000 tarihinde imzalanmış olan Askeri Doktrin, Soğuk Savaş döneminin aksine, nükleer bir savaşı da içeren büyük ve kapsamlı bir savaş tehdidinin azalmakta olduğunu öngörmekte idi. Buna karşın, bölgesel çatışmaların ve silahlanma yarışının ise hızlanacağı yargısını ortaya koyuyordu. Nükleer silahların rolünün önemi, askeri doktirin içinde şu ifadede  ön plana çıkmaktadır: “Rusya Federasyonu, kendisine veya müttefiklerine yönelik nükleer silahlar ya da diğer kitle imha silahları ile saldırıldığı takdirde veya geniş kapsamlı olarak konvansiyonel silahlarla ülke güvenliğini tehdit edebilecek ölçüde saldırıya maruz kaldığında, karşılık vermek amacıyla nükleer silahlara başvurma hakkını saklı tutmaktadır.” NATO’nun aşırı güçlenmesinin ve Rusya’yı çevreleyecek biçimde sistemli bir genişleme seyri izlemesinin Rusya’yı yeni bir askeri doktrin hazırlamaya ve değişen tehdit sıralamasını bu doktrine yansıtmaya sevk ettiğinin ifade edildiği açıklamayı, Rusya Genelkurmay Başkanı Yuri Baluyevsky’nin  2007 Şubat ayında sarf ettiği şu sözleri tamamlıyor: “Rusya’nın geleneksel etki alanlarında giderek güçlenen ABD ekonomik, askeri ve siyasal varlığı, en önemli ulusal güvenlik sorunu haline geldi. Rusya bugün Soğuk Savaş döneminde olduğundan daha büyük askeri tehditlerle karşı karşıya ve ülkenin yeni bir askeri doktrine gereksinimi var.”

Rusya’nın yeni askeri doktrinindeki tehdit sıralamasında ABD ve NATO’yu birinci sıraya yerleştirmesinin ardında hangi gelişmelerin etkisi vardı? Bu noktada birinci önemli gelişme NATO’nun sürekli olarak Rusya’yı çevreleyecek biçimde genişlemesi, ikinci önemli güncel gelişmeyse, ABD’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde füze savunma sistemi ve radar üssü kurmayı planladığını açıklamasıydı. Rusya, ABD’nin kurmayı planladığı füze savunma sistemlerinin kendisini hedef aldığını saptıyordu. ABD neyi hedefliyordu? ABD, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirmeyi planladığı füze savunma sistemi ve radar üssü ile, olası bir İran ya da Kuzey Kore nükleer saldırısına karşı savunma sistemini güçlendirmeyi amaçladığını ifade ediyordu. Rus yetkililer ise, yaptıkları açıklamalarda, İran ya da Kore’den böyle uzun menzile sahip füzelerin fırlatılmasının imkansız olduğunu ve asıl hedefin Rusya’nın füze sistemi olduğunu belirtiyorlardı.

2010 yılı Mart ayında, Rusya ve ABD’nin 1991 yılında imzalanan ve yürürlük tarihi 5 Aralık 2009’da sona eren Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması’nın (START) yeni şeklinin iki hafta içinde imzalanacağı kaydedilmişti. Tarafların stratejik silahların azaltılması hususunda işbirliğine gitme yönündeki inisiyatifleri neticesinde, 8 Nisan 2010 tarihinde ABD Başkanı Obama ve Rusya Devlet Başkanı Medvedev, Prag’da START’ı yenileyen imzaları atmışlardır. START’ın 10 yıl süreyle yürürlükte kalacak yeni haline göre; her iki ülke de, 7 yıl içinde kıtalararasında fırlatılabilen, ayrıca denizaltı ve ağır bombardıman uçaklarında kullanılan balistik füzelerin sayısını 700’e, savaş başlıklarının sayısını 1550’ye, kıtalararası balistik füze rampalarının sayısını 800’e düşürecek, böylece iki ülkenin elindeki stratejik nükleer silah başlıklarının üçte biri, nükleer başlık taşıyabilen füzelerin ise yarısı ortadan kaldırılmış olacaktı.

2010 askeri doktrininde, Rusya’nın hangi durumlarda nükleer silah kullanabileceği açık bir şekilde ifade ediliyor ve nükleer silah kullanımı belli şartlara bağlanıyordu. Rusya kendine veya müttefiklerine karşı nükleer silah veya diğer kitle imha silahları kullanılacağı takdirde, konvansiyonel  silahlar kullanılsa bile, devletin varlığını tehdit eden bir saldırı durumunda, nükleer silah kullanabileceğini söylüyordu. Uzmanlara göre; böyle bir düzenleme, Rusya’nın gerek potansiyel düşmanlarına, gerekse ABD’nin balistik füze savunma sistemlerini kendi topraklarında yerleştirmesine müsaade eden Doğu Avrupa’daki ABD “uydu devletlerine” karşı etkin bir uyarı mekanizması  niteliği taşıyor.

2014 askeri doktrininde, Ukrayna’daki çatışmalar ile Orta Doğu ve Afganistan’daki gelişmeler Rusya’ya yönelik yeni tehditler olarak belirtildi. NATO’nun genişlemesi, Putin’in 2010 yılında imzaladığı askeri doktrinde de en büyük tehditler arasında gösteriliyordu, fakat son yıllarda Ukrayna’daki çatışmalar ve Kiev’in NATO üyeliği için adım atması tehdidin boyunu genişletti. Yeni doktrinde yerini koruyan bir diğer madde de, Rusya’nın kendine veya müttefiklerine nükleer ya da nükleer olmayan silahlarla saldırması durumunda Moskova’nın nükleer silahlarla karşılık verme hakkını muhafaza ettiğidir. Son olarak, Rusya Federasyonu’nun 2020 yılına kadarki dönemi kapsayan Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde, ulusal savunmayı güçlendirmenin stratejik hedefleri, küresel ve bölgesel savaş ve çatışmaların önlenmesi ile ülkenin askeri güvenliğini sağlamak üzere, stratejik çevrelemeyi/sınırlamayı belirtmektedir.

Rusya’nın ulusal savunma ve askeri sistem tesisi konularındaki uzun dönemli politikası, Rus Silahlı Kuvvetleri’nin ve askeri-siyasi bir durumda ülkenin güvenliğinin, egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün muhafazasından sorumlu diğer güçlerin, askeri oluşumların ve birimlerin geliştirilmesini öngörmektedir. Rusya’nın askeri güvenliğine yönelik tehditler şunlardır:

  • Önde gelen bazı ülkelerin, başta nükleer alanda olmak üzere, askeri konularda tahakküm kurma girişimleri,
  • Küresel füze savunma sistemi geliştirilmesine ve dış uzayın askerileştirilmesine yönelik tek taraflı girişimler.
  • Nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların üretiminin, üretim teknolojilerinin ve fırlatma vasıtalarının yaygınlaşması.

Rusya’nın orta dönemde ulusal savunmasını güçlendirmeye yönelik temel amacı, Rus Silahlı Kuvvetleri’nin, stratejik nükleer potansiyelini korumakla birlikte, niteliksel olarak yepyeni bir modele dönüştürülmesidir. Bu dönüşüm, Silahlı Kuvvetlerin teşkilat ve personel yapısının, konuşlandırılmalarının ve eğitim düzeylerinin iyileştirilmesi, hızlı mukabele güçlerinin kurulması ve birlikler ile kuvvetler arasındaki etkileşimin geliştirilmesi ile gerçekleştirilecektir. Nitekim, yukarıda da belirtildiği üzere, nükleer silahlar geçen asırda yaratılmış ve etkisi dünyayı yok edecek kadar güçlüdür. Bu silaha sahip olan devletler de bunun farkındadırlar. Bu yüzden, bu silahın varlığı devletler için daha çok caydırıcı unsur olarak önem taşıyor. Rusya da, nükleer silahı elde ettikten sonraki dönemde, ister ABD ile ilişkilerinde, isterse de diğer durumlarda bu silaha sahip olmanın avantajlarını kullanmıştır. Soğuk Savaş döneminde uzun süre ABD ile silahlanma yarışına girmiş, sonrasında ise karşılıklı olarak silahların indirimine gidilmiştir. Buna sebep ise, yukarıda da söylendiği üzere, silaha sahip devletlerin tehlikeYi anlamaları ve hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde eleştirilmeleriydi.

Soğuk Savaş bittikten sonra, Rusya önceleri nükleer silahın önemini azaltmış, “ilk kullanmama” politikası uygulamaya başlamıştır. Sonrasında ise, tehditlerin bitmediğini, küresel düzeyde olmasa bile bölgesel saldırıların mümkünlüğünü anlayınca, nükleer silahın rolüne de atıfta bulunmuştur. Rusya, bugün de nükleer bir güçtür ve nükleer silahlar Rusya ulusal güvenliğinin sağlanmasında büyük öneme sahiptir. Son, yani 2015 Askeri Doktrini’nde, esasen Rusya’nın ülkeye veya ülkenin müttefiklerine nükleer ya da nükleer olmayan silahlarla saldırılması durumunda, Moskoa, nükleer silahlarla karşılık verme hakkını muhafaza ediyor. Sonuç olarak, söylemek gerekir ki, Rusya, 1993 Askeri Doktrini’nden sonraki bütün doktrinlerinde de vurguladığı üzere, nükleer silahların varlığından sadece statü sembolü ve varoluşsal caydırıcılık için değil, aynı zamanda diğer (konvansiyonel) silahlarla saldırıya maruz kalındığında bile bu silahları ilk kullanma yetkisini saklıyor. Yani, nükleer silahlar Rusya ulusal güvenliğinin sağlanmasında yalnızca psikolojik boyutta değil, aynı zamanda fiziksel olarak da önem arz ediyor.

Ehtiram AŞIRLI, Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Bölümü

                      Aysel BEDELOVA, Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Bölümü

KAYNAKÇA

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.