Amerika Birleşik Devletleri, 1947 yılında ilan ettiği Truman Doktirni ile Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı konjonktüründe savunmasını güçlendirme kararı verirken, Doğu Avrupa’da ise eşzamanlı olarak komünizm güç kazanıyordu. Aynı yıl içerisinde, Sovyetler, “Kominform”u ilan etmiş ve amaçlarının Batılı rejimleri yok etmek olduğunu vurgulamıştır. Bu koşullar altında ciddi bir komünizm tehlikesi altında kalan Batılı devletler, bununla başa çıkabilmek için içerisinde ABD’nin de yer alacağı bir askeri ittifakın kurulması gerekliliğinin farkındaydılar. Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü, yani NATO, işte bu gerçeğin anlaşılması üzerine 4 Nisan 1949’da kurulmuştur.
Türkiye’nin NATO üyeliği
Kuşkusuz NATO’nun kurulması, geçmiş yıllardan itibaren üzerinde Sovyet tehdidi hisseden Türkiye’de büyük ilgi uyandırmıştır. Türkiye, Sovyet tehditlerinin yenilenmesi karşısında Türkiye’nin güvenliğinin nasıl korunacağı ve NATO üyelerine yapılan Amerikan yardımının Türkiye’ye yapılan yardımın azalmasına neden olabilme ihtimali gibi endişelerini açıkça ifade etmeye başlamıştır. Türkiye’nin iki kez ittifaka üyelik başvurusunun reddedilmesinin ardından, beklediği fırsat, 1950 senesinde başlayan Kore Savaşı ile gelmiştir. Menderes hükümetinin almış olduğu kararla 4500 Türk askeri Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etmişti. Türk Ordusu’nun savaşta göstermiş olduğu üstün kahramanlığın etkisi ve Türkiye’nin NATO’nun zayıf olan güneydoğu kanadının Türkiye’nin jeopolitik konumu sayesinde güçlü kılınabileceğinin anlaşılmasının ardından, Türkiye, 18 Şubat 1952 tarihinde resmen NATO ittifakına dahil olmuştur.
NATO’nun görünen ve görünmeyen politikaları
NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip olan Türkiye, Soğuk Savaş süresince ABD-Sovyetler Birliği ilişkilerinde belirleyici önemli bir aktör olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin “tek süper güç” olarak kendisini ilan etmesi, NATO’nun görevini tamamladığı düşüncesini uyandırmış ve bundan sonra hangi amaç için hizmet edeceğine yönelik soruların akıllara gelmesine neden olmuştur. Kendisine küresel terör ile mücadele görevi yükleyen NATO, esas olarak tehdit algısını Merkez ve Doğu Avrupa, Rusya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın yanında enerji krizleri, göç sorunu ve silahlanma şeklinde oluşturmuştur. Esas olarak, tüm bunlara ilaveten, NATO’nun genişleme politikası, Sovyetler Birliği’nin ardılı olan Rusya Federasyonu’nu çevreleme amacını da içermiştir.
ABD-Rusya’nın bilek güreşi
Türkiye, son dönemde dış politika bağlamında en büyük sınavını Orta Doğu coğrafyasında vermektedir. 2001’de ABD’nin Afganistan müdahalesi ve 2003’te Irak işgali ile başlayan süreç, Arap Baharı ve son olarak Suriye ve Irak topraklarından ortaya çıkan vekalet savaşları ile devam etmektedir. Rusya ve ABD’nin bilek güreşi, DAEŞ (IŞİD) ve Esad rejim muhalifleri ve PYD ve YPG gibi terör gruplarının savaşları altında sürüyor. Rusya, Doğu Akdeniz’de hakimiyetini oluşturduğu, deniz ve hava üslerini temsil eden Tarsus ve Lazkiye’deki ulusal çıkarlarından vazgeçmemekte, ABD-NATO-AB üçlüsünün Suriye’nin iç işlerine müdahalesini de reddetmektedir.
Amaç terörizmle mi yoksa halklarla mı savaş?
Artık ABD’nin önderliğindeki NATO’nun askeri gündemi, egemen devletleri istikrarsızlaştırmaya yönelik gizli ve açık eylemleri içermektedir. ABD’nin kendisini tartışmasız süper güç göstermek adına ürettiği projeler; yani savaşlar, terörist örgütlere destek, rejim değişikliği ve ekonomik savaşlar, diğer ülkelerin sistemlerini yıkıma uğratmaktadır. “Terörizmle savaş” sloganıyla, NATO, Orta Doğu, Orta Asya, Akdeniz, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’ye kadar her bölgeye bazı zaman vekaleten kullandığı gruplar ile müdahalede bulunuyor. Tüm bunlar meydana gelirken, esas amaçlardan biri de elbette İsrail’in güvenliğini de göz ardı etmemektir.
Türkiye’nin coğrafyadaki değişmez rolü
Ünlü Kanadalı Profesör Michael Ignatieff’in ifade etmiş olduğu gibi; “Amerika bir imparatorluktur, ama dünyaya iyilik getirmeyi amaçlayan bir imparatorluk. Bu fikir dünyaya demokrasi, barış, huzur ve refah getirecektir.” düşüncesinin ne şekilde gerçekleştiğini ifade etmeye gerek yok. Türkiye’nin Rus, Hazar ve İran petrol ve gazlarından oluşan Avrasya enerjisini Balkanlara taşıyacak önemli bir köprü ve ayrıca Kafkaslarda istikrar sağlayacak bir aktör olduğu değişmez bir gerçektir. Yeni İpek Yolu Projesi ile birlikte ise, Türkiye, ticaretin ve refahın taşınmasında önemli bir rol sahibi olacak.
Türkiye, “çok yönlü dış politika” kaideleri ile hareket etmelidir
Türkiye’nin tek boyutlu dış politika uygulamalarının bedeli geçmiş yıllarda birçok defa hissedilmiştir. Jeopolitik konumu gereği Türkiye’nin sahip olduğu sınır ve sınır ötesi komşularının sayısı ülkenin tabiatıyla çok yönlü aktif bir dış politika yapısına sahip olmasını gerektirmektedir. Soçi’de Türkiye-Rusya-İran’ın Suriye’nin geleceğine yönelik bir araya gelmesi, Türkiye’nin 2019 itibariyle Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini kullanacak olması ABD ve NATO’yu oldukça rahatsız etmiştir. Lakin Türkiye’ye karşı NATO kanadından yaptırım seslerinin yükselmesi ittifak kaideleriyle örtüşmemektedir. Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası anlaşmalar, dahil olduğu ittifaklar ve örgütlerin prensipleriyle, doğrultusunda uluslararası hukuka bağlı tam bağımsız egemen bir devlet olarak kendi ulusal çıkarları doğrultusunda işbirliği anlaşmalarına gidebilir.
Neticede Soğuk Savaş kurumu olarak NATO’nun bugünün koşullarına ayak uyduramadığı aşikardır. Her ne kadar hedefler doğrultusunda politikalar yenilense de, işleyiş bakımından ABD’nin güdümünde hareket etmesi ve finansmanın ABD’ye bağımlı olması, NATO’nun güvenirliğinin sorgulanmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla, kurulacak bölgesel örgütlerin bir araya gelerek oluşturacağı organizasyonlar, bölgesel istikrara, bu bağlamda küresel barışa daha fazla hizmet edecektir.
Furkan KAYA