MICHAEL ROSKIN’E GÖRE RUSYA TARİHİ VE RUS SİYASİ KÜLTÜRÜ

upa-admin 18 Aralık 2017 7.274 Okunma 0
MICHAEL ROSKIN’E GÖRE RUSYA TARİHİ VE RUS SİYASİ KÜLTÜRÜ

Giriş

Dünya siyasetinin en önemli aktörlerinden olan Rusya Federasyonu, kendisine özgü siyaseti, tarihi ve siyasi kültürüyle de dünyada ilgi çeken bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür eserinden[1] özetle, Rusya tarihi ve siyasal kültürüne dair bazı önemli konular incelenecektir.

Rusya: Ana Hatları

Günümüzün Rusya haritası

Michael G. Roskin’e göre; Rusya’nın en temel özelliği, Asya’nın kuzey yarısı boyunca Pasifik’e kadar 11 saat dilimini içine alan uçsuz bucaksız bir ülke olmasıdır. Haritası incelendiğinde, Rusya’nın ancak çok küçük bir bölümünün Avrupa’da yer aldığı kolaylıkla fark edilecektir. Dolayısıyla, Rusya, temelde bir Asya devletidir. Rusya’nın bu devasa coğrafyası, tarih boyunca bu ülkeyi bir arada tutmayı zor kılmış ve otoriter yönetimleri, hatta yeri geldiğinde tiranlık yönetimlerini bile meşru ve gerekli hale getirmiştir.

Rusya’nın bir diğer önemli karakteristiği ise, kuşkusuz zor iklimidir. Napolyon’dan Hitler ordularına kadar birçok askeri güç, geçmişte Rusya’yı işgal etmeyi başarmalarına karşın, soğuk iklim koşulları nedeniyle bu ülkeyi zapt etmekte başarısız olmuşlardır. Sert iklimin getirdiği zor şartlar, Rusya’da tarım yapmayı ve yaşamayı da zorlaştırır. Bu nedenle, Rusya’da nüfusun büyük bölümü ülkenin Avrupa kısmında yani Ural Dağları’nın batısında yaşamaktadır. Çarlık döneminde denenen Sibirya’ya nüfus yerleştirme planları ise şimdiye kadar başarılı olamamıştır.

Rus jeopolitikasında bir diğer çok önemli mesele ise, açık denizlere ulaşma isteğidir. Deli (Büyük) Petro döneminde Baltık Denizi’ne çıkabilmek için İsveçlileri, Karadeniz’e ulaşmak için de Türkleri mağlup eden Ruslar, daima güneydeki sıcak denizlere inmek ve dışarıya açılmak için büyük çaba göstermek zorunda kalmışlardır. Bugün de, Rusya’nın Suriye politikasındaki ısrarını anlamak için, bu ülkenin tarihsel birikimi ve kolektif hafızasında yer eden açık denizlere inme düşüncesini ve Akdeniz’in önemini anlamak gerekir.

Bunların dışında, Rusya demek, kuşkusuz önce Slavlık demektir. Bugün Rusya’da farklı etnik kökenden gelen milyonlarca vatandaş ve yine milyonlarca Müslüman bir arada yaşasalar da, tarih boyunca Slavlık ve Rusça, Rusya ve Ruslar için temel kimlik unsurları olmuştur. Kiril alfabesi kullanan Ruslar, Rusça dili ve Rus edebiyatı sayesinde, dünya kültür ailesinin de önemli ve kendisine özgü bir üyesi olmayı başarmışlardır. Rusça, Kiril alfabesi ve Ortodoks inancı, Rusların Avrupalılardan farklı bir kimliklerinin oluşmasına da büyük katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, Avrupa’da Katolik ve Protestan nüfus üzerinde etkili olan birçok düşünce, Rusya’ya son derece geç ve sınırlı ölçüde tesir edebilmiştir. Rusya’nın Avrupa’ya kıyasla bu “geç kalmışlık” ve hatta geride kalmışlık durumunu Moğol ve Tatar istilalarına bağlayan bazı tarihçiler de vardır.

Rusya Tarihi

İvan Grozni

Rusya’nın tarihi, 9. yüzyıldaki İskandinav Varekler tarafından kurulan Kiev Knezliği’ne kadar uzansa da, modern Rus devletinin ortaya çıkışı 16. yüzyılda Moskova Knezliği’nin Korkunç İvan (İvan Vasiliyeviç-İvan Grozni)  döneminde güçlü bir vergi toplayıcı haline gelmesiyle başlar. Kendisine “Tsar” (Çar) tacı giydirten İvan, Rusya’yı Hazar Denizi’ne ve Sibirya’ya kadar genişletmeyi başarmış ve modern bir devlet aygıtının temellerini atmıştır. İvan Grozni, hem cani, hem de başarılı bir yöneticiydi; devlet işlerinde kaba kuvvet kullanmasıyla, Rus devlet yönetimi ve siyasal kültüründe bugün bile etkili olan güçlü bir miras bıraktı. Rus soyluları ve toprak sahipleri olarak nitelendirilen boyarlar onunla çatışmaya girince, İvan, gizli polisi Oprichnina vasıtasıyla onları ya idam ettirdi, ya da sürgüne gönderdi. O zamandan beri, Rusya’da soylular ciddi bir siyasal misyon ve özerk bir rol üstlenemediler. Korkunç İvan yönetiminde Fransa’ya benzer bir otokrasi ve merkezi krallık haline gelen Rusya, buna karşın çoğulculuk ve sınırlı devlet gibi konularda Avrupa monarşilerinden oldukça geride kalmıştır. Ayrıca Rusya’da otokrasiye ve devletçiliğe duyulan güvenin temelinde, devletin zayıf düştüğü dönemlerde yaşanan olumsuz tecrübelerin büyük etkisi vardır. Nitekim 17. yüzyılın başında yaşanan “Sıkıntı Devri”, buna iyi bir örnektir. Bu dönemde, Rusya, Polonyalı istilası, iç savaşlar ve eşkıyalık gibi nedenlerle zayıf düşmüştür. Rus Ortodoks Kilisesi’nin otokrasinin temel direği haline gelmesi de bu döneme rastlar; Çar, “sezaropapizm” denen bir model doğrultusunda Devlet Başkanı ve Kilise’nin başı görevlerini birleştirmiştir.

Büyük Petro

“Büyük” veya “Deli” lakaplarıyla bilinen I. Petro 1682’de tahta çıktığında, Rusya, Avrupa ülkelerinden çok geride kalmıştı. Petro, Rusya’yı modernleştirmek konusunda hızlı bir atağa kalktı. Avrupa’yı ziyaret eden ilk Çar olan Petro, ülkesine Baltık’ta bir çıkış noktası sağlamak için İsveçlileri püskürttü ve Amsterdam’ı örnek alarak St. Petersburg’u (bir dönemdeki adıyla Leningrad) inşa ettirdi. Petro, idari sistem konusunda ise İsveçlileri örnek aldı ve ülkesini -her birini soylu bürokratların denetlediği- illere, ilçelere ve bucaklara böldü. Soylulara devlete hizmet etme zorunluluğu getiren Petro, bu sayede devleti toplumla ya da en azından soylularla bütünleştirmeyi başardı. Petro, zorla modernleşme modeliyle Rusya’yı Avrupa standartlarına yakınlaştırdı; ama aynı zamanda ağır vergi yükü altında ezilen köylülerin de canına okudu. Bu zorla modernleşme geleneği, Rusya’da Petro’dan itibaren uzun süre devam etmiştir.

Napolyon Bonapart’ın 1812’de Moskova’yı işgal etmesi, Rus entelektüellerin ülkelerinin Avrupa’dan çok geride kaldıklarını anlamalarına yardımcı oldu. Avrupa’daki siyasal fikirler bu dönemde ilk kez Rus coğrafyasına girmeye başladı. Anayasal monarşi talepleri ve sonrasında farklı çizgilerdeki liberal veya sosyalist düşünce grupları Rusya’da etkili olmaya başladılar. Bu dönemden itibaren, Rusya’da daima rekabet halinde olan iki temel entelektüel ve siyasi grup ortaya çıkmıştır: Batıcılar ve Slavcılar. Slavcılar veya Slavofiller, Batıcıları manevi açıdan sığ ve maddeci olarak gören, Ortodoks inancında ve romantik milliyetçi çizgide bir gruptur. Onlar, Rusya’nın kendi modernleşmesini Avrupa’yı örnek almadan ve kendi kurumları aracılığıyla yapmasını savunuyor ve yüzlerini Doğu’ya dönmeyi istiyorlardı. Batıcılar ise, Avrupa modernleşmesini ve Avrupalı devletleri örnek alan daha seküler ve liberal çizgideydi. Bugün de Slavcı geleneği Avrasyacılar, Batıcı geleneği ise liberaller temsil etmektedir. Rus Çarları, bu yıllarda Slavcı çizgiye hep daha yakın durdular ve 19. yüzyıl boyunca anayasal monarşi olma taleplerini bastırdılar. En özgürlükçü Çar kabul edilen II. Aleksandr bile, yalnızca sınırlı bazı reformlar yapmayı başarabilmiş ve 1861’de serfleri kölelikten kurtaran ünlü Kurtuluş Fermanı’nı yayınlamıştır. Ayrıca Zemstvo adı verilen ilçe ve il meclisleri kurdurmuş, ama serflerin ekonomik köleliği aslında bu dönemde de devam etmiştir. Batıcılığın ağır bastığı Rus entelijansiyası ise, yapılan bu reformları yetersiz bulmuş ve sağlanan özgürlük ortamında daha fazla reform talep etmiştir. Narodnikler gibi radikal muhalefet unsurları ise, bu ortamda köylülerle bütünleşerek şiddet eylemlerine girişmeye kalktılar. Hatta 1881’de Narodnaya Volya (Halkın İradesi) adlı bir devrimci grup Çar’ı öldürmeyi bile başardı. 19. yüzyıl, Rusya’nın aslında her alanda geliştiği bir asırdır; sanayi kurulmaya başlanmış, demiryolları inşa edilmiş, entelektüel alanda büyük atılımlar yapılmıştır (Klasik kabul edilen Rusya edebiyatı, neredeyse tamamen bu dönemdeki eserlerden oluşur). Ancak siyasal alanda reformlar gerçekleştirilememiş ve genelde hareketsiz kalınmıştır. Bu nedenle, reformların başarısız kaldığı bir ortamda, radikal ve devrimci hareketlere uygun bir ortam oluşmaya başlamıştır.

Vladimir Lenin

Uzun yıllar Marksizm’in anavatanı olan Rusya, ilginç bir şekilde Karl Marks’a göre devrim koşullarının en yetersiz olduğu ve kapitalistleşmeye henüz yeni başlamış bir ülkeydi. Marks, işçi devrimini ABD ve İngiltere gibi kapitalist ülkelerde bekliyordu. Bolşevik lideri Vladimir İlyiç Lenin ise, “en zayıf halka” teorisi doğrultusunda, emperyalizmin etkisinden uzak olan Rusya’yı devrim için ideal yer olarak görüyordu. Nitekim Rus entelektüeller de zaman içerisinde Marksizm’e büyük ilgi gösterdiler ve katkılar yaptılar. Ancak Marksistlerin görüşleri kendi aralarında ayrışıyordu. Bazı Marksistler, Marksizm’e geçmeden önce Rusya’nın kapitalizm dönemi geçirmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bir diğer grup, Avrupalı sosyal demokrat ve sosyalistlere benzer şekilde işçi ve çalışan haklarına vurgu yapıyor ve bunların iyileştirilmesi gerektiğine dikkat çekiyorlardı. Leninizm doğrultusunda hareket eden Bolşevikler ise, bir işçi devrimiyle iktidarı ele geçirmek ve devleti sosyalizme ulaşmak için araçsallaştırmayı savunan küçük bir gruptu. Çar’ın gizli polisi Okhrana’nın sızma girişimlerine karşın, Zürih merkezli Iskra (Kıvılcım) dergisi etrafında kümelenen ve Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kuran Bolşevikler, zamanla etkili bir grup haline gelmeye başladı. O dönemde, Sergei Eisenstein’ın “Potemkin Zırhlısı” filmine de konu olan 1905 Devrimi yaşandı. Rus-Japon Savaşı sırasında, deniz birlikleri ve işçiler ayaklandılar. Çar II. Nikolay boyun eğmek ve ifade, basın ve toplantı özgürlükleriyle birlikte Duma’nın demokratik yollarla seçilmesini kabul etmek zorunda kaldı. Bu sayede, Rusya’da mutlak monarşi bir süreliğine anayasal monarşiye dönüştü. Ancak Çar, kısa sürede verdiklerini geri aldı ve Duma’yı birçok defa feshetti. Duma’nın da etkisiz hale gelmesiyle, Rusya’da radikal ve devrimci hareketlerin önü artık açılmış oluyordu.

Aleksandr Kerenski

Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği

Devrimcilerin beklediği olağanüstü koşullar, Rusya’nın da dâhil olduğu Birinci Dünya Savaşı sırasında oluşmaya başladı. Aslında savaş öncesinde Çarlığın durumu o kadar da kötü gözükmüyordu; ancak savaş döneminde işler kötü gitmeye başladı. Rus ekonomisi çöktü ve birliklerin morali bozuldu. Köylüler, bu fırsattan istifade toprak sahiplerinin mülklerini ele geçirdiler ve hükümeti felç durumuna getirdiler. 1917 Mart’ında ılımlı ve demokrat bir grup iktidarı ele geçirdi ve Çar’ı tahttan indirdi. Batılı liberallere benzeyen bu geçici hükümetin başında Aleksandr Kerenski vardı. Kerenski ve geçici hükümet, Rusya’yı modernleştirmek ve demokratikleştirmek istiyordu. Ancak Batılı müttefiklerine ihanet etmemek için savaştan çekilmeyi göze alamamaları nedeniyle onların da işleri iyi gitmedi ve kısa sürede güçlerini yitirdiler. Bu dönemde ülkesine dönen Lenin ise, “Ekmek, Barış, Toprak” gibi somut ve basit sloganlarla halkın karşısına çıktı ve bir anda toplumsal destek görmeye başladı. Petrograd’da artık hükümetten çok “Sovyet” adı verilen işçi konseyinin sözü geçmeye başlamıştı. Kısa sürede, bu tip “Sovyet” konseyleri, ülkenin her yerinde kurulmaya başlandı. “Bütün Güç Sovyetlere” sloganını benimseyen Lenin, bu dönemde Sovyetleri ülke genelinde, Bolşevikleri de Sovyetler içinde etkin güç kılmaya çalıştı ve bunu büyük ölçüde başardı. Bu sayede, Ekim’de iktidarın Bolşevikler tarafından ele geçirilişi oldukça kolay oldu. Azınlıktaki Bolşevikler, zaferlerini kalabalık olmalarından ziyade, iyi örgütlenmelerine borçluydular. Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması ile savaştan çekilen Bolşevikler, şimdi ülke genelinde kontrolünü sağlamak istiyorlardı. Ancak bir yandan da Kuzey Rusya ve Sibirya’da Amerikan birlikleriyle savaşmak zorunda kalmışlardı. 1918-1920 döneminde, Bolşeviklerin Kızıl Ordusu ile Çarlık yanlılarının Beyaz Ordu’su mücadele ettiler ve sonunda milyonlarca Rus’un ölümüyle neticelenen iç savaşı Bolşevikler (Kızıl Ordu) kazandı. Polonya’yı işgal etmeye çalışan ama başarısız olan Bolşevikler, komünist devrimi bu dönemde Rusya ile sınırlı tutmaya (tek ülkede sosyalizm) razı oldular.

Ekim Devrimi

İç savaş sırasında, Bolşevikler, “savaş komünizmi” adı verilen bir program uyguladılar. Savaş komünizmi, Amerikan hububat yardımlarının da sayesinde büyük bir felakete neden olmadı. Lenin, bu dönemin ardından Yeni Ekonomi Politikası’nı uygulamaya soktu ve sosyalizme çok uzak olduğunu gördüğü Rus halkına yardımcı olmak amacıyla özel girişimlere izin verdi. Bu, yeni devletin devletçi ekonomi prensipleriyle çelişki içerisindeydi ve Stalin döneminde tamamen rafa kaldırıldı. Zaten Lenin de, bunu sosyalizm öncesinde bir ara rejim modeli olarak düşünmüştü. 1928’de Stalin iktidara gelince, Beş Yıllık Kalkınma Planlarını (Gosplan) uygulamaya soktu. Bu dönemde büyük bir kargaşa yaşandı; köylüler topraklarını vermek istemediler ve karışıklık nedeniyle üretimde büyük düşüş yaşandı. Sonuçta, milyonlarca insan açlığa terk edildi ve büyük insani trajediler yaşandı. Sanayileşmeye ağırlık verilen bu dönemde tarım ihmal edilmiş ve Rus halkı beslenme zorluklarıyla yüzleşmiştir. Ancak bazı tarihçiler, bu dönemde yapılan atılımlar sayesinde daha sonra Rusya’nın Nazilere karşı direnebilecek güce ulaştığını iddia etmektedirler. Nitekim 1941’de Almanlar saldırdığında, Ruslar, çok zorlanmalarına karşın sonunda büyük bir zafer kazandılar ve bu sayede İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD ile birlikte süper güç olarak çıktılar. Rusya, İkinci Dünya Savaşı’nda 20 milyonla en fazla kaybı veren ülke olmuş, ama savaştan muzaffer çıkarak, çok önemli bir uluslararası aktör haline gelmiştir. Stalin, 1953’te ölene dek ülkeyi Korkunç İvan’ı anımsatır şekilde demir yumrukla yönetmiş ve yol açtığı büyük insani trajedilere karşın, ciddi ölçüde sanayileşmiş bir imparatorluk yaratmayı başarmıştır. Stalin, savaş dönemi ve sonrasında bunu yaparken, komünist ideolojiden ziyade Rus milliyetçiliği ve yurtsever duyguları kullanmıştır. Kendisi de Gürcü asıllı olan Stalin, Rus tarihinin halen en tartışmalı siyasi figürlerinden birisidir.

Joseph Stalin

Lenin’in kurduğu ama asıl kurumsallaşması Stalin döneminde ortaya çıkan Sovyet Rusya siyasal sisteminde, egemenlik, tamamen Komünist Parti’nin kontrolündeydi. Tek parti iktidarını kuran Komünist Parti, “öncü parti” anlayışı doğrultusunda toplumu ve devleti dizayn etmek ve yönetmek istemiş ve muhalefete asla izin vermemiştir. Parti ile devletin iç içe geçtiği sistemde, hükümetin Bakanlarının çoğu aynı zamanda Parti’nin Merkez Komitesi’nden seçilmekteydi. Dahası, parti üyeliği bile kontrol altındaydı. Sovyetler Birliği nüfusunun ancak yüzde 7’si parti üyesi olabilmişti. Dev bir piramit gibi her kademede örgütlenen parti, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesi doğrultusunda yönetiliyordu. Yaklaşık 5.000 dolayındaki delegeler, 300 tam üye ve 150 aday üyeden oluşan Merkez Komitesi’ni seçmek için birkaç yılda bir birkaç günlüğüne toplanıyordu. İşleri asıl yürüten organ ise Politbüro idi. Politbüro, yaklaşık bir düzine üye ve altı aday üyeye sahip bir karar verme organı, bir nevi hükümetti. Politbüro kararları Merkez Komitesi tarafından otomatik olarak onaylanıyordu. Politbüro’yu yöneten kişi ise, aynı zamanda Devlet Başkanı da olan Genel Sekreter’di. Dolayısıyla, sonuçta herşey bir kişinin iradesine bağlı kılınıyordu. Bu nedenle, bu sistemi diktatörlüğe benzetenler de vardı. Genel Sekreter, tüm devlet ve parti aygıtını kontrol edebiliyor ve kendisine sadık bir apparatchik (apparatçik) seçebiliyordu. 1.500 kişilik devasa Yüksek Sovyet’in ise demokratik bir Meclis olmadığı konusunda herkes hemfikirdi. Yılda birkaç günlüğüne toplanan bu kurul, Avrupa parlamentolarına kıyasla son derece yetkisizdi.

Mihail Gorbaçov

Sovyetler Birliği, birçoklarına göre merkezin çok güçlü olduğu bir federal sistem modeli doğrultusunda kurulmuştur. 15 büyük ulusun kendi Sovyet Cumhuriyetleri bile vardır. Rusya, elbette en güçlü ve büyük cumhuriyet durumundaydı. Sovyet federalizmi, lisan haklarının korunmasını amaçlamıştır. Stalin, “şekil olarak ulusal, içerik olarak sosyalist” şeklinde formüle ettiği bu sisteme göre, her ulusa kültürel özerklik vermiş ve bu sayede ayrılıkçı akımların önüne geçmek istemiştir. Ancak komünistlerin federal denemeleri bugüne kadar hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yugoslavya’da dağılma süreci kanlı, Çekoslovakya barışçıl ve Rusya’da ise kısmen barışçıl olarak yaşanmıştır. Soğuk Savaş süreci boyunca ABD ile kıyasıya bir rekabete giren Sovyetler Birliği, 1970’lerden itibaren ciddi bir stagnasyon dönemi yaşamaya başlamıştır. Mihail Gorbaçov döneminde denenen reformlar (glasnost-şeffaflık adı verilen ifade ve basın özgürlüğü politikaları ve perestroyka-yeniden yapılanma adı verilen ekonomik reformlar) da çare olmayınca, Sovyetler Birliği 1990’ların başında yıkıldı. Ancak bugün bile, Sovyet döneminin olumlu ve olumsuz bazı izlerini Rusya siyasal kültüründe bulmak mümkündür.

Rus Siyasi Kültürü

Rus siyasi kültüründeki en önemli olgu, Rusların komşu devletler ve onların halklarından farklı oluşları ve bunun siyasete etkileridir. Ruslar, Avrupa’daki Katolik ve Protestan ağırlıklı devletler ve halklardan farklılıklarını tarih boyunca korumuşlardır. Komünizm döneminde dinin etkisi sıfırlanmaya çalışılsa da, Ortodoksluk ve Slav milliyetçiliği hiçbir zaman Ruslardan tamamen uzaklaştırılamamıştır. Bu iki kimlik, Rusya Federasyonu döneminde ise hızlı ve istikrarlı bir yükselişe geçmiştir. Nitekim ünlü Amerikalı Siyaset Bilimci Samuel Huntington da, ünlü “Medeniyetler Çatışması” tezinde, Rusya’yı Slav-Ortodoks medeniyeti olarak ayrı bir kutup olarak değerlendirmiştir.

Bir diğer önemli etken, coğrafi faktörler ve tarihsel geri kalmışlık nedeniyle Rus halkının Avrupalı halklara kıyasla çok daha kanaatkâr olmasıdır. Ruslar, iş garantili, düşük standartlı ama öngörülebilir bir hayatı yaşamakta tereddüt etmez ve devletlerine fazla zorluk çıkarmazlar. Çünkü tarih boyunca Rus halkı için bu durum böyle olmuştur. Dolayısıyla, Avrupalı halklara kıyasla, Rus halkını memnun etmek son derece kolaydır. Şu da unutulmamalıdır ki, Sovyetlerin yıkılmasından sonra Rus halkı çok zor zamanlar geçirmiştir. Ekonomik zorluklar ve büyük bir devletin kaybı ardından yaşanan psikolojik travma, Rusları yaklaşık 10 yıl boyunca kendilerine getirememiştir. Bu dönemde kinizm ve umutsuzluk psikolojisi Ruslara hâkim olmuştur.

Vladimir Putin

İşte zaman zaman Batı’ya meydan okuyan politikalarıyla Avrupa’da ve ABD’de eleştiri konusu yapılan Vladimir Putin’in popülaritesini bu noktada anlamak gerekir. Putin, Sovyetlerin yıkılmasının ardından Boris Yeltsin döneminde yaşanan bocalama sonrasında Rusya’yı yeniden ayağa kaldıran ve Ruslara özgüven kazandıran bir lider olduğu için, bazı politikaları kendi halkınca da eleştirilse bile, ülke genelinde büyük destek görmektedir.

Rusya’da sivil toplum olgusu ise Rusya Federasyonu döneminde bile tam anlamıyla gelişememiştir. Devletçiliğin sistemin ve halkın iliklerine kadar işlediği bir kültürde, elbette çoğulcu bir siyasal sistem yaratmak kolay değildir. Bu nedenle, çoğulculuğun olmadığı bir ortamda, demokratik bir rejim kurmak da kolay olmamaktadır. Ayrıca demokrasinin çoğu zaman emperyalist güçlerin Rusya ve müttefiklerini karıştırmak için kullandıkları Batı menşeli bir oyun olarak algılanması da, Ruslar arasında demokrasinin popülaritesini azaltmaktadır. Hakikaten de, Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerde yaşanan demokratikleşme süreçleri (renkli devrimler), demokrasiye geçişle eşzamanlı olarak Rusya’nın güç kaybettiği olaylar olmuştur. Bu nedenle, Rusya, otoriter bir siyasi modeli tercih etmekte hiç tereddüt etmemekte ve dahası, Rus halkı da buna ciddi anlamda destek olmaktadır. Bu durum, Ruslar arasında paranoya benzeri eğilimlere ve komplo teorilerine gösterilen büyük ilgi ve alakaya da neden olmaktadır. Putin döneminde oligarkların güçlerinin siloviki (istihbarat ve güvenlik güçleri) tarafından kırılmasıyla, Rusya’da devlet gücünü dengeleyebilecek tüm unsurlar ortadan kalkmıştır. Buna karşın, Hollywood filmlerine de sıklıkla konu olan Rus mafyası, halen ülkede ve dünyada etkin bir güçtür.

Moskova Merkez Camii

Son dönem Rusya’sında dikkat çeken bir diğer husus ise ırkçılıktır. Komünizme tepkinin de etkisiyle, Rusya’da ırkçı akımlar son yıllarda istikrarlı bir şekilde yükselmektedir. Öyle ki, Rusya, ırkçı düşüncelerle Avrupa’daki aşırı sağ partileri bile etkilemeye başlamıştır. Rus ırkçılığında İskandinav halklarına karşı saygılı bir bakış varken, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk soylu Müslüman halklara daha olumsuz ve önyargılara dayalı bir bakış vardır. Müslüman ailelerin çok çocuk yapmaları ve Çeçenistan’da yaşanan İslami radikalizm kaynaklı terör olayları da bu önyargıları güçlendirmektedir. Ancak Putin döneminde Rusya’da Müslümanları sisteme entegre etmek için ciddi çabalar gösterilmiş ve hatta Avrupa’nın en büyük camisi Moskova’da (Moskova Merkez Camii) açılmıştır. Buna karşın, kendi Müslüman halkları ve eski Cumhuriyetleri de dâhil olmak üzere, Ruslar, dünya genelinde pek sevilen bir millet olmayı bugüne kadar başaramamıştır. Buna karşın, sertlikleri ve güçleriyle her daim korku yaratmayı başarmışlardır.

Sonuç

Slavcılar ve Batıcılar arasındaki tarihsel tartışmaya benzer şekilde, bugün de Rusya’da reformcular ve muhafazakârlar arasında bir rekabet vardır. Ancak reformcuların siyasal arenadaki güçleri son derece sınırlıdır. Nikita Kruşçev ve Mihail Gorbaçov gibi reformcuların geçmişte yaşadıkları ve yaşattıkları hüsranlar nedeniyle, Rus halkı da reformlar konusunda ihtiyatlıdır. Bu nedenle, Rusya’da devletçi ve Avrasyacı güçlerin Putin döneminde ciddi bir sarsıntı yaşanmadığı sürece güçlerini koruması beklenmektedir. Ancak büyük bir kriz durumunda, Rusya’da Batıcı ve reformcular yeniden güç kazanmaya başlayabilirler…

 

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

 

[1] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/cagdas-devlet-sistemleri-amp-siyaset-cografya-kultur/128754.html.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.