KÖRFEZİN İKİ YAKASI: İRAN VS. SUUDİ ARABİSTAN

upa-admin 02 Haziran 2017 3.025 Okunma 2
KÖRFEZİN İKİ YAKASI: İRAN VS. SUUDİ ARABİSTAN

Pers Körfezi’nin[1] iki yakasında geniş topraklar ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan İran İslam Cumhuriyeti ve Suudi Arabistan Krallığı, ortalama 80 yıllık bir geçmişe sahip olan ikili ilişkilerinde, bazen ılımlı, ancak çoğu zaman gergin süreçlerden geçmiş ve Körfez ülkeleri başta olmak üzere bölgedeki tüm ülkelere de bu gerginliği hissettirmişlerdir. Özellikle 1979 İslam Devrimi sonrası bölgede yaşanan savaşlar ve gerilimlerin temel çıkış noktası, İran’ın yeni yönetim biçimi ve bunun bölgede yansımaları olmuştur. Öyle ki; devrim öncesi ABD’nin en iyi iki müttefiki olan İran Şahlığı ve Suudi Arabistan Krallığı, devrim sonrasında birden ilişkilerini koparmış ve bu müttefiklik devam etmemiştir.

1930 yılında ilk kez resmen ilişki kuran İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişki, izleyen yıllarda sürekli inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. 1946 yılında İranlı bir hacının idam edilmesi nedeniyle kesilen ilişkiler, iki yıl sonra Suudi Arabistan’ın kurucu Kralı Abdulaziz Al Suud’un yeni İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’ye yazdığı mektupla yeniden kurulmuştur. Ancak 1955 yılında kurulan Bağdat Paktı’nda kendisine yer verilmemesi, Suudi Arabistan tarafından rahatsızlıkla karşılanmıştır. Bununla birlikte, 1960 yılında OPEC’in[2] kurulması ve ardından Arap dünyasında yükselen Nasırcılık hareketine karşı her iki ülkenin duyduğu ortak endişe, Suudi Arabistan ile İran’ı yakın işbirliği içine sokmuştur. Bu işbirliği, İngiltere’nin 1968 yılında üç yıl içinde Körfez’den çekileceğini açıklamasının ardından, ABD Başkanı Nixon tarafından Ortadoğu’da artan Sovyet tehdidine karşı ortak endişeler taşıyan İran ve Arabistan’ın desteklenmesine dayalı “çift sütun” politikasını yürürlüğe koyması ile bir adım öteye taşınmıştır. Böylelikle, bu iki ülke, Sovyet karşıtı ve ABD yanlısı bölgesel bloğun başını çekmişlerdir.[3]

Ortadoğu’da en büyük sınır problemlerinden birini yaşayan Irak ile İran Şahlığının 1975 yılında Cezayir Anlaşması ile bu sorunu çözmesiyle Körfez bölgesi bir nebze rahat nefes alsa da, ilerleyen yıllarda devrime giden yol, İran’da huzuru kaçırdığı gibi, bölgede de dikkatle izlenmeye başlanmıştır. Öyle ki; 1979 yılına gelindiğinde İmam Ayetullah Ruhullah Humeyni önderliğinde başarıya ulaşan İslam Devrimi, sadece Şah Muhammet Rıza Pehlevi’nin ülkesini terk etmesi ve yeni bir liderin başa geçmesi anlamına gelmemekte, İran’ın siyasal sisteminin tamamen değişmesi anlamına da gelmekteydi. İslam’ın Şii yorumu ve bu yorumun üzerine İmam Humeyni’nin geliştirdiği Velayet-i Fakih[4] teorisine dayanan İslam Cumhuriyeti, tüm dikkatleri özellikle uhdesinde Şii nüfus barındıran ülkelerin dikkatini çekmiş ve ilgiyle takip edilir olmuştur.

Körfez’in en önemli ülkelerinden olan Suudi Arabistan da, bu yeni gelişmeleri dikkatle takip etmeye başlamış ve ilk etapta tepkisiz kalmayı tercih etmiştir. Hatta Kral Halid bin Abdulaziz’den sonra gelen en yetkili isim Veliaht Prens Fahd bin Abdulaziz, yaptığı ilk açıklama da; “İran Devrimi liderliğine büyük saygı duyuyoruz” şeklinde bir beyanatta bulunmuş ve ilk etapta Suudi Arabistan’ın İran’da yaşanan devrimi bir nevi tebrik ettiğini göstermiştir.[5] Ancak bu saygılı ve diplomatik dil uzun sürmemiş ve kısa bir süre sonra İran İslam Cumhuriyeti’nin siyasi kimliği ortaya çıkıp, neredeyse 500 yıllık bir zaman dilimi sonrası resmi dini Şii Caferi İslam inancı olan bir devlet üstelik İran topraklarında ilan edilmiştir.[6] Başta devrimin önderi İmam Humeyni ve yakın ekibi tarafından bu yeni düzenin Ortadoğu da var olan Şiiler üzerinde de etki yaratması amacına dönük politikalar izlenmesi ve tüm bunların sonucunda 1980 yılında Irak’ın İran’a saldırması, bu nezaket ortamının sona ermesinin temel sebepleri olmuştur.

Aslına bakıldığında, bu diplomatik nezaketin gerçekten de bu sınırlarda olduğu, Suudi Arabistan Krallığı’nın İran’ı devrim öncesinde de bir rakip olarak gördüğü ve büyüyen İran’ın küçülen Suud hanedanlığı anlamına geleceğini bildiği ve bu yönde politikalar ürettiği herkesçe bilinmekteydi. Devrimden sonra işin içine bir de dini kimlik girince, işler tamamen Suud Hanedanlığının önlemler zinciri geliştirmesi için hızlı adımlar atması yönünde bir zemin hazırlamıştır. Irak’la geçmişte yaşadığı sorunlara rağmen 1980 yılında Saddam Hüseyin Suudi Arabistan’ı ziyaret etmiş ve bu ziyaretten kısa bir süre sonra Irak, İran’a saldırmıştır. Bu süreçte Suudi Arabistan’ın Irak’a 30 milyar dolara yakın yardımda bulunduğu bilinmektedir. Suudi Arabistan İran’a karşı etkinliğini, Irak’la yakınlaşma ile sınırlı tutmamıştır. Nitekim İran’ın Körfez’deki nüfuz ve etkinlik çabalarını engellemek amacıyla, 1981’de “Basra Körfezi İşbirliği Konseyi”nin kurulmasına öncülük etmiştir.[7]

İranlı hacıların 1981 yılından itibaren mütemadiyen Mekke’de gerçekleştirdikleri “Beraet ez Moşerekin” (Müşriklerden Arınma) yürüyüşü ve gösterileri iki ülke arasında var olan gerilimi daha da arttırmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda gerilimi daha da tırmandıran bir gelişme olan 1987 Hac gösterileri yaşanmıştır. 1987 Hac mevsiminde Humeyni’nin posterlerini taşıyan İranlı ve diğer Şii hacı adayları, ‘müşriklerden arınma’ adlı yürüyüşlerini Suudi yönetimi karşıtı kitlesel bir gösteriye dönüştürmüşlerdir. Gösterilere izin vermeyen Suudi güvenlik güçleri ile göstericiler arasında çıkan çatışmalarda, 275’i İranlı olmak üzere 401 hacı adayı öldürülmüştür. Bunun üzerine, Riyad ve Tahran yönetimleri birbirlerini ağır bir şekilde suçlamışlardır. Suudi Arabistan’ın Tahran Büyükelçiliği İranlı göstericiler tarafından saldırıya uğramıştır; karşılıklı suçlamalar ve tehditlerle ikili ilişkilerde tansiyon yükselince, 1988’de Suudi yönetimi, İran’la diplomatik ilişkilerini kesmiş ve elçiliğini kapatmıştır. Suudi yönetimi, Hac yapmak isteyen İran vatandaşlarına vize vermeme kararı bile almıştır. Sonuç olarak, devrimin ilk 10 yılının sonuna gelindiğinde, Pers Körfezi’nin karşılıklı iki yakasında bulunan Suudi Arabistan ve İran’ın ilişkileri bölgesel rekabet ve güvenlik tehditleri nedeniyle tamamen kopmuştur.[8]

İran-Irak Savaşı’nın 1988 yılında ateşkesle sona ermesi, 1989 yılında İran Devrimi’nin simgesi İmam Humeyni’nin vefatı ve hemen ertesi yıl Irak’ın Kuveyt’i işgali bu iki ülke arasında var olan siyasi gerilimi kademeli olarak düşürmüştür. Öyle ki; İran-Irak Savaşı’nda Irak’ın arkasında hem askeri desteği, hem de siyasi ve diplomatik desteği ile Irak lehine cephe açan Suudi Arabistan, Kuveyt işgali günlerinde eski müttefikine sırtını dönmüş ve Kuveyt’ten yana tavır almıştır. Ancak İran’da İmam Humeyni sonrası Cumhurbaşkanı seçilen Ali Ekber Haşimi Rafsancani (1989-1997) ve Huccetul İslam Seyyid Muhammet Hatemi (1997-2005) dönemlerinde ortaya çıkan ılımlı havaya istinaden ilişkiler yeniden istenilen seviyelere çıkmış ve İran-Suudi Arabistan gerilimi eski günlere nazaran ciddi manada düşmüştür.

ABD’nin Irak’ı 2003 yılında işgali sonrası ortaya çıkan boşluk döneminde, tüm bölge ülkeleri gelişmeleri takip ederken, İran daha olayların başında bölgede var olan dini siyasi kimliği gereği aktif bir rol oynamıştır. Şii inancının en kutsal merkezleri olan, Necef, Kerbel, Kufe, Kazımeyn, Samarra gibi şehirlerin Irak sınırlarında bulunması ve uzun yıllardır ziyarete kapalı tutulması bu ilginin en başta gelen sebeplerindendi. Irak içerisinde Şii nüfusun yoğun olması ve daha açık bir ifadeyle Irak’ın en fazla Şii Arap nüfusu barındıran ülke olması da İran açısından bir avantajdı. Önce Afganistan’da katı Sünni Taliban rejiminin ardından da Irak’ta Sünni Baas iktidarının yıkılması, İran açısından bulunmayan bir fırsat yaratmış ve çevresinde var olan Şii nüfuslarla irtibat kurmasını sağlamıştır. Hindistan’dan Lübnan’a kadar geniş bir yelpaze de var olan Şii nüfus, İran açısından bir açılım alanı olarak görülmekteydi. Diğer taraftan, Suudi Arabistan’ın da yine başta Afganistan olmak üzere bölge ülkelerinde bulunan Vehhabi-Selefi gurupları desteklemesi ve askeri ve maddi yardımda bulunması da kendisini tüm Sünnilerin lideri olarak görmesini sağlamış ve bu yolda etki alanını artırarak İran’ı ve Şiileri çevrelemeyi amaçlamıştır.

Hatemi sonrası İran yönetimine Mahmut Ahmedinejad gibi seleflerinin aksine daha radikal bir kişinin Cumhurbaşkanı olması, gözleri İran-Suudi Arabistan ilişkilerine çevirse de, o dönem ABD’nin bölgeye olan ilgisizliği sayesinde ciddi bir gerilim olmamış, hatta Cumhurbaşkanı Ahmedinejad 2007 yılında Riyad’ı ziyaret eden ikinci İran Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmişti[9]. Bu gelişmelerle bir nebze yumuşayan iki ülke arasındaki ilişkiler, ilerleyen tarihlerde özellikle Suriye iç savaşı sebebiyle yeniden gerilecektir; zira bu olay öncesinde başlayan Arap Baharı başlıklı ayaklanmalar, iki ülkenin de dikkatini yeniden Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya çevirmesine yol açmıştır. İki ülkenin de bölge ülkelerinde yaşanan ayaklanma ve değişimlere göz çevirmesi şüphesiz boşuna değildir.

Arap Baharı henüz Kuzey Afrika ülkelerinde seyrederken karşı karşıya gelmeyen bu iki ülke, isyan ateşinin Bahreyn gibi nüfusunun yarısından fazlası Şii ancak yönetimi Sünni hanedan olan bir ülkede yanmaya başlaması sonucunda ise heyecana kapılmış ve bu ülkeye müdahale yolları aramışlardır. Hem Tahran, hem de Riyad’ın bölgesel politikalarında Körfez’in stratejik konumdaki ülkesi Bahreyn’in önemi göz ardı edilemez. Bu ülkede ülkenin çoğunluğunu oluşturan Şii gruplar, öteden beri toplumsal, siyasal ve ekonomik alanlarda ayrımcılığa uğradıklarını ifade ederek Sünni azınlık yönetimine karşı birçok kez ayaklanmışlardır. 2011’de meydana gelen Şii ayaklanmaları da bu minvalde değerlendirilmelidir. Bahreyn’in ABD’nin 5. filosuna ev sahipliği yapması da, bölgede üstünlük kurmaya çalışan İran’ı bölgesel nüfuzunu arttırma amacına ulaşma konusunda engellemesinin yanında, İran’ın ulusal güvenliğine büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bahreyn’de Şiilerin lehine gerçekleşecek rejim değişimi, İran’ın stratejik çıkarları ve ulusal güvenliği açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. İran’ın Bahreyn’e yönelik politikaları 1970’lerden bu yana Körfez’in diğer bir önemli aktörü Suudi Arabistan’ı büyük ölçüde rahatsız etmektedir. Zaten uzun yıllardır Sünni rejim ile halk arasında bilhassa Şiiler ile bazı sorunların bulunduğu Bahreyn’de Arap Baharı’nın getirdiği bölgesel atmosferde kitlesel gösteriler yapılmaya başlanmış ve muhalif Şii hareketleri 14 Mart 2011’i “Öfke Günü” ilan ederek sokaklara dökülmüşlerdir. Gittikçe büyüyen kitlesel gösteriler karşısında yetersiz kalan Bahreyn hükümeti, müttefiki Suudi Arabistan’dan gösterileri bastırmak üzere destek talep etmiştir. Riyad yönetimi, bu talebi kabul ederek Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) bünyesinde 14 Mart 2011’de Suudi askerlerini gösterileri bastırmak üzere Bahreyn’e göndermiştir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin katılımıyla oluşturulan KİK bünyesindeki Yarımada Kalkanı askeri güçleri Bahreyn’i Suudi Arabistan’a bağlayan 24 kilometre uzunluğundaki Kral Fahd Köprüsü’nden geçerek Manama hükümetini korumaya almışlardır. Bu olay, Bahreyn üzerinde hak iddialarında bulunan ve ülkedeki Şiilerin mahrumiyetinin giderilmesi için öteden beri çaba gösteren Tahran’ı derinden rahatsız etmiş ve iki ülke arasındaki gerilimi tırmanmıştır. İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad, Bahreyn’e yapılan askeri müdahaleyi kınayarak, sorumlu ülkeleri ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet etmekle suçlamıştır.[10]

Irak Savaşı sonrası Şiiliğin kutsal bölgelerinde ağırlığını arttıran İran’a karşılık, başta Mısır olmak üzere, Suriye’deki Sünni gruplar üzerinde de Suudi Arabistan’ın etkisini arttırması yeniden gerilimi yükseltmese de, en azından içten içe yarışı hızlandırmıştır. Bahreyn meselesinin Suudi müdahalesi ile bastırılması, bu iki ülkenin olaylara yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymuştur. İki ülke arasında 1980’li yıllardan sonraki en ciddi gerilimler, 2015 yılı hac sezonunda “şeytan taşlama” alanında yaşanan izdiham sonucu ölen İranlı hacılar ve Suudi Arabistan vatandaşı Şii din adamı Şeyh Nimr’in 2016 yılındaki idamı olmuştur. İranlı hacıların izdihamda ölmesi üzerine Cumhurbaşkanı Ruhani çok sert açıklamalarda bulunmuş ve “Mina’da ölen hacılarımızın kanından vazgeçmeyeceğiz” demiştir[11].

Aslında İran ve Suudi Arabistan’ın bölgede var olan ikili yapılanmada başat rol oynadığını ve tüm Sünnilerin Suudi Arabistan’a, tüm Şiilerin de İran’a görüş için başvurduğu ve bu ülkelerden medet umduğunu düşünmek çok da doğru olmaz. Özellikle mezhepsel temelde baktığımızda, bu mezheplerin yorum farkları ve ülkelerde var olan uygulanagelişleri açısından derinlemesine tahlil etmeden yapılacak yorumlar şüphesiz hataları da beraberinde getirir. Öyle ki; Suudi Arabistan’ın Şii Caferi İran karşısında güç kazanmak için diğer Müslüman ülkelerde bulunan Vehhabi-Selefi grupları desteklediği bilinen bir gerçektedir. Özellikle Yemen müdahalesinde görüldüğü üzere, Şii Husi’lerin üzerine yürümesi tamamen mezhepsel bir çıkar ilişkisinin göstergesidir. Ancak bu durum, diğer ülkelerde bulunan tüm Sünnilerin ya da Sünni grupların Vehhabi-Selefi geleneği takip ettiği ve Suudi Hanedanını himayesine girilecek bir güç olarak gördüğü anlamına gelmemektedir. Sünnilik dediğimiz kavramın içerisinde yer alan alt mezheplerin hepsinin Vehhabilik özelliği göstermesi beklenmediği gibi, doğrudan Suudi hayranlığı ya da bağlılığı olduğu da ileri sürülemez. Ekonomik ve askeri açıdan güçlü bir Suudi Arabistan ile çalışmak istemekle, ekonomik açıdan güçsüz, askeri açıdan hiçbir artısı olmayan ancak Vehhabi-Selefi geleneğin hamisi olan bir Suudi Arabistan ile çalışmak aynı şey değildir. Birincisini hemen pek çok ülke isteyebilecekken, ikincisini değil istemek çoğu ülke karşısında dahi yer alacaktır.

Benzer açıdan İran’a baktığımızda, İran’ın Caferi mezhebi yorumunun yanında bir de Velayet-i Fakih teorisi ile yönetilmesi, diğer Şii Caferi gruplardan bir farklılık yaratmıştır. Öyle ki; İran’ı tüm Şiilerin hamisi ya da önderi olarak görmek de tıpkı Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi imkansızdır. Şiiliğin iki önemli eğitim merkezi olan Irak’ın Necef şehri medreseleri ile İran’ın Kum kenti medreseleri arasında var olan görüş ve anlayış farklılıkları, bu doktrin farklılıklarının getirdiği uygulama farlılıkları şüphesiz ilgi-algı dengesinde benzer yaklaşımlar sergilenmesine neden olacaktır. Buradan kastımız şudur; İran’ın Şii bir İslam Cumhuriyeti oluşu, üstelik bu gücü Batı yanlısı Şahlık rejimini halk ayaklanması ile devirerek kazanması, kuşkusuz tüm dünya Şiilerinde bir ilgi uyandırmıştır. Ancak bu durum, ilgi ve övgünün çok da ötesine gitmemiş; diğer Şii gruplar kendi anlayış ve itikat çerçevelerinde hayatlarına devam etmişlerdir. Şii hilali jeopolitiği gibi yaklaşımların açıkça dile getirildiği günümüzde, İran’ın Suriye, Lübnan ve Irak’ta yer alan etkisi dikkate değer olmakla birlikte, doğrudan bu ülke Şiilerinin İran himayesinde olduğu anlamına gelmemektedir.

Siyasi ve askeri gücün öncelikli önem sırasında olduğu günümüz güç/çıkar çatışması dünyası, mezhepsel ve dinsel bağların önünde yer almaktadır. Körfez’in iki yakasında yer alan bu iki ülke, İslam dininin iki ana mezhepsel damarına öncülük etseler dahi, siyasi ve askeri üstünlükleri olmadan ve ülkeler ve milletler arasında kendi mezhepleri arasında dahi görüş ve anlayış farlılıkları olduğu sürece bu liderlik kavramı değerlendirmelerin ötesinde yer almayacaktır. Olayları siyasi açıdan değerlendirmek ve siyasi verileri ön planda tutmak, kanımca daha büyük öneme sahiptir. ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın ilk resmi ziyaretini Suudi Arabistan’a yapması nasıl ki rastlantı değilse ve bundan sonraki Ortadoğu politikasında eski dönem ilgisizliğini bırakacağını gösterse de, siyasi-ticari gücü olmayan bir Suudi Arabistan’ın ABD açısından önemli bir müttefik olamayacağı da açıktır.

Pers Körfezi’nde var olan ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişmelerde mezhepsel farlılıkların bir etken bir güç olduğu doğru olmakla birlikte, ilk sebep ya da başat aktör olmadığı bilinmelidir.

 

Ali İzzet KEÇECİ

[1] Arap kamuoyu tarafından Basra Körfezi olarak adlandırılan Körfez’in tarihten gelen ismi Pers Körfezi’dir. Bu konu, İran siyaseti açısından bir nevi memleket meselesi olup, her fırsatta bu bölgenin adının Pers Körfezi olduğu vurgulanmaktadır. Hatta uluslararası bir toplantıda dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmenijad’ın; “Arapların ataları çölde deve güderken Pers’ler dünyayı fethediyordu ve bu Körfezin adı o zaman da Pers Körfezi’ydi” şeklindeki çıkışı, Körfez ülkelerinde ciddi tepkilere yol açmıştır.

[2] Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü.

[3] http://file.setav.org/Files/Pdf/20121122110322_seta-iran_ve_arap_bahari.pdf.

[4] Genel itibariyle Velayet-i Fakih kavramı, İmam Ayetullah Humeyni tarafından formüle edilmiştir. Bu yaklaşımı destekleyenlere göre, Hz. Muhammed’in tüm yetkileri (hükümet kurmak, devlet başkanlığı yapmak, ve halk üzerinde tüm yetkilere sahip olmak) vefatından sonra İmamlara devredilmiştir. Bir başka deyişle, Hz. Muhammed’in yetkileri Hz. Ali’ye sonra Hz. Hasan’a ve Hz. Hüseyin’e, daha sonra On İki İmam’a, en son olarak da Hz. Mehdi’ye ve şimdi Hz. Mehdi’nin temsilcisi konumunda olan ve Veliyy-i Fakih denen kişiye devredilmektedir. Humeyni’nin formüle ettiği bu görüş, İran İslam Devrimi’nden sonra sadece İran’da uygulanmaktadır ve İran anayasasına göre en üst makamdır.

[5] http://file.setav.org/Files/Pdf/20121122110322_seta-iran_ve_arap_bahari.pdf, Shf: 10.

[6] Burada açıklanmak istenen; Şii Caferi inancı resmi dini olan Safeviler (1501-1736), yine Şii inancına sahip Fatımiler (909-1171) gibi devletlerin yıkılması sonucu uzunca yıllar resmi inancı Şiilik ya da Şii Caferilik olan bir devletin kurulmamış ve İslam dünyasında var olmamış olmasıdır. İran halkı her ne kadar Safeviler sonrası Şii Caferi inancında devam etmiş olsa da, Safevi hanedanı sonrası iktidara gelen Afşar ve Kaçar Şahları, Safevi Şahlarının aksine kendilerine dini, mezhebi ve ruhani bir kimlik vermemişler ve bu kimliği kullanmamışlardır.

[7] KESKİN Arif, ASAM Ortadoğu Uzmanı, “İRAN-SUUDİ ARABİSTAN İLİŞKİLERİ ve Şİİ JEOPOLİTİĞİ”, Stratejik Analiz Dergisi, Mayıs/2007, Shf: 72.

[8] AKDOĞAN İsmail, Ortadoğu, “İran Devriminden Arap Baharına Suudi Arabistan-İran İlişkileri”, Mart-Nisan 2016 Cilt: 8 Sayı: 73, Shf: 17.

[9] 1979 İslam Devrimi sonrasında ilk resmi ziyareti 1999 yılında dönemin İran Cumhurbaşkanı Muhammet Hatemi yapmıştır.

[10] AKDOĞAN İsmail, “Arap Baharı’nın İran-Suudi Arabistan İlişkileri Üzerine Etkisi”, Sakarya Üniversitesi, Ortadoğu Yıllığı 2012, Shf: 477.

[11] https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201510031018145452/.

2 Comments »

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.