1940-1995 yılları arasında yaşamış ve uzun yıllar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ders vermiş olan Prof. Dr. Oral Sander[1], Türkiye’de Uluslararası İlişkiler disiplinin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde büyük hizmetleri olmuş önemli bir bilimadamıdır. Bu yazıda, Sander’in Prof. Dr. Melek Fırat tarafından derlenen ve İmge Kitabevi tarafından basılan “Türkiye’nin Dış Politikası” adlı kitabı[2] özetlenmeye çalışılacak ve kitapta Türk Dış Politikası’na dair yapılan önemli saptamalara dikkat çekilecektir.
Prof. Dr. Oral Sander
Tarihte Yöntem
Prof. Dr. Oral Sander’e göre; tarih bilimine yönelik iki temel yanlış yaklaşım vardır; birincisi, tarihin bir doğa bilimi gibi incelenebileceğini düşünmek, ikincisi ise, tarihçileri bir tür vakanüvis ya da kayıt aygıtı zannetmektir. Birinci görüş yanlıştır; çünkü tarih biliminde, fizik ve doğa bilimlerinin yöntemlerinden olan sıkı bir tümdengelim veya tümevarım uygulanamaz. Dahası, bu bilimlerin aksine, tarihte deney yapılamaz. Tarihçinin görevi, milyonlarca dağınık olay arasında anlamlı bir bölümü bulmak ve bunları tarihi olay biçimine sokmak, önemsiz olanları ise elemektir. Bu yönüyle, tarih bilimi, aslında biraz sanat yapıtlarına da benzetilebilir. Az önce belirtilen tarihçilere yönelik ikinci yaklaşım da yanlıştır; çünkü tarihi inceleme, büyük ölçüde nedenlerin incelenmesidir, yoksa yapılan iş historiyografi, yani vakanüvislik olur. Ancak tarihçinin araştırdığı nedenler hem çok, hem de karmaşıktır Örneğin Bolşevik Devrimi’nin nedenleri arasında birçok şey sıralanabilir: Rusya’nın uğradığı askeri yenilgiler, savaşların ekonomiyi bozması, Bolşevik propagandası, toprak sorunu, fakir halk, Lenin’in liderlik yetenekleri vs. Bu nedenler arasında, tarihçi, en önemlilerini bulup işlemeye çalışır. Tarih değerlidir; çünkü herşeyden önce gerçeğin anlatımıdır. Vico’dan başlayarak birçok tarihçi, “devri hareketler” yöntemiyle tarihte analitik olarak incelenebilecek süreklilikler ve kopuşlar olduğunu, ancak bunların çember veya tekerrür şeklinde değil, sarmal (spiral) bir şekilde cereyan ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bu geleneği devam ettiren Arnold Toynbee, doğa bilimlerin bakış açılarını tarih bilimine uygulamaya çalışmış ve tarihi incelemek için öncelikler toplumları medeniyetlerine göre sınıflandırmaktadır; Batı Hıristiyan dünyası, Doğu Hıristiyan dünyası, İslam dünyası, Hindu dünyası, Uzak Doğu dünyası vs. gibi.[3] Bir diğer önemli tarih yaklaşımı ise Karl Marks’ın maddeci yöntemidir. Hegel’in görüşlerinden etkilenen Marks, diyalektik yöntemini maddeci felsefeyle birleştirerek tarihsel materyalizm yöntemini oluşturmuş ve tarihi gelişmeleri sınıfsal çatışma temelinde açıklamayı başarmıştır.
Türkiye’nin Dış Politikası
Yirminci Yüzyıl Tarihinin Temel Özellikleri
20. yüzyıl, iki dünya savaşına ve yepyeni toplumsal ve siyasal dönüşümlere sahne olan eşi görülmemiş bir çağdır. Bu çağ içerisinde, insanoğlu, içerisinde yaşadığı gezegeni toptan yok edebilecek silahları üretmeyi başarmış, hatta bunları kullanmıştır. Yine bu çağ içerisinde, “demokrasi” kavramının içeriği doldurulmuş ve uygulanması yönünde büyük mesafeler kat edilmiştir. Irkçı düşünceyle mücadele bu yüzyıl içerisinde geçerlilik kazandı ve uygulama yönünde ciddi mesafeler kaydetti. 20. yüzyılda yaşananlar, elbette bir önceki yüzyılda yaşanan olaylar ve meydana gelen birikimlerin bir sonucudur. 20. yüzyılın temel karakteristiği, Avrupa’nın 19. yüzyıl ve önceki dönemlerden kalan hâkim gücünü yitirmesi ve gücün Amerika ve Asya’ya kaymasıdır. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan bu süreç iki savaş arası dönemde güçlenmiş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra açığa çıkmıştır. 19. yüzyılda siyaset Avrupa odaklıydı ve 1815 Viyana Kongresi’nde yapılan mutabakata[4] dayanıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıktığını düşünen Britanya ve Fransa, Milletler Cemiyeti’ni kurarak bu düzeni devam ettirebileceklerini düşündüler. Zira birkaç ufak düzenlemeyle (Bolşevik Rusya’nın dışarıda tutulması), dünyaya açılmaya isteksiz olan bir Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin olduğu bu yıllarda bu düzeni sürdürmek mümkün gözüküyordu. Ama bu hatalı bir yaklaşımdı; çünkü Avrupa’nın İngiltere dahil olsa bile kendi sorunları çözebilecek bir gücü kalmamıştı. Japonya’nın Asya’da bölgesel bir güç olarak belirmesi, SSCB ve ABD’nin giderek daha önemli bir dünya gücüne dönüşmeleri ve askeri açıdan Avrupalı devletlerin geride kalmaları, bu düzenin devam edemeyeceğinin somut göstergeleriydi. Nitekim İkinci Dünya Savaşı ardından bu düzenin bittiği ve yeni bir dünya düzeninin kurulduğu belgelendi. Savaş sonrasında tablo netleşti; Avrupa devletleri ABD ve SSCB etrafında mıknatısa tutunan toplu iğneler gibi kümelendiler ve Avrupa ikiye bölündü. Başka türde ayakta kalmaları zordu. Her iki blok da örgütlenmeye gitti; Batı Avrupa Birliği-Comecon, NATO-Varşova Paktı şeklinde… Batı Avrupa’nın ABD’nin kontrolüne girmesinden endişe eden Charles De Gaulle, Fransa etrafında yeni bir Avrupa yaratmak istedi. Ulusalcı bir lider olan De Gaulle, Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından çıkardı ve ABD’nin “Truva atı” olarak gördüğü İngiltere’yi AB’ye (o zamanlarda AET-Avrupa Ekonomik Topluluğu) üye yaptırmadı. De Gaulle bunu yaparken, en büyük yardımcısı, ABD’nin Vietnam’da görülen saldırgan politikaları ve Başkan John F. Kennedy’nin vurulması ve Nixongate gibi siyasal skandallar nedeniyle Amerikan imgesinin hızla değer kaybetmesi vardı. Ancak De Gaulle bunu tam anlamıyla başaramadı ve Batı Avrupa üzerindeki Amerikan etkisi özellikle Soğuk Savaş’a kadar büyük ölçüde devam etti. 20. yüzyılın bir diğer önemli özelliği, Asya ve Afrika’da birçok ülkenin bağımsızlıklarını kazanmalarıdır. Bu yüzyılda beyaz adamın üstünlüğü düşüncesi son bulmuş ve bunun yerine beyaz adamın günahları anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Bu nedenle, Afrika ve Asya’daki ulusların bağımsızlığı Batılı ülkelerce de desteklenmiştir. Wilson Prensipleri gibi kavramlar da bu yönelim de etkili olmuştur. Bir diğer çok önemli gelişme ise, gelişen teknoloji sayesinde ulaşım ve iletişim imkanlarının bu yüzyılda çok artması ve dolayısıyla küreselleşme hadisesinin hissedilmeye başlanmasıdır. Buna paralel olarak, uluslararası örgütler kurulmuş ve yayılmış ve uluslararası hukuk oluşmaya başlamıştır. Milletler Cemiyeti ile başlayan bu süreç, Birleşmiş Milletler ile daha sağlam bir zemine oturmuştur.
Türkiye’nin Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri
Türk Dış Politikası’nın çok temel ve sürekli bir eğilimi vardır: Batı’ya yönelik olması. Kurulduğu yıllarda oldukça zayıf durumda olan Türkiye, dış politikasında daha yansız ve tarafsız bir devlet görüntüsü çizerken, bu yıllarda bile kendi siyasal modelini Batı ülkelerini model alarak oluşturmaya gayret etmiştir. Bu temel yöneliş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet Rusya ile oluşan anlaşmazlıklar nedeniyle daha da belirgin bir hale gelmiştir. Bu nedenle, Türkiye, bu süreçte Batılı devletlerin yalnızca bir sempatizanı değil, aynı zamanda ortağı ve bağlaşığı haline gelmiş ve NATO’ya ve Avrupa Konseyi’ne üye olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’yi “unique” yani kendisine özgü yapan temel karakteristiği, tüm dönemsel bağımsız değişkenlerin (Sovyet tehdidi vs.) de ötesinde, sürekli olarak Batı yönelimli bir ülke olmasıdır. Bu durum, aslında Mustafa Kemal Atatürk döneminden beri böyledir. Zira Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa ulus-devlet modeli etrafında şekillendirilmiştir. Dış politikası da Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra benimseyeceği “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesi üzerine kurulu ve yayılmacı değil, dengeci ve korumacıdır. Türkiye’nin temel siyasal ve toplumsal hedefi, çağdaş medeniyeti yakalamak ve geçmek olmuştur. Bu da, Avrupa’nın Avrupa Birliği projesiyle benimsediği barış, demokrasi, refah ve özgürlük hedefleriyle birebir örtüşmektedir. Türkiye’nin dış politikası, coğrafyasından ayrı düşünülemez. Türkiye jeopolitiği, bu ülkeyi dış politikada dengeci ve ihtiyatlı bir yaklaşıma zorlamaktadır. Zira Anadolu yarımadası, tarih boyunca büyük göç hareketlerine ve savaşlara sahne olmuş ve dışarıdan etkilere ve saldırılara açık olmuştur. Ayrıca Anadolu yarımadası, coğrafi olarak Orta Doğu’nun olduğu kadar Avrupa’nın da bir parçasıdır. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile ortak sınıra sahip olmuştur. Bu büyük devlete komşu olmak, Türkiye’ye bazı dezavantajlar ve avantajlar sağlamıştır. Güvenlik politikaları bağlamında SSCB’ye komşu olmak Türkiye’nin Batı güvenlik sistemindeki önemini arttırırken, bu devasa gücün karşısında konumlanmak Türkiye’yi birçok risk ve tehlikeyle de karşı karşıya bırakmıştır. Bir diğer önemli Türk Dış Politikası karakteristiği ise, Türkiye’nin Orta Doğu’nun da parçası olmasıdır. Süper devletlerin enerji kaynakları ve farklı nedenlerle yakın ilgi gösterdikleri bu bölge, Türkiye için bir istikrarsızlık kaynağı olmuştur. Bunun nedeni, bölgedeki sınır sorunları ve dini-etnik çatışmaların yoğunluğu ve bölgenin adeta bir silah deposu olmasıdır. Türk Dış Politikası açısından bir diğer önemli konu ise, Boğazların denetimi olmuştur. Türk Boğazları, büyük devletler için daima önemli bir geçiş yolu olmuştur. Montreux Sözleşmesi ile bu sorunu kendisi açısından çözen Türkiye, Sovyetler Birliği ile kurduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki iyi siyasal münasebetlerin semeresini bu alanda görmüştür. Ancak daha sonra, Stalin döneminde, Boğazlar konusu Türkiye ile Rusya arasında siyasal bir soruna dönüşmüştür. Türkiye, birçok bilimadamınca[5] “merkezi devlet” olarak sınıflandırılan bir ülkedir. Merkezi devlet, Avrupa-özekli diplomasiye katılan devletleri içeren bir sınıflandırmadır. Raymond Aron’a göre; iki kutuplu sistemlerde devletler üç tip davranış benimseyebilir; (1) Koalisyon önderliği (Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB), (2) Koalisyonlar yoluyla büyük devletlere bağlanan ülkeler (Soğuk Savaş döneminde ABD müttefiki olan Türkiye), (3) Koalisyonların dışında kalan devletler (Bağlantısızlar Hareketi gibi). Türkiye, Soğuk Savaş dönemindeki sınırlı gücü ve köklü Batı yönelimi nedeniyle -son derece akılcı bir şekilde- ikinci seçeneği kendisine makul olarak görmüş ve böyle bir dış politika kurgulamıştır.[6]
Türkiye’nin Batı Bağlantısı: ABD ve Türkiye
Türkiye’nin Batı bağlantısı üç aşamada incelenebilir: (1) Türkiye-ABD ilişkileri, (2) Türkiye-NATO ilişkileri, (3) Türkiye-Avrupa ilişkileri. Yazarın bunlar arasında en önemlisi olarak gördüğü Türk-Amerikan ilişkileri, bugüne kadar çeşitli aşamalardan geçmiş ve geçmektedir. İki ülke arasında, son birkaç yıldır Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ve devlet politikasını ne ölçüde yansıttığı bilinmeyen çıkışlar hesaba katılmazsa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzenin kurulması konusunda bir mutabakat vardır. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne ve komünizmin yayılmasına karşı güçlü bir savunma oluşturulması da iki ülke tarafından kabul edilen bir görüştür. Ancak ABD’nin küresel bir güç, Türkiye’nin ise halen bölgesel bir aktör olması sebebiyle, ilişkilerde her zaman çıkarlar yüzde yüz örtüşmemektedir. Haliyle küresel çıkarlar ile bölgesel çıkarlar farklılaşmakta ve bu durum iki ülke arasında ve her iki ülkede de farklı güç odakları arasında çeşitli rekabetlere neden olmaktadır. Buna karşın, ikili ilişkilerde süreklilik öğeler de bulunmaktadır. Bunlar; (a) Türkiye’nin jeopolitik konumu (Boğazlar, Orta Doğu’ya yakınlık, Rusya’ya yakınlık vs.), (b) Türkiye açısından ABD yardım ve desteğinin önemli olması (Küresel bir güç olan ABD’nin Türkiye’ye askeri ve siyasi desteği ve bunun Türkiye’ye verdiği güç) olarak sıralanabilir.
Türk Dış Politikasında Barış Unsuru
Bugüne kadar -Hitler bile- dış politikada amacının savaş olduğunu söylememiştir. Savaşlar, genellikle barış getirmek amacıyla başlatılır ve bu şekilde propaganda yürütülür. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri büyük bir savaş yaşanmasa da, o tarihten bugüne kadar yüzlerce küçük ve orta ölçekte savaş vuku bulmuştur. Türk Dış Politikası, barış felsefesi üzerine kurulmuştur. Ancak barışı sağlamak, coğrafi, tarihi, ekonomik ve kültürel nedenlerle her zaman kolay olmayabilir. Bu durum, Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerinde kendisini göstermektedir. Örneğin, Osmanlı Devleti ile uzun yıllar savaşan Rusya, Türkiye açısından tarihi anlamda bir dost niteliği göstermez. Cumhuriyet’in ilk yılları ve Soğuk Savaş’ın ardından girilen süreçte ilişkiler dönemsel olarak ileri seviyelere götürülse de, ilişkilerde tarihsel miras çatışma ve rekabete dayalıdır. Uzun yıllardır sınır sorunları yaşamadığımız İran dikkate alınırsa, burada da rekabet unsurunun ön planda olduğu görülecektir. Dahası, son yıllarda iki ülke arasında mezhepsel rekabet temasının da ön plana çıkarılmaya çalışıldığı görülmektedir. Irak, Türkiye ile bağımsızlık sonrasında iyi ilişkiler kursa da, terör, Kürt Sorunu ve mezhepsel politikalar bağlamında Türkiye için önemli bir istikrarsızlık kaynağı olmuştur. Yunanistan, dönem dönem geliştirilen yakın ilişkilere karşın, Türkiye’nin sınır sorunları yaşadığı, tarihsel olarak rekabet halinde olduğu ve Kıbrıs Sorunu ile de karşı karşıya geldiği bir ülkedir. Bulgaristan, Türk azınlığa geçmişte yapılan kötü muamele ve tarihsel rekabet nedeniyle yine dost bir ülke konumuna getirilmesi kolay olmayan bir devlettir. Bu nedenle, Türkiye’nin güvenlik politikalarını ön plana alan bir devlet olması haklı ve yerindedir. Bu anlamda, barışın sağlanması için dış politikada dengeli ve dengeci olmak gereklidir. Zira aşırı iyimser ya da bu ülkelere yönelik olarak hamasete dayalı yaklaşımlar, dış politikada Türkiye’yi yanlış noktalara sürükleyebilir.
Avrupa’daki Hızlı Gelişmeler Açısından Türk Dış Politikası
Türk Dış Politikası’nda 70 yıldır izlenen iki temel ilke vardır: a-) Ekonomik kalkınma ve Batılılaşma yoluyla Avrupa’nın bir parçası olmak, b-) Araplar arasındaki anlaşmazlıklara taraf olmayıp, bölge ülkeleriyle ikili ilişkileri geliştirmek ve Orta Doğu’da statükoyu desteklemek. Türk Dış Politikası, Avrupa bağlamında değerlendirildiğinde şu süreçlerden geçmiştir: 1-) 1923-1945 dönemi, 2-) Soğuk Savaş, 3-) Soğuk Savaş Sonrası. Birinci dönemde, Türkiye, dış politikasında çekimser bir görüntü çizmiş ve daha çok iç siyasetini Avrupa ülkelerine benzer şekilde düzenleme yoluna gitmiştir. Bu dönemde, Rusya ile daha sıcak ilişkiler kurulmuş, ama Batı yöneliminden vazgeçilmemiştir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı, bu dönemde tam ve içi doldurularak uygulandı. Soğuk Savaş döneminde, Türkiye ile Avrupa ve ABD işbirliğinde seviye yükseltildi. Türkiye, Batı siyasal sistemine ve güvenlik kurumlarına dahil edildi. Türkiye, bu dönemde ortaya çıkan Sovyet tehdidini Batı ile bütünleşmesi için uygun bir araç olarak kullandı; bu yolla hem ekonomik, hem de siyasal gelişimini sürdürmeyi amaçladı. Ancak bu dönemde de küçük kırılmalar yaşandı. Örneğin, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı, Türkiye’nin bu sistem içerisinde zaman zaman inisiyatif alabileceğini ve her noktada müttefiklerinin sözünü dinlemeyebileceğini gösteren somut bir olay oldu. Dahası, bu dönemde Batı ile yüzde yüz uyumlu gibi görünmek, Türkiye’nin dış politikasında birçok coğrafyada zorluklar yaşamasına neden oldu. Soğuk Savaş’ın ardından, her konuda olduğu gibi Türk Dış Politikası’nda da yeni bir döneme girildi. Bu dönem halen devam etmektedir ve parametreleri netleşmemiştir. Türkiye’nin AB üyeliği hedefi bu dönemde kristalize olsa da, bu hedefi gerçekleştirmek kısa vadede olanaklı gözükmemektedir. Buna karşın, Türkiye’nin Batı’dan kopması da beklenmemektedir.
Sonuç
Kitap, bu bölümlerin haricinde “Türk-Bulgar İlişkileri”, “Balkan ve Karadeniz İşbirliği”, “Türkiye ve Ortadoğu”, “Bölgesel Gelişmeler Çerçevesinde Türkiye ve NATO” ve “Türkiye ve Türk Dünyası” bölümlerine yer vermektedir. Bu bölümler, kitap satın alınarak okunabilir. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Sander’in yıllar önce kaleme aldığı kitabın ve kitapta yer alan fikirlerin halen güncel olduğu söylenebilir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Oral_Sander.
[2] Buradan satın alabilirsiniz; http://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiyenin-dis-politikasi/19141.html.
[3] Sonradan Samuel Huntington da aynı mantıkla “Medeniyetler Çatışması” tezini oluşturacaktır.
[4] Avrupa Ahengi veya Avrupa Uyumu, İngilizcesiyle “Concert of Europe”.
[5] Midlarsky, Singer ve Small.
[6] Bugün Türkiye’nin nasıl bir dış politika izlemesi gerektiği konusunda yazar burada herhangi bir yorumda bulunmamış ve açıklamalarını Soğuk Savaş dönemiyle sınırlı tutmuştur.