Suriye’de yaşanan gelişmeler, Türkiye’yi dış politika anlamında Cumhuriyet tarihinin belki de en zor/sıkıntılı sürecine eklemledi. Nitekim Ankara, an itibarıyla Suriye’deki gelişmelerden en olumsuz etkilenen, ancak süreci hiçbir şekilde lehine çeviremeyecek şekilde işleyişin dışında bırakılmış bir aktör görünümünü almıştır. Mülteci sorunu, PYD/YPG’nin Kuzey Suriye’de elde ettiği kazanımlar ve artan siyasal ağırlığı, Rusya’nın attığı adımlar ile Türkiye’yi Suriye bağlamında hareket edemez hale getirmesi ve Ankara’nın desteklediği muhalif unsurların başarısızlığa uğrayarak muhalefet sözcüğünün içini boşaltacak şekilde Selefi örgütlere eklemlenmesi ya da dağılması, İran’ın artan bölgesel etkinliği ile birleştiği noktada Türkiye’yi ciddi bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Türkiye, gerçekten zor durumdadır; ancak atması gereken adımları atmakta da gecikmekte, ideolojik ve hatta bireysel tercihler çerçevesinde dış politikasını tek boyutlu bir yeknesaklığa sürüklemektedir. Hiç şüphesiz, yaşanan sorunlar ya da yaratılan görünüm yalnızca Türkiye’nin hamleleriyle oluşmuş değildir. Hatta ABD, Rusya, İran ve Suudi Arabistan gibi küresel ve bölgesel aktörlerin manevraları ve izledikleri çatışmacı söylemler/eylemler, Türkiye’nin Suriye Krizi’nden bu denli olumsuz etkilenmesinin en önemli nedenidir. Türkiye’nin en temel sorunu ise, krizin başında yaptığı tercih noktasında hiçbir esneklik göstermemesi ve “krizin/çatışmanın değişen doğasına” uygun bir şekilde dış politika eylemliliğinde herhangi bir farklılaştırmaya gitmemesidir. “İnsani motiflere” dış politikada yer olmadığı ortadayken, Türkiye’nin halen “ahlaki” hareket etmeye çalışıyor olması ve reel gücünün çok ötesinde bir mücadelenin içerisine girmesi, Ankara’yı çok yönlü bir gerginliğin tam ortasında bırakmaktadır.
Türkiye, içerisine sürüklendiği çıkmazı nasıl aşabilir? Açık konuşmak gerekirse; Ankara, içerisine sürüklendiği çıkmazdan yalnızca kendi manevralarıyla kurtulamaz. Zira Suriye Krizi, küresel/bölgesel güçlerin eklemlendiği ve başta Rusya lideri Putin olmak üzere dünya liderlerinin kişisel başarı olarak anmak istedikleri bir mesele haline gelmiştir. ABD ile Rusya arasında Avrasya ekseninde süregelen etkinlik mücadelesi, Suriye Krizi ile birlikte Ortadoğu’nun kuzey kesimini de içerisine alacak denli genişlemiş ve Ukrayna Krizi ile Suriye Krizi esasen birlikte ele alınması gereken “simetrik” birer “vekalet savaşı” görünümünü almıştır. Moskova, ABD hegemonyasını kırabilmek ve Washington’a ilişkin küresel/sistemsel algıyı olumsuz yöne sürükleyebilmek için, Suriye ve hatta Ukrayna krizlerini kendisi lehine ya da en azından “dengeli” bir çözüm ekseninde çözebilmenin peşindedir. Böyle bir çözüm iradesi oluşmadığı sürece, Moskova’nın sorunları tırmandırabileceği ve çözümü erteleyebilecek girişimlerde bulunabileceği de Suriye’ye yaptığı askeri müdahale bağlamında rahatlıkla anlaşılabilir. Suriye Krizi, aslında, Rusya’nın sürekli vurguladığı sistemsel çok kutupluluk talebinin yansımasını bulduğu bir örnek olay olarak da görülebilir. Hem “topal ördek” olan, hem de Başkanlık döneminin son yılında bulunan Barack Obama’nın, ekonomik faktörler de bir veri iken, Afganistan, Irak hatta Libya örneklerinden hareketle “doğrudan askeri müdahale” yönünde bir eylemlilik ortaya koymaması, Suriye Krizi’nin Rusya’nın istediği boyuta çekilmesine yardımcı olmuştur. Arap ayaklanmalarının neticesinde Selefi örgütlerin güçlenmesi ve “yıkılan düzenin” yerine nasıl bir düzen kurgulanacağının belirlenememesi sonrası özellikle Libya özelinde belirginleşen siyasal belirsizlik de, Suriye’deki sürecin uzamasına ve krizin Türkiye’yi “olumsuz” etkilemesine neden olmaktadır. İran ve Suudi Arabistan’ın aralarındaki ideolojik/mezhepsel anlaşmazlığı ve bunun yansımasını bulduğu bölgesel etkinlik mücadelesini Suriye özelinde işletiyor olmaları da krizin bir “vekalet savaşına” dönüşmesinde etkili bir faktör olmuştur.
Türkiye, Suriye Krizi bağlamında elini kuvvetlendirmek ve içerisine sürüklendiği yalnızlığı aşabilmek için bazı adımlar atmak zorundadır. Bu adımlardan ilki, Kasım 2015 sonunda yaşanan “uçak” krizi sonrasında köprüleri attığı Rusya ile ilişkileri yeniden tamir etmektir. Bu önemlidir; zira Rusya, şu anda askeri yönden Suriye topraklarında en etkili güç konumundadır. Türkiye’ye yönelik mülteci akınını hareketlendiren Rusya’nın “hava saldırıları” ile özellikle Halep çevresinde Esad güçlerine destek veriyor oluşudur. Rusya, Türkiye’nin destek verdiği “ılımlı muhaliflere” ve Türkmenlere de saldırılar gerçekleştirmekte ya da Esad güçlerine bu anlamda yardımcı olmaktadır. Bunun yanı sıra, PYD/YPG’nin gerek çatışma alanında, gerekse de diplomatik/siyasal anlamda gücünün bu denli konsolide olmasının en önemli nedenlerinden biri, özellikle “uçak” krizi sonrasında Rusya’nın PYD/YPG ile oldukça yakın temas kurması ve bu örgütü Türkiye’ye yönelik bir “koz” olarak kullanmaya çalışmasıdır. Rusya, Suriye Krizi’nin çözümü noktasında “anahtar” ülke konumundadır ve Moskova’nın tercihlerine aykırı bir çözüm mümkün olmayacak gibi görünmektedir. Üstelik ABD ile Rusya, Suriye’nin geleceğinin inşa edilmesi ve özellikle PYD/YPG’ye olan yaklaşım noktasında birbirlerine yaklaşmaya başlamışlardır. Rusya, verdiği destek ekseninde İran’ın bölgesel etkinliğinin artmasına da önemli oranda yardımcı olmaktadır. Tüm bu faktörler göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin, Rusya ile yeniden “iyi ilişkiler” tesis etmesinin gerekliliği gözler önüne serilmektedir.
Türkiye’nin atması gereken ikinci önemli adım ise PYD/YPG ile temas kurmak ve bu örgütü “güvenlikçi” bir boyut üzerinden değil, ama “işbirliği yapılması gereken” bir bölgesel aktör olarak değerlendirmektir. PYD/YPG’nin PKK ile temasının olduğu ya da en azından ideolojik/siyasal anlamda benzer görüşleri paylaştığı ortadadır. Ne var ki, bu örgüt ile işbirliği ekseninde ilişkiler kurmak ve bölge halklarını (Türkmenler, Araplar, Süryaniler, vb.) PYD/YPG ile kaynaştırarak Kuzey Suriye’de çok kültürlülük ekseninde betimlenecek ve Türkiye ile çok yakın bağlar kuracak bir siyasal varlığın tesis edilmesi yönünde çalışmak, orta/uzun vadede bir tehdidin ortadan kaldırılmasını sağlayabileceği gibi, PYD/YPG’yi Türkiye’nin aleyhine olacak adımları atmaktan alıkoyabilir ve böylece Türkiye sınırına paralel uzanan bölgenin, Ankara aleyhine bir “koz” olarak kullanılmasının önüne geçebilir. Hatta bölgenin sosyal, ekonomik ve hatta siyasal anlamda Türkiye’ye entegre olmasını da sağlayabilir. Türkiye’nin, benzer bir durumla karşı karşıya kaldığı Kuzey Irak konusunda attığı adımlar sonrasında, Bölgesel Kürt Yönetimi ile işbirliği temelinde müttefiklik ilişkilerine sahip olduğu göz önünde bulundurulduğunda, benzer bir adımın Suriye’de de atılabileceği ortadadır. Üstelik atılacak böyle bir adım, PKK çizgisinin “saldırgan” tutumunun geri plana itilebilmesine ve hatta toplumsal anlamda istenmeyen bir yaklaşım olarak algılanmasına da yardımcı olabilir. Hiç şüphesiz, bu adım, Türkiye’de yaşanan çatışmalı sürece de olumlu yönde yansımalarda bulunabilecektir. Türkiye’nin bu bağlamda, üzerinde ısrarla durması gereken husus şudur: “Kürtlerin Ortadoğu’da en yakın olduğu halk ve ülke Türkiye’dir. Dolayısıyla Türkiye, Kürtler ile birlikte hareket ederek, üzerinde oynanan/oynanabilecek en etkili oyunu dahi bozabilir.”
Türkiye, IŞİD, El Nusra ve diğer Selefi yapılarla etkin bir şekilde mücadele ettiğini tüm dünyaya kanıtlayacak adımlar atmalı ve bunu da “medya” aracılığıyla anlatmalıdır. Zira başta Rusya olmak üzere, birçok aktör Türkiye’nin Selefi örgütlerle yakın temas içerisinde olduğuna dair ciddi bir propaganda yürütmektedir. Açık ki, bu propaganda Türkiye aleyhinde önemli bir toplumsal/siyasal farkındalık yaratmaktadır. Bunu aşabilmek için, ılımlı adı altında ele alınan ancak Selefi anlayışa yatkın gruplarla temas kesilmeli, başta Türkmenler olmak üzere bölge halklarının bu anlayışa yatkın gruplara katılmalarının önüne geçilmesi yönünde temaslarda bulunulmalı ve PYD/YPG başta olmak üzere diğer muhalif gruplarla, IŞİD ve El Nusra’ya yönelik mücadele ekseninde eşgüdüm içerisinde hareket edilmelidir. Böyle bir adım, Suriye Kürtlerinin Türkiye’ye yönelik “olumsuz” algısını da “olumlu” yönde değiştirebilir.
Mülteciler noktasında ise, AB ile birlikte hareket edilmeye çalışılmalıdır. Ne var ki, AB’nin Türkiye’ye aktarmayı planladığı yardım miktarının gerçekten yetersiz olduğu her fırsatta dile getirilmelidir. Mültecilerin Türkiye toplumu içerisinde yaratacağı sosyal, ekonomik ve siyasal arızalar her fırsatta anlatılmalı ve atılacak diğer adımlara paralel olarak Suriye’nin kuzeyinde mülteciler için “güvenli bir bölge” oluşturulması yönündeki tez işlenmeye devam edilmelidir. Bunun yanı sıra, Türkiye, resmi bir garanti almadığı müddetçe “geri kabul antlaşması”nı işletmemelidir. Zira Türkiye, AB’nin kendisine verdiği sözleri tutmadığını “birçok kez” tecrübe etmiştir. Böyle bir geçmiş ortadayken, Türkiye, Brüksel’in verdiği sözlere inanarak hareket edemez. “Vize muafiyeti” konusunda adım atılmadan ve Ankara’ya mülteciler konusunda ciddi, sürekli ve dengeli bir ekonomik yardımda bulunulmadan, Türkiye’nin, bu konuda tek taraflı adımlar atmaması gerekmektedir.
Irak ve Suriye’deki siyasal ekinliği ciddi anlamda artmış olan ve P5+1 Antlaşması sonrası Batılı ülkeler ile ekonomik anlamda yakınlaşan İran, Türkiye’nin hem Suriye’de, hem de Irak’taki gelişmeler ekseninde yakından izlemesi ve dengelemesi gereken bir ülkedir. Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkilerinin gergin olması ve Suudi Arabistan ile olan yakınlığı, İran’ı “katıksız” bir şekilde Türkiye’nin aleyhine hareket etmeye itmektedir. Üstelik İran, yakın bir gelecekte önemli bir ekonomik büyüklüğe de sahip olacaktır. Türkiye’nin de hem kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek, hem de doğu-batı yönlü enerji projelerini başarıya ulaştırarak “enerji terminali” olabilmek için İran ile iyi ilişkiler içerisinde olmaya ihtiyacı vardır. Bu minvalde, Türkiye, Rusya ile ilişkilerini düzelterek Tahran’ın elinden Ankara’ya karşı kullanabileceği önemli bir kozu alabileceği gibi, Suudi Arabistan’ın “iyi düşünülmemiş ve tepkisel” manevralarına destek vermeyi bırakarak, İran ile daha yakın ilişkiler kurma şansına sahip olabilecektir.
Türkiye’nin Suriye politikasında birtakım değişiklikler yapması gerektiği ortadadır. Zira Türkiye’nin mevcut stratejisi, yeni oluşan dengelere yanıt vermekten uzaktır. Türkiye, özellikle Rusya, İran ve PYD/YPG’ye yönelik duruşunu farklılaştırarak içerisine sürüklendiği krizi biraz olsun hafifletebilir. Böyle bir girişim, “geri adım atmak” olarak görülebilir. Ancak mevcut pozisyon korunduğu takdirde, Türkiye giderek “masanın dışına itilmesi gereken” uzlaşmaz bir aktör olarak gösterilecektir/görülecektir.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU