Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) İktisat Profesörü olarak görev yapan John Bates Clark Onur Ödülü sahibi Türk-Amerikalı ünlü ekonomist Daron Acemoğlu[1] ve Harvard Üniversitesi’nin Latin Amerika ve Afrika uzmanı öğretim üyesi Britanyalı siyaset bilimci ve ekonomist James A. Robinson[2], 2012 yılında Why Nations Fail: The Origins of Power, Prosperity, and Power adıyla önemli bir kitap yayınlamışlardır.[3] Kısa sürede dikkat çeken ve birçok baskı yapan kitap, ilk kez 2013 yılında Doğan Kitap tarafından Faruk Rasim Velioğlu’nun çevirisiyle Türkiye’de de Ulusların Düşüşü: Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri adıyla yayınlanmış ve 496 sayfalık bu eser, daha şimdiden birkaç baskı yapmıştır.[4] Bu yazıda, ileride önemli bir klasik haline gelmesi muhtemel bu zihin açıcı eserden bazı önemli bölümler özetlenecektir.
Ulusların Düşüşü
Acemoğlu ve Robinson, eserlerinde temel olarak tarih boyunca ulusların ve özellikle de birbirine benzeyen ulusların ekonomik ve politik gelişmeleri arasındaki farklılıkların nedenlerini analiz etmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda, yazarların eserlerinde cevap aradıkları temel soru, “Neden bazı ülkeler zenginken bazıları yoksuldur?” şeklinde özetlenebilir. Bu soru ışığında, Acemoğlu ve Robinson, kitaplarında köleci toplumlar, feodalizm dönemi, sömürgecilik ve kapitalizm çağları ile birlikte sosyalizm uygulamalarından örnekleri incelemekte ve ortaya kapsamlı bir analiz koymaktadırlar.
Kitabın “Çok yakın, yine de çok farklı” başlıklı giriş bölümünde, Meksika ile ABD arasında coğrafi olarak birbirine çok yakın iki bölge (Nogales Arizona-Nogales Sonora) arasındaki gelir ve gelişmişlik farklarına dikkat çeken yazarlar, daha sonra Buenos Aires’in kuruluş sürecini tarihsel olarak analiz etmektedirler. İlerleyen sayfalarda Amerikan anayasasının ilan edilme sürecini inceleyen yazarlar, neden bu anayasal gelişimin Meksika’da değil de ABD’de gerçekleştiğini yorumlamaya çalışmaktadırlar. Buna benzer şekilde, Acemoğlu ve Robinson, sonraki sayfalarda Sanayi Devrimi’nin neden İngiltere’de başladığı konusu üzerinde kafa yormaktadırlar. Bu konuyu biraz daha yakından incelemekte fayda var. Önce su çarkları, ardından da buhar motorlarıyla çalıştırılan yeni makinelerle seri pamuklu giysi üretilmesine dayalı olan Sanayi Devrimi, kısa sürede diğer sektörlerde de bu teknolojilerin kullanılabilir hale gelmesiyle birlikte bir üretim ve verimlilik patlaması yarattı. Bu devrim, kısa süre içerisinde Amerika Birleşik Devletleri’ne de yayıldı. Bu süreç, patent haklarını da önemli bir mesele haline getirdi. Kralın keyfi engellemeleri nedeniyle icatları için patent hakları alamayan kimseler, 1623’te Avam Kamarası’nda yasalaştırılan Tekel Kanunu sonrasında patent konusunda daha fazla hak sahibi oldular. Bu sayede, sadece soylular ve zenginlerden değil, halk arasından kişilerden de yeni zenginler ve mucitler çıktı. Fonogramın ve ampulün mucidi olan General Motors’un kurucusu Thomas Edison bunlardan biridir. ABD’de ise mucitler İngiltere’dekilerden bile daha şanslıydı; çünkü hem patent almak kolaydı, hem de canlı ekonomi nedeniyle patent ve icatlar kolaylıkla başkalarına satılabiliyordu. Edison da bunu yaptı; çift yönlü telgrafını Western Union’a 10.000 dolara satmıştı. Yazarların istatistiki verilerine göre; ABD’de bu dönemde (1818) 160 milyon dolar toplam semayeye sahip 338 banka faaliyet gösterirken, 1914’te 27,3 milyar dolar toplam aktifle 27.864 banka sayısına ulaşılmıştı. Bu, patent hakları ve yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler sayesinde yapılan ekonomik sıçramayı gösteriyordu. Oysa aynı dönemde Meksika’da (1910) yalnızca 42 banka vardı ve sermaye birikimi çok düşük düzeylerdeydi. Meksika Devrimi sonrasında yaşanan karışıklık döneminde mülkiyet hakları da gasp edildi ve bu ülkede servet birikimi iyice gecikti. Yani yazarların örneklerinden yola çıkarak denilebilir ki; mülkiyet haklarının ve girişimciliğin güvencede olmadığı ve kısıtlandığı bir ülkede, ekonomi de temel motivasyon unsurunu kaybetmiş olur ve ekonomik gelişim yavaşlar.
Kitabın “İşe yaramayan kuramlar” başlıklı ikinci bölümünde, yazarlar, iktisadi gelişimi açıklayan teoriler üzerinde durmaktadırlar. Acemoğlu ve Robinson, bu bölümde, öncelikle dünyanın en fakir ülkelerinin Sahraaltı Afrika’sında bulundukları tespitini yapmaktadırlar. Oysa 50 yıl geriye gidilse bile, en üstteki ülkeler arasında büyük bir değişim yoktur. Singapur, Güney Kore (ve şimdilerde belki Nijerya) dışında, üstteki ülkeler genelde Kuzey Amerika, Avrupa ülkeleri ve Çin olmuştur. Ekonomik gelişmişlik konusunu açıklayan tezlerin başında “coğrafya kuramı” gelmektedir. Dikkat edilirse, çoğu fakir ülkenin Yengeç Dönencesi ile Oğlak Dönencesi arasında olduğu görülür. Bunun aksine, zengin ülkeler ılıman kuşakta yer alırlar. Fransız siyaset felsefecisi Montesquieu, daha 19. yüzyılda coğrafyanın ekonomik ve anayasal gelişim üzerindeki etkisini fark etmiştir. Tropikal iklimde yaşayan insanların tembel ve merak duygusundan yoksun olmaları, Montesquie’nün en önemli tespitidir. Ona göre; despot yönetim tarzları da bu toplumlara daha uygun düşüyordu. Jeffrey Sachs gibi iktisatçılar, bu görüşü hala savunuyorlar. Ancak günümüzde zengin ve sıcak ülkeler de (Singapur, Arap ülkeleri ve büyük ekonomik atılım yapan Malezya ve Botsvana) mevcut. Yazarlar, bu teoriye iki noktada ekleme yapmaktadırlar; tropikal salgın hastalıklar ve verimsiz tarım toprakları da çok sıcak bölgelerin ekonomik gerikalmışlığında etkili faktörlerdir. Ancak kitabın başında verilen ABD-Meksika örneği hatırlanırsa, aslında bu görüşün de geçerliliği sorgulanabilir. Dolayısıyla, yazarlarından yazdıklarını temel alarak denilebilir ki, hukuki, siyasi ve ekonomik sistemin başarısı, bu faktörlerin bile üzerinde yer almaktadır. Aynı şekilde Doğu ve Batı Almanya’nın ve Doğu Berlin’le Batı Berlin’in gelişmişlik farkları da somut bir örnektir. Jared Diamond ise bu konuda farklı bir teori geliştirmiştir. Ona göre; 500 yıl önce Ortadoğu’da “Bereketli Hilal” bölgesinde insanların evcilleştirebileceği ve tüketebileceği çok sayıda hayvan bulunması, bu bölgenin hızlı gelişiminde başat rol oynamıştır. Ancak bu teori, günümüzdeki gelişmeleri açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bir diğer tez de “kültür”le alakalıdır. Max Weber’in formüle ettiği biçimiyle, “kültür hipotezi”, Protestan anlayışın kapitalist gelişimindeki öncü rolüne dayanır. Ancak benzer kültür ve din grupları arasındaki gelişmişlik farklılıkları da geçmişte ve günümüzde net olarak görülebilmektedir. Bu nedenle, kültür hipotezi de bir bakıma yetersizdir denilebilir. Bir diğer tez “cehalet hipotezi”dir. Bu görüş, İngiliz iktisatçı Lionel Robbins tarafından 1935’te ileri sürülmüştür. Buna göre; tüm birey ve kuruluşların istedikleri her türlü ürün ve hizmeti özgürce ürettikleri ve alıp-sattıkları bir ekonominin kurulamadığı “piyasa başarısızlığı” modeline uygun ülkelerde, iktisatçı ve siyaset adamlarının kısırdöngü durumunda cehalete saplanmaları ve bu durumdan nasıl kurtulacaklarını bilmedikleri için daha da yoksul kaldıkları iddia edilir. Zengin ülkeler iyi politikalarla daha da zenginleşir; fakir ülkelerse kötü politikalarla daha da fakir hale gelirler. Bu gibi yıllar öncesinde yaratılan teoriler, bugün bile iktisadi gelişimi açıklamak konusunda en önemli kuramlardır.
“Zenginliğin ve yoksulluğun inşası” başlıklı üçüncü bölümde, Acemoğlu ve Robinson, “38. Paralel’in iktisadı” adıyla öncelikle Kore’deki gelişmişlik farklarını analiz etmektedirler. Bugün Güney Kore halkının yaşam standartları Portekiz ve İspanya ile aynıdır; oysa Kuzey Kore’de insanların refahı Sahraaltı Afrika’sı seviyesindedir. Sağlık koşulları açısından da Kuzey Kore’nin durumu hiç de iyi değildir; bir Kuzey Koreli’nin ortalama yaşam süresi 38 yıldır! Bu, yazarlara göre liberal piyasa ekonomisi ile komünist kumanda ekonomisi arasındaki farklı yansıtır. Bu zenginlik ve gelişmişlik farkı, kendisini de sürekli olarak yeniden üretir. Zira aralarında biyolojik açıdan fark olmasa da, eğitim kalitesi ve girişimcilik eksikliği nedeniyle Kuzey Kore’deki zeki insanlar sistem içinde kaybolur ve körelir; oysa Güney Kore’de zengin olma ve kendilerini daha da geliştirme şansları vardır. Acemoğlu ve Robinson’a göre, günümüzde ekonomik büyüme büyük ölçüde 2 temel faktöre bağlıdır: teknoloji ve eğitim. Eğitim, insanların atılım yapması için onlara gerekli beceri ve bilgiyi kazandırır. Teknoloji ise, hem hayatı kolaylaştırır, hem de daha fazla ve yeni bilgiye ulaşma ve bilgiyi depolama imkanı sunar. Fakir ülkeler, eğitim ve ar-ge çalışmalarına fazla pay ayıramamaları nedeniyle de fakir kalmaya devam ederler.
“Küçük farklılıklar ve kritik dönemeçler: Tarihin ağırlığı” başlıklı kitabın dördüncü bölümünde, yazarlar, öncelik veba salgınının yarattığı tarihsel kırılmaya dikkat çekmektedirler. Tüm bu teoriler dışında, salgın hastalıklar da tarihsel gelişimde önemli rol oynamıştır. Çin’den gelen farelerin saçtığı veba, Karadeniz’deki liman şehri Tana’ya ulaşınca hızla Avrupa’ya yayılmaya başladı. Veba, görüldüğü yerlerde nüfusun yarısını yok etti. Dualarla mücadele edilmeye çalışılan İngiltere’de de veba kısa sürede halkı vurdu ve “Kara Ölüm” adını aldı. Batı Avrupa’da da benzer bir durum söz konusuydu; veba, ekonomik dengeyi de altüst etti. Batı’da işgücü ve üretim azaldı ve Doğu’dan gelen “vebasız” insan ve ürünlere olan talep arttı.
“‘Geleceği gördüm, işler yolunda’: Sömürücü kurumlara dayalı büyüme” başlıklı beşinci bölümde, yazarlar, sömürücü sistemlerin de kolaylıkla ekonomik büyüme sağlayabileceğini, ama bunun kapsayıcı kurumların ve sistemlerin yarattığı ekonomik büyümeden daha az başarılı olacağı tespitini yapmaktadırlar. Sömürücü sistemler, baskıcı bir düzen içerisinde halkı ve diğer ülkelerin kaynaklarını kullanarak hızlı gelişme ve başarı yaratsalar da, kapsayıcı ve kurumsallaşan sistemlerden farklı olarak, yeni teknolojik gelişmeleri sağlama konusunda başarı gösteremezler. Bunun nedeni, sömürü nedeniyle yaratıcılık ve gelişim konusunda bireylerin yeterli imkanlarının olmamasıdır. Sovyet ekonomisi bunun tipik örneğidir. İnsan hayatının kıymeti olmadığı için toplama kampları ve sömürüyle kısa sürede devasa bir ekonomi haline gelen Sovyet ekonomisi, 1970’lerden başlayarak teknolojik atılım ve yaratıcılıkta ABD ile boy ölçüşemediği için geride kalmış ve sürekli bir stagnasyon durumuna girmiştir. Sovyetlere benzer örnekler, tarihsel süreçte başka dönemlerde ve coğrafyalarda da bulunabilir.
“Uzaklaşma” başlıklı kitabın altıncı bölümünde, Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Akdeniz’in tam ortasında bulunan denizciler ülkesi Venedik’in doğudan ve Bizans’tan gelen mallar ve kölelerle birlikte 11. yüzyıl başlarından 14. yüzyıla kadar nasıl hızlı geliştiğini anlatmaktadırlar. Venedik, bu gelişimi bir dizi yenilik sayesinde başarmıştı: bunlardan ilki commenda idi. İki ortaklı girişim olarak yorumlanabilecek commenda sayesinde, bir ortak sermayeyi koruyor, diğeri de seyahat ederek kargo ve ürün teslimine eşlik ediyordu. Aslan payı sabit ortakta olsa da, genç girişimciler için küçük ortak olarak ticarete atılmak bulunmaz bir nimetti. Bu, dikey sosyal hareketliliğe de imkan tanıyor ve piyasa ekonomisi mantığını geliştiriyordu. Bu uygulama, Venedik’i kısa sürede zenginliğe ulaştırdı. Venedik, siyaset ve hukuk alanında önemli yenilikler yaptı ve gelişimini pekiştirdi; bağımsız magistratelerin oluşturulması, özel sözleşme kanunu, temyiz mahkemesi gibi yenilikler Venedik’te ilk kez ortaya çıkmıştı. Ancak 14. yüzyıldan itibaren Venedik’te siyasal gerilimler arttı ve commenda uygulamasının iptal edilmesinden sonra ekonomik gelişim yavaşladı. Venedik’e benzer şekilde, Roma medeniyeti de bazı dönemlerde göz alıcı ilerlemeler yapmayı başarmıştır. Ancak daha sonraları Edward Gibbon’un da yazacağı üzere, Roma’nın birçok kusuru da mevcuttu. Yazarlar, bu bölümün ilerleyen sayfalarında bu konuları da detaylı şekilde ele almaktadırlar.
Kitabın “Dönüm noktası” başlıklı yedinci bölümü, Acemoğlu ve Robinson’ın 1580’lerde William Lee’nin tekstil alanında makineleşmenin başlangıcı kabul edilen yeniliğini uygulamaya sokmasında yaşadığı zorlukları anlatmasıyla başlamaktadır. Eski sistemde üretim yapmaya devam eden şirket ve kişiler, yeni teknolojileri ve kişileri engellemek için her yolu denerler. Lee’nin geliştirdiği yeni teknoloji nedeniyle işsiz kalacak kimseler de onu engellemeye çalıştılar; bu nedenle, değişim süreçlerinde “yaratıcı yıkım” aslında faydalı olabilir. Tarihte, başta İngiltere olmak üzere birçok ülkede yaratıcı yıkım örnekleri mevcuttur.
Kitap, bu gibi son derece ilginç konular üzerinde su gibi akmaya devam etmekte ve okuyanları ilginç fikirlere ve teorilere sevk etmektedir. Kitabın bir ders kitabı ya da akademik kitap gibi yazılmamış olması da enteresandır ve kitaba ayrı bir hava katmaktadır. Kitabın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, Acemoğlu ve Robinson’ın, bu eserlerinde bir kapitalizm savunusu ve güzellemesi yaptıkları iddia edilebilir. Ancak bu, taraflı bir duruştan ziyade nesnel tarihsel gerçeklikler üzerine kurulu haklı bir müdafaadır. Lakin 21. yüzyılda kapitalizmin geleceği hakkında daha kapsamlı analizler yapabilmek için, bu eserin Fransız sosyalist iktisatçı Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital adlı eseriyle birlikte okunmasında fayda vardır. Ayrıca şu da belirtilmelidir ki; yazarların hukuk devleti ve sömürü karşıtı duruşları, onları kapitalist sistem içerisinde sosyal demokrat çizgiye yakınlaştırmaktadır. Her halükarda, bu eseri tüm üniversite öğrencileri ve sosyal bilimler alanında ders veren akademisyenlerin okumasında fayda vardır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Daron_Acemo%C4%9Flu.
[2] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/James_A._Robinson_(economist).
[3] Kitap hakkında bilgiler için bakınız; http://whynationsfail.com/ ve https://en.wikipedia.org/wiki/Why_Nations_Fail. Ayrıca kitabı Amazon.com’dan satın alabilirsiniz; https://www.amazon.com/Why-Nations-Fail-Origins-Prosperity/dp/B007MIXOEC.
[4] Bu sitelerden satın alabilirsiniz;