EŞREF HİLMİ AÇIK’TAN ‘GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE FRANSA İLİŞKİLERİ’

upa-admin 12 Mayıs 2018 4.846 Okunma 0
EŞREF HİLMİ AÇIK’TAN ‘GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE FRANSA İLİŞKİLERİ’

Türkiye-Fransa ilişkileri, Türk Siyasal Tarihi ve genel olarak Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler disiplini açısından oldukça önemli bir konu olmasına ve Türkiye’de Fransızca bilen ve Fransız eğitim kurumlarında eğitim almış çok sayıda akademisyen ve araştırmacı bulunmasına karşın, son yıllarda bu konuda yapılan akademik çalışmalar ve Türkçe olarak yayınlanan kitapların sayısı bir elin parmak sayısını geçmemektedir. Bu çalışmalar arasında geniş kapsamı bağlamında dikkat çeken bir eser, asker kökenli bir araştırmacı olan Eşref Hilmi Açık’ın 2008 yılında IQ Kültür Sanat Yayıncılık tarafından yayımlanan Geçmişten Günümüze Türkiye Fransa İlişkileri adlı kitabıdır[1]. Kitabın kapağında, o dönemde Fransa Cumhurbaşkanı olan Nicolas Sarkozy ve Türkiye karşıtı fikirleriyle tepki çeken Papa 16. Benediktus’un (Papa 16. Benedikt) resimlerine yer verilmiştir. Bu yazıda, bu kitaptan Türkiye-Fransa ilişkileri açısından önem taşıyan bazı önemli bölümler özetlenecektir. Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, kitabın tamamının okunması gerekmektedir.

Eşref Hilmi Açık

Geçmişten Günümüze Türkiye Fransa İlişkileri

Haçlı Seferleri ve Osmanlı Dönemindeki İlk Münasebetler

Eşref Hilmi Açık’ın kitabının altıncı ve son bölümünde incelediği Türkiye-Fransa ilişkilerinin tarihsel temelleri Haçlı Seferleri’ne kadar götürülebilir. Nitekim Birinci Haçlı Seferi konusunda başı çeken ülke Fransa olmuş ve bu dönemde Pierre L’Ermite (Pierre Lermit) isimli bir Fransız papaz, Kudüs’ü Selçuklulardan geri almak için yoğun çaba harcamıştır. Birinci Haçlı Seferi sonucunda, 1099 yılında Kudüs’e yüzbinlerce kişilik ordusundan geri kalan 40.000 kişi ile girebilen Haçlılar, 70.000 Müslüman ve Yahudi’yi kılıçtan geçirmişlerdir. Fransa’nın önderlik ettiği İkinci Haçlı Seferi 1147-1149, Üçüncü Haçlı Seferi ise 1189-1192 yılları arasında yapılmıştır. Ancak Fransa, Dördüncü, Beşinci ve Altıncı Haçlı Seferleri’ne katılmamıştır. 1248-1254 yılları arasındaki Yedinci Haçlı Seferi’ne ise Fransa Kralı da katılmıştır.

Cem Sultan

Osmanlıların 1353 yılında Rumeli’ye geçmesi ve Bizans’ı tehdit etmeye başlamasıyla birlikte, Katolik ve Ortodoks Hıristiyan kesimde tedirginlik başlamış ve Papa IX. Bonifacius döneminde Türklerin Balkanlar’dan geri püskürtülmesi için Fransa’nın da dâhil olduğu büyük bir Haçlı Ordusu kurulmuştur. Ancak Haçlı Orduları 1396’da Niğbolu’da mağlup edilmiş ve Fransa Kralı’nın torunu da dâhil olmak üzere tüm Fransız şövalyeleri esir alınmıştır. Fransa Kralı, torununu ve şövalyeleri kurtarmak için Türklere 200.000 altın ve lüks hediyeler vermek zorunda kalmıştır. Yıldırım Beyazıt’ın 1399’da İstanbul’u üçüncü kez kuşattığı dönemde ise, Fransa Kralı VI. Charles, 17 kadırga ve 1.200 kişilik askeri kuvveti Bizans’a yardım için yollamış ve İstanbul’un düşmesini engellemiştir. 1400’lerin başlarında VI. Charles ile Timurlenk arasında Yıldırım Beyazıt’a karşı bir ittifak bile gündeme gelmiş, ama bu yönde somut bir adım atılamamıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar, Türkiye-Fransa ilişkilerinde kayda değer başka bir somut gelişme olmamıştır. Ancak Fatih Sultan Mehmet döneminde 1453’te Osmanlıların İstanbul’u ele geçirmesinin yarattığı yankılar, Fransa’da bile son derece etkili olmuş ve Türklere yönelik korku ve saygı üst düzeye ulaşmıştır. Bu dönemde yaşanan Cem Sultan Olayı ise, tarihe geçmiş çok ilginç bir vakadır. Cem Sultan’ın Fatih Sultan Mehmet’in vefatı ardından sığındığı Rodos Şövalyelerince Fransa’ya götürülmesi, Fransa’da büyük bir sevinç yaratmıştır. Cem Sultan’ın tahtın bir varisi olarak Fransa’da bulunmasının Osmanlı için büyük bir risk ve prestij kaybı olduğunu düşünen Sultan II. Beyazıt ise, Fransa Kralı XI. Louis’ye 50.000 duka altın, İstanbul’daki Hıristiyan kutsal kalıntılarının Fransa’ya teslim edilmesi ve Kudüs’teki Kemame (Kamame) Kilisesi’nin yönetiminin Katoliklere verilmesi sözünü vermiştir. XI. Louis’den sonra başa geçen Fransa Saltanat Naibesi Anne de Beaujen bu teklifi kabul ettiyse de, o dönemde Rodos Şövalyeleri Sultan Cem’i İtalya’ya kaçırmışlardır. Daha sonra Fransa tahtına geçen VIII. Charles ise, Cem Sultan’ı da siyaseten kullanarak, Osmanlı’ya karşı büyük bir Haçlı Seferi düzenlemek istemiştir. Ancak İtalyanlardan binbir zorlukla alınan Cem Sultan Fransa’dayken vefat etmiş ve VIII. Charles’ın planları suya düşmüştür. Bu dönemdeki bir diğer önemli gelişme ise, Fransa’nın Osmanlı’ya karşı Venedik Devleti’ni desteklemesi ve Papa’nın da teşvikiyle Amiral Ravenstein’ın (Philip of Cleves Lord of Ravenstein) komutasındaki Venedik donanmasına asker göndermesidir. Ancak Midilli’nin alınması için bu dönemde yapılan saldırı başarısız kalmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman Döneminde İlk Müttefiklik İlişkileri

Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise, Fransa ve Avrupa’daki iç politik gelişmeler Osmanlı-Fransa ilişkilerini derinden etkilemiştir. Fransa tahtındaki I. François ile İspanya tahtındaki -Habsburg hanedanıyla akrabalığı nedeniyle Alman imparatoru olma şansı da bulunan- Şarlken arasındaki liderlik mücadelesinde, Osmanlı Devleti (Kanuni Sultan Süleyman), esir tutulan Fransız Kralı I. François’ya stratejik bir destek vermiştir. Hıristiyan dünyasını İspanya-Almanya ve Fransa arasında ikiye bölmeyi amaçlayan Osmanlı, 1526 yılında Macaristan’a bir sefer düzenlemiştir. Ancak bunu anlayan Şarlken, François’yı serbest bırakmış ve Madrid Anlaşması (1526) ile Fransa’yı yeniden Hıristiyan Avrupa saflarına katmıştır. Ancak François, daha sonra bu anlaşmaya uymamış ve yeniden Kanuni’ye destek vererek, Mohaç Savaşı’nın kazanılmasında Osmanlı’ya fayda sağlamıştır.

I. François ve Kanuni Sultan Süleyman

Bu dönemin en önemli gelişmesi ise, kuşkusuz, Osmanlı’nın Fransa’ya verdiği siyasi desteğin devamında, Fransız tüccarlarına Osmanlı topraklarında çeşitli ekonomik imtiyazlar (kapitülasyonlar) sağlanmasıdır. Dolayısıyla, tarihte Osmanlı (Türkiye) ile Fransa arasındaki ilk müttefiklik dönemi Kanuni Sultan Süleyman devridir denilebilir. Bu sayede, Fransa, Osmanlı’da daimi Büyükelçilik ve Konsolosluk açma hakkı kazanan ilk Hıristiyan devlet olmayı da başarmıştır. Bunun karşılığında, Fransa da Osmanlı’ya her yıl muayyen bir vergi ve Padişah’a hediyeler vermeyi kabul etmiştir. Bu kapitülasyonlar o yıllarda Anadolu’da ticareti canlandırırken, Osmanlı’nın çöküş döneminde devletin aleyhine bir unsur haline gelecektir. Ancak bu anlaşma Kanuni Sultan Süleyman dönemi ile sınırlandırılmış ve her Padişah’a anlaşmayı sürdürüp sürdürmemeye karar verme hakkı tanınmıştır. Ayrıca 1536 yılında İstanbul’a Büyükelçi olarak gelen Kardinal Monluc (Jean de Monluc) de Osmanlı’dan mali yardım almayı (11 trilyon 128 milyar lira değerinde) başaran önemli bir tarihsel figürdür. Fransa’nın Osmanlı ile yakın işbirliği olan bu dönemin olumsuz bir olayı ise, Amiral Andre Doria komutasındaki Cezayir’e yönelik Haçlı Seferi’ne Fransa’nın da destek vermesi nedeniyle Osmanlı donanmasının Toulon limanına girmesi, ancak Fransızların karşılık vermemesi nedeniyle daha sonra geri çekilmesidir. Fransa’nın bu dönemde Osmanlı ile yakın işbirliği yaparken bir yandan da Doria’ya destek vermesi, Eşref Hilmi Açık’a göre bu ülkenin “çift yönlü diplomasi” geleneğinin bir örneğidir. Diğer bir olumsuz gelişme, I. François’nın 1528 yılında Kanuni’ye yazdığı bir mektupta Saint Sepulere Kilisesi’nin camiye çevrilmesinden şikâyetçi olmasıdır. Bu durum, Katolikliğin Fransa açısından o dönemdeki önemine işaret eder. François’nın Kanuni’den ısrarla destek istemesi sonucunda Barbaros Hayrettin Paşa’nın François’nın İspanya ile yaptığı savaşta Fransa’ya yardım etmesi de önemli bir tarihsel olaydır. Ancak bu olayda da, yazara göre Fransa’nın güvenilir bir müttefik olmadığı ortaya çıkmıştır. Zira Fransa, Türk donanması İtalya’da harekât yaparken yerinden kımıldamamış ve Alman İmparatoru ile gizli görüşmeler bile yapmıştır. I. François’nın oğlu II. Henri (Henry) döneminde de bu işbirliği -şüphelere rağmen- devam etmiştir. Kanuni Sultan Süleyman, önceki dönemden edindiği güvensizliğin de etkisiyle, bu dönemde işbirliği konusunda daha ihtiyatlı davranmıştır. 1 Şubat 1553 yılında yapılan anlaşmayla, Fransa, Osmanlı’ya yaptığı yardımlar karşılığı taksitle ödenmek kaydıyla 300.000 altın verecek ve bu para ödeninceye kadar da donanmasını Osmanlı donanmasına rehin bırakacaktır. Anlaşmaya göre, Fransızlar Toscana Denizi’nin dışında Türk donanmasından yardım isterlerse, 150.000 altın daha tazminat verecek ve düşmandan ele geçen gemiler de Türklere ait olacaktır. Bu anlaşma gereği, Turgut Reis Fransa’ya yardım için 1553 yılında 45 gemiyle Napoli-Sicilya sahillerine gelmiş ama olması gereken Fransız kuvvetlerini bulamamıştır.

Genel bir yorum yapmak gerekirse, Kanuni Sultan Süleyman döneminde kurulan tarihteki ilk ciddi Osmanlı (Türk)-Fransız müttefikliği, Fransızlardan kaynaklanan sıkıntılar nedeniyle güven temeli tam oluşmamış bir dostluk ilişkisi halindedir. Ancak bu yıllarda Fransa’da Türk modasının etkili olduğu da bir tarihsel gerçektir; öyle ki, o yıllarda Türklük, Fransız zihin dünyasında zenginlik, güçlülük, güzellik, dürüstlük ve olağanüstülük gibi kavramlarla özdeş hale gelmiştir. O yıllarda Fransa Kraliçesi bile Türk kumaşından elbise diktirmektedir ve hatta Fransa’da hâkim olan Türk menşeli modaya “Turquerie” denmeye başlamıştır. Günümüzde çeşitli siyasi ve ekonomik toplantılarda iki ülke arasındaki tarihsel dostluğa referans bulma konusunda Kanuni Sultan Süleyman döneminin seçilmesinin en temel nedeni işte bu gerekçelerdir.

Kanuni Sonrasında Bozulan İlişkiler

Kanuni’nin oğlu Sultan II. Selim döneminde kapitülasyon anlaşması fiilen ortada kalkınca, Fransız tüccarları mağdur olmaya başlamış ve Fransa Kralı’nın İstanbul’a gönderdiği Claude de Bourg’un temasları neticesinde kapitülasyon anlaşması 1569’da genişletilerek yenilenmiştir. Bu anlaşma ile kapitülasyonların sürekli olması kararlaştırılmış, Fransızlara cizye vergisi vermeme imtiyazı tanınmış ve Fransız bayrağı çekerek Osmanlı sularında ticaret yapabilen ülkelere (Ceneviz, Sicilya, Ankona) İngiltere, Venedik ve İspanya gemileri de eklenmiştir. Sultan II. Selim döneminde yapılan bu anlaşma, kapitülasyonları sürekli hale getirmesi bağlamında önemlidir. Ayrıca bu dönemden itibaren Osmanlı içerisinde İngiliz ve Fransız tüccarlar arasında bir rekabet yaşanmaya başlamıştır. Ancak bu dönemde yapılan üçüncü ve dördüncü kapitülasyon anlaşmalarının da etkisiyle, Fransa, İngiltere’den daha etkili bir hale gelmiş ve Kudüs’e gidecek rahipler üzerinde Fransız himayesi, Fransız elçilerinin eşyalarının gümrük muafiyeti ve Fransız Konsoloslarının Katolik nüfusu himayesi gibi fazladan haklar elde etmiştir.

17. yüzyılda ise, ikili ilişkilerdeki temel parametre Osmanlı’nın güç kaybı olmuştur. Bu dönemde yapılan beşinci kapitülasyon anlaşmasında, Fransızlara Katoliklerin himayesi görevi resmen verilmiş, ayrıca Cezayir korsanlarının Fransızlara verdiği zararı gidermek ve onları cezalandırmak gibi yükümlülükler de Osmanlı tarafınca üstlenilmiştir. Verilen bu imtiyazlar, Fransa’yı siyasi-dini açıdan daha güçlü bir ülke haline getirmiştir. Özellikle Katolik nüfus üzerindeki hak, Fransa’nın Osmanlı’ya karşı kullanabileceği önemli bir diplomatik kart olmuştur. Ayrıca Cezayirli korsanlar konusunda Osmanlı’nın hükümranlık haklarından vazgeçmesi de Fransa’nın ilişkilerde üstün konuma geçmeye başladığının bir göstergesidir.

XIV. Louis

XIII. Louis döneminde (1610-1643) ise, Türk-Fransız ilişkilerinde bir durgunluk gözlemlenmeye başlamıştır. Bu durgunluk, XIV. Louis döneminde daha da belirgin hale gelmiştir. Osmanlı’nın önceki on yıllarda rakipleri olan İspanya-Avusturya İmparatorluğu’na vurduğu darbelerle kıta Avrupa’sında ciddi bir rakibi kalmayan Fransa bu dönemde hızla güçlü bir merkezi krallık haline gelirken, Osmanlı Devleti ise duraklamaya başlamıştır. Böyle bir ortamda, Fransa’nın Osmanlı ile ittifaka ihtiyacı azalırken, önceden bol keseden verilen kapitülasyonlar da devletin aleyhine işlemeye başlamıştır. İşte bu konjonktürde, Fransa’nın Cizvit tarikatına mensup papazlarca Osmanlı’da etkili bir biçimde uyguladığı Katolik propagandası (misyonerlik) ve siyaseti Osmanlı Devleti’ne zarar vermeye başlamıştır. Fransız Büyükelçiliği’nin desteğiyle Osmanlı’da faaliyet gösteren Cizvit tarikatına mensup papazlar, halkın tepkileri neticesinde çeşitli engellemelerle karşılaşsalar da, Fransız Büyükelçisi’nin devreye girmesiyle her seferinde serbest bırakılmışlardır. XIV. Louis devrinde Katolik propagandanın dozu arttırılmış ve bu konu Osmanlı üzerinde bir siyasal şantaj aracına dönüştürülmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti içerisindeki Hıristiyan nüfus da bu konuda istekli davranmış ve Osmanlı’dansa Fransızların himayesini tercih etmişlerdir. Örneğin, Antakya Rum Patriği ve Halep Ermeni Patriği, bu dönemde XIV. Louis’ye mektup göndererek kurtuluşlarının sağlanmasını istemişlerdir. Fransızların Katolikleştirme siyasetinin en başarılı olduğu grup ise Ermeniler olmuştur. Bu yıllarda 30.000 Ermeni Katolikliğe intisap etmiştir. Fransızların Katolik propagandası Suriye ve Lübnan’da da etkili olmuş ve Hıristiyan Marunîler (Maronitler) Fransa’nın nüfuz alanı içerisine girmiştir. Bu dönemin en önemli olayı ise, askeri ve siyasi açıdan iyice güçlenen Fransa’nın Cezayir’e saldırmasıdır. 1665 yılında Fransa’daki XIV. Louis yönetimi, en itibarlı Büyükelçisi olan Denis de La Haye’ı İstanbul’a gönderirken, bir yandan da Osmanlı kuşatması altındaki Girit’e destek vermeyi sürdürmüştür. Osmanlı’nın hareketlerinde serbest bıraktığı Cezayir Beylerbeyliği’nin Fransız gemilerine Akdeniz ve Atlantik’te saldırıları üzerine, Fransa, bu yıllarda Cezayir’e savaş açmış, ancak Cicelli limanına çıkmalarından sonra Cezayir Yeniçeri ağası Şaban Ağa’nın harekete geçmesiyle kısa sürede geri çekilmek zorunda kalmıştır. 1668-1669 yıllarında ise ilişkiler iyice gerilmiştir. Bunun sebebi, Fransa’nın Girit’e destek vermeye devam etmesidir. XIV. Louis’in sürdürdüğü Katolik siyaseti de Osmanlı’yı rahatsız etmiştir. Bu nedenle, Fransa Büyükelçisi La Haye’a yönelik itibar sarsıcı hareketler yapılmıştır. Fransa ise, bu saygısızlıkları sineye çekmiş ve Osmanlı ile ipleri atmaya yanaşmamıştır. Bunun sebebi de büyük ölçüde ekonomik menfaatlerdir. Gelişen süreçte, Osmanlı’nın -Fransa’nın Girit yardımları kesilmediği sürece- ekonomik imtiyazların askıya alınacağını açıklaması sonucunda, Fransa tarafının baskısıyla Osmanlı Devleti bir Padişah emir subayını (müteferrika) bu ülkeye gönderme kararı almıştır. Bu nedenle, Osmanlı’nın 4 Ağustos 1669’da Fransa’ya gönderdiği görevli, bir nevi Osmanlı’nın ilk Büyükelçisi olarak da kabul edilebilir. Nitekim 5 Haziran 1673 yılında altınca kapitülasyon anlaşması imzalanmış ve ilişkiler düzeltilmiştir. Bu anlaşma ile Fransızların imtiyazları daha da genişletilmiş ve Kızıldeniz de Fransız ticaretine açılmıştır. İlerleyen yıllarda, Cezayir donanmasının korsanlık faaliyetlerinin devamı neticesinde, Fransa Kralı XIV. Louis, 26 Haziran 1684’te 41 gemiden oluşan Mareşal D’Estrées (Victor-Marie d’Estrées) komutasındaki donanmasını bu ülkeye göndermiştir. Bu süreçte Cezayir’deki Fransız esirlerin tamamı öldürülmüş ve Türk kıyı bataryalarının da zarar verdiği Fransız donanması geri çekilmek zorunda kalmıştır. Louis, Viyana Kuşatması sırasında da Osmanlı aleyhine bir tavır takınmış ve Avusturya ile savaşı keserek onlara destek olmuştur. Ancak Fransa, bu savaşa aktif olarak katılmamış ve Avusturya ve müttefikleri ile 20 yıllık bir saldırmazlık anlaşması yapmakla yetinmiştir.

Bu yıllarda ilişkiler bozulmaya başlasa da, kültürel etkileşim ve karşılıklı hayranlık devam etmiştir. Örneğin, Fransız yazar Joseph Poncet, Fransa Kralı’na Osmanlı yönetim modelini önermiş ve Osmanlı Sultanı’nın Şeyhülislam karşısındaki konumu gibi, dini yetkileri Papa’nın elinden alarak, bu yetkileri Fransa Kralı’nın bizzat kendisinin kullanmasını tavsiye etmiştir. Osmanlı’da uygulanmayan asaletin Fransa’da kaldırılması da bir diğer tavsiyesidir. Nointel Markizi (Charles Marie François Olier, Marquis de Nointel) de, elçi olarak geldiği Osmanlı’daki zenginlik ve şatafattan etkilenmiştir. Ünlü yazar Voltaire de, bir kitabında Türklerin cesaret, çalışkanlık, azim ve askerlik becerilerini övmüştür. O dönemde Fransa’da Türkler ve Osmanlı ile ilgili herşey merak konusu olmaya devam etmiştir. Örneğin, kahve, Osmanlı’dan Fransa’ya gitmiştir. Hatta ünlü Fransız yazar Molière, “Kibarlık Budalası” (Le Bourgeois Gentilhomme) eserinde bu yoğun ilgiyle dalga geçmiştir.

18. Yüzyıl

Sultan III. Ahmet döneminde, Rusya ve Avusturya’nın baskısıyla, Fransa’nın Osmanlı’daki imtiyazları kısıtlanmaya başlamıştır. Bu durum karşısında Fransa’nın Katolikleştirme siyaseti yavaşlamıştır. İlişkilerdeki soğuma devam etse de, bu yüzyılda da açık düşmanlık çizgisine gelinmemiştir. Bu dönemde, Çelebi Mehmet, Kudüs’te bulunan Saint Sepulere Kilisesi’nin onarımının Fransa’ya verildiğini müjdelemek için Büyükelçi sıfatıyla Fransa’ya gönderilmiştir. Hatta Çelebi Mehmet, somut bir kazanım yaratmasa da, 21 Mart 1721’de Kral XI. Louis tarafından kabul edilmiştir. Ayrıca Osmanlı’nın iki cephede (Rusya ve Avusturya) savaştığı zor dönemde Fransa’nın gayret ve desteği de bu yüzyıldaki önemli bir gelişmedir. Bu sayede Fransa’nın itibarı yeniden yükselmiş ve 1740 yılında kapitülasyonlar yenilenmiştir. Dahası, Fransa, Osmanlı’daki tüm Hıristiyan nüfusun himayesini elde etmiştir. Ancak 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Ortodoks Hıristiyan nüfusun himayesini daha sonra Rusya üstlenmiştir. Bu yüzyılda Fransa’da artan Yunan hayranlığı ise ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Yunanların Müslüman Türklerin yönetiminde olması ve kültürlerinin Fransa’da ilgi görmeye başlaması, bu ülke halkı ve siyasi elitinde Osmanlı’ya yönelik olumsuz duyguları körüklemiştir. Örneğin Montesquieu’nün Türklere yönelik olumsuz bakışında bu hissedilebilir. Hatta 1772 senesinde, Voltaire, Prusya Kralı’na Türkleri Boğazlardan atmak için Rusların yanında harbe girmesini tavsiye etmiştir. Nitekim Voltaire’in Yunan hayranlığı da üst düzeydedir.

Choiseul Gouffier

1784 yılında İstanbul’a gelen Marie-Gabriel-Florent-Auguste Kont Choiseul Gouffier (1752-1817) ise, Krallık döneminin son Büyükelçisi olması ve Doğu dünyasını iyi bilmesi açısından bu noktada ismi zikredilmesi gereken bir kişidir. Büyükelçi Gouffier, Karadeniz’i Fransız gemilerine açmak ve Fransız diplomatik çıkarlarını kuvvetlendirmek için çeşitli çalışmalarda bulunmuştur. Ancak Yunan sempatisi nedeniyle kendisine yönelik bakış çok olumlu olmamıştır. Ayrıca Fransa’nın o yıllardaki Türk-Rus Harbi’nde tarafsız kalması nedeniyle, halk, Fransız Büyükelçi’nin Tarabya’daki evini yakmıştır. Hatta bir ara Beyoğlu’ndaki Büyükelçilik binası bile kuşatılmış ve Fransa’nın itibarı yeniden azalmıştır. Zaten Gouffier’nin de bütün çabası Fransa’nın ticari kayba uğramaması yönünde olmuş ve müttefiklik yönünde büyük bir adım atılamamıştır.

Fransız Devrimi (1789) ve Sonrası

Fransa’da meydana gelen tarihi devrimin önemi ve kapsamını başta anlamakta zorlanan Osmanlı Devleti, bu süreçte iç çalkantılar yaşayan Fransa yerine başka müttefikler aramaya başlamıştır. Bu dönemde İngiltere ve Prusya yeni müttefikler olarak seçilmiş ve Fransa’nın yerini doldurmuştur. Fransız Devrimi’nin özünü teşkil eden sosyal ve hukuki eşitsizlikleri ortadan kaldırma düşüncesi, zamanla Osmanlı’da yaşayan gayrimüslim halklara ve Türklere de sirayet etmiştir. Zaten Fransa Cumhuriyeti’nin ilk elçisi Marie Louis Descorches’un da söylediği gibi, “Türklerde eşitlik hissi gayet kuvvetlidir”. Ancak elçiyle görüşmek konusunda Osmanlı devlet adamları ihtiyatlı davranmıştır; zira henüz hiçbir büyük Avrupa devleti devrim sonrası yeni rejimle resmi olarak görüşmemektedir. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti elçiyle gizli görüşmeler gerçekleştirmiş ve bu görüşmelerde Descorches, Paris’in talimatları doğrultusunda, Osmanlı’nın Rusya’ya karşı bir savaş açması durumunda Fransa’nın kendilerine yardım edeceğini belirtmiştir. Ancak Türklerin isteksiz tavrı karşısında Fransızların ittifak düşüncesi sönmeye başlamıştır. Lakin Fransız ordularının savaşta kazandığı zaferler neticesinde Bab-ı Ali nezdinde Fransa’nın saygınlığı yeniden yükselmiş ve neticede 22 Şubat 1795’te yeni Fransa devleti tanınmıştır. 1796’da kurulan Direktuvar (Directoire) yönetimi döneminde ise, Fransa’nın Türkiye’yi savaşa sokma çabaları yoğunlaştırılmıştır. Bu dönemde yaşanan ilginç bir olay ise, daha sonra imparator olacak Napolyon Bonapart’ın o dönemde Fransa’dan Türkiye’ye gönderilecek mütehassıs subaylardan biri olmak için gönüllü olmasıdır. Ancak tam görevine başlayacakken bir iç isyanı bastırma görevi üstlenen Napolyon, bu görevi başarıyla yerine getirince İç Orduları Başkomutanı olarak atanmış ve Türkiye’ye gelme projesi rafa kaldırılmıştır. Ayrıca 1797 yılında Napolyon’un yaptığı fetihler sonucunda, Dalmaçya kıyılarında Osmanlı ile Fransa ilk defa sınır komşusu olmuşlardır. Osmanlı Devleti, bu durumu endişeyle karşılamıştır; zira Fransız Devrimi’nin isyancı ve milliyetçi fikirlerinin bu bölgedeki Rum ve diğer gayrimüslim nüfus üzerinde etkili olmasından korkmuştur.

Napolyon Bonapart

Bu dönemde Fransa’da ipleri eline alan Napolyon, İngilizlerin Hindistan yolunu kesmek için kritik hamlenin Mısır’ı almak olduğunu düşünmüş ve Akdeniz’i adeta bir Fransız gölü haline getirmek için askeri hamleler yapmıştır. Bonapart, Mısır Seferi öncesinde Türkleri meşgul etmek için Yunan milliyetçiliğini teşvik etmiştir. Nitekim Fransızların 1797’de Yedi Ada’ya çıkışı Rumlarda büyük bir heyecan yaratmış ve Rumlar, Fransızlar sayesinde bağımsızlıklarını kazanmayı başarabileceklerine inanarak, Mora’da hareketlenmeye başlamışlardır. Napolyon’un baskıları neticesinde, Direktuvar yönetimi 1798 yılında kendisine Mısır Seferi için yetki vermiştir. İngiltere de bu durumu fark ederek, donanmasını hemen Akdeniz’e göndermiştir. Fransızların Osmanlı Devleti’ni oyalamaları politikası başarılı olmuş ve İngiliz ve Alman gazetelerini değil de sadece Fransız gazetelerini okuyan Osmanlı elçisi, Mısır Seferi’nin gerçekleşeceğini Bab-ı Ali’ye rapor etmemiştir. Napolyon Bonapart, 19 Mayıs 1798’de 400 gemi ve 40.000 kişilik askeri kuvvetiyle Mısır’a gitmek üzere Toulon limanından yola çıkmıştır. Napolyon, 9 Haziran 1798’de Malta’ya gelmiş ve burayı işgal etmiştir. 6 gün sonra İskenderiye istikametinde yeniden harekete geçmiştir. İngilizlerin uyarılarına karşın, Napolyon hızlı bir şekilde İskenderiye’yi teslim almıştır. Bedevilerin saldırılarına karşın, Bonapart iyi bir taktikle onlarla da anlaşmayı başarmış ve kontrolü sağlamıştır. 3.000 kişilik bir kuvveti İskenderiye’de bırakan Bonapart, daha sonra Kahire’ye doğru yürümeye başlamıştır. Fransa’nın Mısır işgali karşısında İngiltere ve Rusya Osmanlı’ya destek vermiş, Avusturya ise tarafsız kalmıştır. Serasker Murat Bey komutasındaki Memluk süvarileri 13 Temmuz’da Fransızlara saldırmış, ancak asıl muharebe 21 Temmuz’da Kahire civarında yaşanmıştır. Piramitler Muharebesi olarak anılan savaşı Napolyon’un ordusu kazanmış ve 22 Temmuz’da Kahire Fransız kontrolüne geçmiştir. Ancak Amiral Nelson komutasındaki İngiliz kuvvetleri de boş durmamış ve Abukir’deki Fransız gemilerini batırmış ve askerleri esir almıştır. İngilizlerin bu başarısından cesaret alan Sultan III. Selim, 2 Eylül 1798’de Fransa’ya savaş ilan etmiş ve Fransa elçisi tutuklanarak Yedikule’ye hapsedilmiştir. Napolyon’un hamleleri karşısında, Osmanlı, Rusya, İngiltere ve Napoli Krallığı arasında yeni bir koalisyon ortaya çıkmıştır. Müşterek donanma kısa sürede Yedi Ada’yı ele geçirmiş ve burası Osmanlı himayesine bırakılmıştır. Ancak Ruslar da burada askerlerini bulundurmaya devam etmiş ve ilerleyen yıllarda bu mesele Türk-Rus ilişkilerinde sorun yaratmıştır. Ordusuyla Suriye’ye doğru ilerleyen Napolyon ise, Akka’da büyük bir yenilgiye uğramış ve Kahire’ye dönerek burada Osmanlı ordusunu mağlup etmiştir. Ancak Avusturya’ya İtalya’da yenildiklerinin haberini alan Napolyon Fransa’ya dönünce, Mısır’daki komutayı General Jean-Baptiste Kléber devralmış ve İngiliz ve Osmanlı ordularının büyük saldırıları sonucunda Fransız ordusu  sonuçta Mısır’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.

18. Yüzyılda Kültürel İlişkiler

Fransa’da 18. yüzyılda modernleşmeyle birlikte meydana gelen kültürel hayattaki gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni de yakından etkilemiştir. Örneğin, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Kâğıthane’de Fransız mimarisini örnek alan birçok köşk ve konak yaptırmış ve kısa sürede bu durum tüm Osmanlı elitlerinde bir Fransız öykünmeciliğine yol açmıştır. Türkiye’deki ilk matbaa da 13 Ağustos 1790’da Fransız elçiliğinde kurulmuş ve bu matbaada Fransızlara hitap etmek amacıyla Fransızca bir gazete yayımlanmıştır. Fransızların matbaa teknolojisini Mısırlılar da kullanmış ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, İskenderiye’de Fransızlardan kalan matbaayı geliştirerek, “Bulak” isminde bir yayınevi kurmuştur. Bu devirde Batı müziğine de Osmanlı ve İslam dünyasında büyük bir ilgi başlamıştır. Daha çok seçkin zümre ile sınırlı kalan bu ilgi, Padişah’ın erkânından birini Avrupa’ya müzik tahsili için göndermesi, Fransa’dan çeşitli müzik aletleri ve kitaplarının getirtilmesi gibi sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca hububat alanında yoğunlaşan ticari ilişkiler de siyasi rekabete rağmen artarak devam etmiştir.

18. Yüzyılda Askeri İlişkiler

18. asırda Avrupa’da askerlik sanatında önemli gelişmeler yaşanmış ve yeni silahların da keşfedilmesiyle, askeri taktik ve stratejilerde büyük değişiklikler görülmüştür. Bu nedenle, Osmanlı Devleti de Avrupa’daki teknik gelişmeleri takip etmek ve buna uyum sağlayabilmek için yeni okul ve kurslar açmaya gayret etmiştir. 1716 yılında Rochfort adlı bir Fransız subayı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya bir rapor takdim etmiş ve Osmanlı’ya yabancı uzman subay getirme projesini ilk kez teklif etmiştir. Gerçek ismi Comte de Bonneval olan ve sonradan Osmanlı tabiiyetine geçen Fransız asker Humbaracı Ahmet Paşa’nın ıslahat hareketleri de Fransız etkisiyle gerçekleşmiştir. Avusturya ordusunda tümgeneralliğe kadar yükselen ve sonradan Bosna’da Müslüman olarak Osmanlı hizmetine giren Ahmet Paşa’nın çabalarıyla, Humbarahane ve Hendesehane adıyla Osmanlı’daki Avrupa standartlarında ilk askeri okul bu dönemde açılmıştır. Ayrıca Fransa’ya elçi olarak atanan Sait Paşa, 1742’de İstanbul’a dönerken, bu okulda ders vermeleri için 22 Fransız topçusunu da beraberinde getirmiştir. Ancak humbarahane ocağındakilerin aylıklarının düzenli verilmemesini gerekçe göstererek ayaklanmaları sonrasında Ahmet Paşa gözden düşmüş ve Kastamonu’ya sürülmüştür.

Humbaracı Ahmet Paşa

Humbaracı Ahmet Paşa dışında Osmanlı hizmetine giren bir diğer Fransız da Baron de Tott’dur. Macar kökenli aristokrat bir Fransız subayı olan François Baron de Tott, 1773 yılında Hasköy semtinde deniz subayı yetiştirmek için Mühendishane-i Bahri okulunu açmıştır. 1782 yılında ise Tophane’de “Sürat Topçuları” adıyla 2.000 kişilik yeni bir topçu sınıfı kurmuştur. Aynı zamanda, Tott, yeni dökümhaneler yaptırmış ve Boğaziçi’nin tahkimatı ile uğraşmıştır. Tott, 1768-1774 Türk-Rus Savaşı’nda Rusların İstanbul’u tehdit etmesi üzerine boğazın tahkimi için görevlendirilmiş ve Rusların püskürtülmesinde faydalı hizmet yapmıştır. I. Abdülhamit döneminde Sadrazam Halil Hamit Paşa, Tott’un Hasköy’deki okuluna yeni bir düzen vermiş ve Türk-Fransız ustalarca bu dönemde yeni toplar döktürülmüştür. Hatta Halil Hamit Paşa, 1784 yılında Fransa’dan yeni uzmanlar getirtmiş ve bunları öğretmen yapmış, ancak Rusya ve Avusturya’nın itirazları nedeniyle bu uzmanlar daha sonra ülkelerine dönmüşlerdir.

Baron de Tott

Sultan III. Selim döneminde orduda yenileşme gerçekleştirmek düşüncesi hız kazanmıştır. Bu dönemde birçok askeri eser Türkçe’ye çevrilmiş ve Fransa ve İsveç gibi ülkelerden askeri uzmanlar getirtilmiştir. III. Selim, 24 Şubat 1793 yılında Nizam-ı Cedid ordusunu kurmuştur. Bu ordunun oluşturulmasında Fransız subay ve uzmanların etkisi yoğundur. Ancak daha sonra Napolyon’un Mısır Seferi nedeniyle ilişkiler bozulunca, bu subay ve uzman kadrosu Türkiye’den çekilmiş ve modernleşme girişimleri sekteye uğramıştır. 18. yüzyılda iki ülke arasında askeri, siyasi ve kültürel ilişkiler üst düzeyde devam etmesine karşın, özellikle Fransız Devrimi sonrasında Napolyon döneminde çıkarlar farklılaşmaya başlamıştır. Hatta iki ülke, geçmişteki müttefiklik ilişkilerinden çıkarak savaş durumuna bile girmişlerdir. Bu savaşları Fransa kazanırken, Osmanlı ise Fransa karşısında İngiltere ve Rusya açılımları ile ayakta kalmayı başarabilmiştir. Bu yüzyılda Fransa’da Osmanlı’nın dağılacağı anlayışı oluşmaya başlarken, ayrıca Fransız Devrimi idealleri doğrultusunda özellikle gayrimüslim halklara destek verme politikası da aktif şekilde uygulamaya sokulmuştur. Ancak İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı üzerinde çok güçlü olmasını istemeyen Fransa, bu devletlere karşı zaman zaman Osmanlı’ya yakınlık göstermeye devam etmiştir. Bu nedenle, müttefiklik ilişkisinden rekabet temelinde bir ilişki biçimine geçilse de, bu yüzyılda kalıcı bir düşmanlıktan ziyade, daha çok farklılaşan çıkarların getirdiği politika zıtlaşmaları olduğu söylenebilir.

19. Yüzyıl

Napolyon’un Mısır Seferi nedeniyle bozulan ilişkileri düzeltmek amacıyla, Fransa, 1805 yılı Ocak ayında İstanbul’a yeni elçisini göndermiştir. Osmanlı da 1806 yılında Muhip Efendi’yi Fransa’ya elçi olarak göndermiştir. Fransa, 1806 yılında İstanbul’a daimi Büyükelçi olarak Napolyon’un çok güvendiği Fransız subay, diplomat ve siyasetçi General Horace Sébastiani’yi (Horace François Bastien Sébastiani de La Porta) atamıştır. Sébastiani, Napolyon’un direktifleri doğrultusunda 1805 anlaşmasıyla Rusları Boğazlarda diğer devletlere göre çok avantajlı konuma geçiren Türk-Rus ittifakını bozmak için Osmanlı’ya teklifte bulunmuştur. Sırbistan ve Karadağ’daki isyanların bastırılmasında Fransız desteği, Osmanlı ordusunun modernize edilmesi, Osmanlı’nın güçlendirilerek Rus baskısından kurtarılması, Kırım’ın Osmanlı’ya geri verilmesi ve Dalmaçya’daki Fransız nüfuzunun Balkanlar’daki Osmanlı otoritesinin pekiştirilmesi için kullanılması gibi cazip öneriler sunan bu teklifi Osmanlı Devleti henüz değerlendirme halindeyken, Rusya, 16 Ekim 1806’da savaş ilan etmiştir. Bu sırada İngilizler devreye girmiş ve savaşı durdurmak için bazı şartlar öne sürerek, Amiral John Duckworth komutasındaki donanmasını İstanbul’a göndermiştir. Ancak İngilizlerin şartları Osmanlı tarafından kabul edilmemiş ve savaş genişlemiştir. Bu süreçten en memnun olan ülke ise doğal olarak Fransa’dır ve bu sayede iki ülke arasında bir arabulucu rolü üstlenmiştir. Nitekim Fransa’nın girişimleriyle bu savaş 1807’de sonuçlandırılmıştır.

Horace Sébastiani

Bu dönemin ardından Osmanlı’nın hızla Fransa’ya yanaştığını fark eden İngiltere’nin diplomasi atağı gelmiştir. Fransa ile Rusya’nın Eflak-Boğdan’ın Rusya’ya bırakılması konusunda anlaşması da Osmanlı’nın yeniden İngiltere ile sıcak ilişkilere yönelmesinde etkili olmuştur. 5 Ocak 1809 tarihli Çanakkale Anlaşması ile, İngiltere, Fransa’nın Osmanlı’yı tehdit etmesi durumunda savaş araç ve gereçleri ile Osmanlı’yı destekleme taahhüdünde bulunmuştur. Ancak Rus-Fransız anlaşması da uzun sürmemiş ve İngiltere Rusya ile de yakın ilişkiler kurmaya başlamıştır. Bu durumda Fransa yüzünü yeniden Osmanlı’ya dönmüş ve Sultan II. Mahmut’a 1806’da vaat ettiklerini tekrar teklif etmiş ve Rusya’ya karşı bir ittifak projesi sunmuştur. Ancak İstanbul tarafından Fransız tekliflerine olumsuz yaklaşılmıştır. Napolyon’un Rusya’ya savaş açması sonrasında ise, Osmanlı, Rusya ile 1812 Bükreş Anlaşması’nı imzalamış ve Rusya’nın savaşta avantajlı bir konuma geçmesine yardımcı olmuştur.

19. yüzyılda ilişkilerde sorun yaratan temel gelişme, Fransa’nın Fransız idealleri olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temaları etrafında Osmanlı tebaasına yönelik propaganda faaliyetleridir. Napolyon Bonapart, bu idealleri çok etkili bir biçimde özellikle Yunan nüfus üzerinde kullanmıştır. Örneğin Mora’da ve Yedi Ada’daki propaganda faaliyetleri çok etkili olmuş ve Osmanlı’ya büyük zarar vermiştir. Ayrıca Arnavutlar üzerinde de Fransız propagandası kısmen başarılı olmuştur. Nitekim Yunan İsyanı’nı başlatıp geliştiren Etnik-i Eterya Cemiyeti 1814’te Fransa’da faaliyete başlamıştır. Felsefenin kaynağı olan Antik Yunan medeniyetine Fransız entelektüellerince duyulan hayranlık da Fransızların Yunanlıların lehine pozisyon almasında etkili olmuştur. Öyle ki, o yıllarda Paris’teki Paris Yunan Komitesi’ne dönemin en seçkin Fransız düşünür, yazar, şair, asker ve politikacıları üyedir. 1821 Mora İsyanı’na Fransa başta destek verdiyse de, İngiltere ve Avusturya’nın bağımsız Yunan devletine karşı olmaları sebebiyle herhangi bir teşebbüste bulunmamıştır. İsyanın bastırılamaması üzerine Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1826’da Mora’ya gelmiş ve isyanı bastırmaya başlamıştır. Bunun üzerine, Fransızlar Yunanlılara destek vermeye başlamıştır. Rusya ise en baştan beri Yunanlıları desteklemektedir. Fransa, aslında Rus desteğiyle kurulacak bir Yunanistan’ın tamamen Rusya kontrolüne gireceği endişesiyle bu isyanı destekleme kararı almıştır. Zamanla İngiltere de Yunanlıları tamamen Rus ve Fransızlara kaptırma korkusuyla harekete geçmiş ve bağımsız devlet fikrine sıcak bakmaya başlamıştır. 4 Nisan 1827’deki Petersburg Protokolü ile Yunanistan Osmanlı’ya bağlı bir muhtar devlet haline gelmiş ve Türkler Yunanistan’dan çıkarılmıştır. Osmanlı’nın buna karşı çıkması üzerine, Osmanlı donanması Navarin önlerinde Rus, İngiliz ve Fransız kuvvetlerince yakılmıştır. Hatta Rusya, bu fırsattan istifade ederek Osmanlı’ya savaş da açmıştır. Bu şekilde Fransa da Yunan İsyanı’nın başarılı olmasında son derece etkili olmuştur. Ayrıca yine aynı dönemde, Fransa, Cezayir’i de Osmanlı’nın elinden almıştır. 1847’de Cezayir tamamen Fransız kontrolüne geçmiştir. Osmanlı’nın 1831’de yayınladığı notaya ise Fransa cevap verme zahmetinde bile bulunmamıştır. Bu dönemin bir diğer önemli gelişmesi ise kuşkusuz Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanıdır. Fransa’nın da destek verdiği Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, ülkesinde yaptığı reformlar nedeniyle Fransa’da takdir toplamıştır. Ayrıca Fransa, Mısır ve Suriye’de Osmanlı’dansa Mehmet Ali’nin hüküm sürmesini istemiştir. Hatta Fransa Kralı Louis-Philippe, Mehmet Ali Paşa’yı Kütahya’daki başarısı için bizzat kutlamıştır. Zor durumda kalan II. Mahmut, isyanı bastırmak için Rus desteğini kabul etmiş ve bu nedenle İngiltere ve Fransa da sorunu çözmek için devreye girmişlerdir. Mısır Valisi’nin yaptıklarını bir türlü kabullenemeyen Sultan II. Mahmut’un ordusu, 23 Haziran 1839’da Mısır kuvvetleri karşısında büyük bir hezimete uğramıştır. Nizip Savaşı sonucunda Mısır resmen Mehmet Ali Paşa’nın kontrolüne geçmiş ve Osmanlı etkisi kırılmıştır. Ayrıca Boğazlardan savaş geçmemesi yönünde de 1841’de uluslararası bir anlaşma yapılmıştır.

III. Napolyon

Bu asırdaki bir diğer ilginç mesele, I. François döneminde Fransızlara verilen Katolik kutsal mekânlara ait imtiyazların 19. yüzyılda Fransa tarafından özellikle Kudüs’te siyasi bir unsur olarak kullanılmaya başlanmasıdır. Nitekim bu asırda, Kudüs, Fransız ve Rumların mücadele alanı haline gelmiştir. Fransızların Libya’daki çalışmaları ise, Osmanlı’nın başarılı karşı hamleleri neticesinde başarısız kalmıştır. Buna karşın, Fransa, 1856 Paris Barış Konferansı ve Antlaşması ile Rusya karşısında istediği birçok şeyi elde etmeyi başarmıştır. Bu dönemde prestiji yükselen III. Napolyon, Islahat Fermanı sonrasında oluşan konjonktürü de kullanarak, sık sık Osmanlı’nın iç işlerine karışmaya başlamıştır. Bu noktada özellikle bağımsızlıkçı hareketlere ve başta Katolik olmak üzere gayrimüslim nüfusa verilen destek dikkat çekicidir. Nitekim bu çalışmaların ilk somut ürünü, 1858’de Eflak ve Boğdan’ın birleştirilmesiyle Romanya devletinin kurulması olmuştur. Ayrıca Fransa, Katoliklerin hamisi olarak, Lübnan’da Dürziler ve Marunîler (Maronitler) arasında yaşanan çatışmada da hakem rolüne soyunmuş ve bu bölgeye müdahale etmiştir. İngiltere’nin Protestanlaştırma siyaseti yürüttükleri Dürziler, Katolik Maronitler ve Ortodokslar arasında bu dönemde Lübnan’da çatışmalar yaşanmıştır. Lübnan’a müdahale etme kararı alan Fransa, İngiltere’nin çekinceleri nedeniyle bu operasyonunu sadece Hıristiyan nüfusu korumak için yaptığını açıklamak zorunda kalmış ve İngiltere ve diğer devletlerin de bölgeye asker göndermesine razı olmuştur. Fransız çıkarması ardından, 1861 Lübnan Beyannamesi ile bu ülkede yeni bir yönetim sistemi kararlaştırılmıştır. Fransız birlikleri Lübnan’dan çekilseler de, bu süreç de Osmanlı’nın zayıflamasına ve itibar kaybetmesine neden olmuştur. Girit konusunda da Fransa’nın tavrı diğer büyük devletler gibi Osmanlı’nın aleyhine olmuştur.

Bu dönemde Fransız dış politik algılaması ve özellikle III. Napolyon’un temel düşüncesi, Balkanlar’da bağımsızlık isteyen Ortodoks halkları güçlü bir şekilde desteklemek ve bu sayede bu halkların tamamen Rusya’nın etki sahasına girmelerini önlemektir. Zira bu dönemde Rusya’nın temel gücü Panslavizm politikasından kaynaklanmaktadır ve Ortodoks inancı nedeniyle de Rusların elinde önemli bir avantaj bulunmaktadır. Fransa ise, bu din ve ırk temelli politika karşısında Fransız Devrimi’nin dünyaya yaydığı seküler milliyetçilik kartıyla karşılık vermiştir. Ancak her iki politika da sonuçta Osmanlı Devleti’ne zarar vermektedir. 1869 yılında Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps’in isteği doğrultusunda açılan Süveyş Kanalı ve 1881 Tunus işgali de bu dönem Fransız dış politikası açısından hatırlanması gereken olaylardır. Sevr Antlaşması’na kadar, Osmanlı, Fransızların Tunus işgalini tanımamıştır. Ancak Sevr sonrasında bu ülkedeki Fransız himayesi kabullenilmiştir. Lozan Antlaşması’ndan sonra da durum bu şekilde devam etmiştir. 19. yüzyıl Fransız dış politikasının en temel meselelerinden birisi de İngiltere ile rekabettir. Mısır başta olmak üzere, birçok ülke ve bölgede bu iki bölge birbirleriyle rekabet etmiş ve kıyasıya mücadele içerisine girmişlerdir. Süveyş Kanalı ile başlarda Mısır’da Fransa avantajlı konuma geçmesine rağmen, İngiltere 1882’de Mısır’ı işgal ederek bu ülkede hakimiyeti sağlamıştır. Osmanlı’nın Fransa’yı İngilizlere karşı kışkırtma girişimlerine karşın, bu dönemde herhangi bir askeri müdahaleye dahil olmayan Fransa, Mısır’ın tamamen İngiliz kontrolüne geçmesine engel olamamış ve sonrasında da bir askeri harekât düzenlemeye cesaret edememiştir.

19. yüzyılda Fransa’nın Ermeni ve Rum (Yunan) siyaseti de daha belirgin hale gelmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin tamamen rekabet temelinde şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Osmanlı’da en sadık millet olarak bilinen ve örf ve gelenek olarak Türklere çok yakın olan Ermenileri kışkırtmak için Fransa, İngiltere ve Rusya arasında adeta bir yarış başlamıştır. Her üç devlet de, kendi yaygın mezhep kimliğini kullanarak Ermenileri yanlarına çekmeye çalışmışlardır. Ruslar Ortodoksluğu, Fransızlar Katolikliği, İngilizler ise Protestanlığı kullanarak Ermenileri Osmanlı’ya karşı kışkırtmış ve özellikle İngiliz siyaseti bu dönemde etkili olmuştur. Örneğin 1895 Ermeni ayaklanması, Rusya’ya set olması için bağımsız bir Ermenistan’ın kurulmasını öngören bir İngiliz projesidir ve bu nedenle Fransa tarafından desteklenmemiştir. Ancak Fransız hükümetinin bu tavrına karşın, Fransız halkı ve entelektüelleri, romantik milliyetçilik-özgürlük idealleri ve Hıristiyanlık etkisiyle Ermenileri desteklemeye devam etmişlerdir. 19. yüzyıl sonlarında ise, İngiltere-Rusya-Fransa arasındaki çekişmeye Prusya (Almanya) da dâhil olmaya başlamıştır. Fransa’nın Osmanlı üzerindeki yoğun etkisi ve ticaret imtiyazlarından mağdur olan Almanlar (1898’de açık rekabet temelinde ilişkiler varken bile Osmanlı borçlarının yarısını Fransa’dan almaktadır ve Osmanlı Bankası’nın denetimi Fransızlardadır. Ayrıca ilk demiryolu kurma izni de Fransızlara verilmiştir.), Bağdat demiryolu hattı gibi bazı projelerde Fransızlarla işbirliğine yönelmişlerdir. Ancak İngiliz ve Rus tepkisi üzerine, bu projeyi daha sonra Almanya tek başına üstlenmiştir. Bu dönemde Osmanlı’nın çok kötü ekonomi tablosu siyasetini de olumsuz etkilemiştir. Örneğin, Tubini ve Loranda isimli Fransız bankerlere borçlanan Osmanlı Devleti, 1901’de Fransız donanmasının Midilli’ye gelerek gümrüklere el koyması karşısında çaresiz kalmıştır. Fransa, bu borçlar nedeniyle Fransız himayesinde tüm okul, hastane ve dini kuruluşların kanuni varlıklarının resmen tanınması, bu kuruluşların tamir ve onarımlarına izin verilmesi ve Filistin’de bir Keldani Patrikliği’nin kurulması gibi taleplerini bu borçlar karşılığında Osmanlı’ya kabul ettirmiştir. Sultan Abdülaziz’in 46 günlük Avrupa turu kapsamında Fransa’yı ziyaret etmesi ve Paris’te açılan bir sergiyi gezerek İmparator III. Napolyon’la görüşmesi ise, bu dönemin en önemli ve olumlu siyasi gelişmelerinden biri olarak tarihe not düşülmelidir.

19. Yüzyılda Kültürel İlişkiler

Siyasi olarak ilişkiler 19. yüzyılda artık tamamen rekabet-düşmanlık temelinde oluşmaya başladıysa da, iki ülke arasındaki kültürel ilişkiler iyi seyretmeye devam etmiştir. Osmanlı devlet adamları, bu dönemde ilk kez Avrupa’dan geride kaldıkları düşüncesine kapılmış ve bu nedenle Avrupa ile kültürel münasebetleri arttırmak ve oradaki gelişmeleri gözlemleyerek, bunları Osmanlı’ya uyarlamak amacında olmuşlardır. Nitekim Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “Osmanlı’nın en uzun yüzyılı” olarak nitelendirdiği 19. asır, aynı zamanda Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve Birinci Meşruiyet gibi en kapsamlı reform girişimlerinin yaşandığı çağdır. Bu yapılan reformlarda örnek alınan temel ülke ise Fransa olmuştur. Dolayısıyla, 19. yüzyıl ve sonrasında Cumhuriyet’in ilk yılları, Fransa’nın Türkiye’de en popüler olduğu dönemdir. Fransa’dan bu dönemde 1858’de Ceza Kanunu, 1860’da Ticaret Kanunu, 1861’de Usulü Muhakemeyi Ticaret Nizamnamesi, 1863’de Deniz Ticaret Kanunu, 1879’da Ceza Mahkemeleri Kanunu ve 1880’de Hukuk Mahkemeleri Usulü Kanunu alınmıştır. 1820 yılında devlet dairelerinde çalışan memurlara Fransızca bilme zorunluluğu getirilmiş ve bunun için özel kurslar açılmıştır. Harbiye ve Tıbbiye mektepleri de Fransız eğitim sistemine uygun olarak açılmıştır. Osmanlı’daki ilk fotoğrafçıyı da bir Fransız girişimci açmıştır. 1860’dan itibaren maliye idaresinde de Fransız usulü benimsenmiştir. 1859’da Paris’te Mekteb-i Osmani’nin açılması da önemli bir gelişmedir. Ancak bu okul 1874’te kapanmıştır. 1 Eylül 1868’de ise, Fransızca eğitim yapan ilk eğitim kurumu olarak Beyoğlu’nda meşhur Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultani) açılmıştır. Askeri alanda bile birçok konuda Fransa model ülke olarak seçilmiştir. Bu asırda Batı klasik müziği de Saray’a girmiş ve Fransız tiyatro oyunları uyarlanarak sahnelenmeye başlanmıştır.

20. Yüzyıl Başları

20. yüzyıl başındaki en önemli jeopolitik gelişme, Almanya’nın artık yeni bir büyük güç olarak dünya siyaset sahnesinde öne çıkmasıdır. Bu dönemde İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilir hale gelen Almanya nedeniyle, Osmanlı’nın Fransa-İngiltere-Rusya üçlüsü arasında sürdürdüğü denge siyaseti değişime uğramıştır. Almanya’nın sömürge ve hammadde arayışı içinde olması, bu ülkeyi atak ve savaşçı hale getirmiştir. Çökmekte olan Osmanlı ise, zamanla bu ülkeyi adeta kendisine kurtarıcı olarak görmeye başlamıştır. Almanya’nın güçlenmesinden rahatsız olan İngiltere ve Fransa, ilk kez 8 Nisan 1904’te Londra’da bir anlaşmayla işbirliğine yönelmişlerdir. Daha sonra kendilerine 1907 yılında Rusya da katılmıştır. İtalya ve Avusturya-Macaristan gibi ülkelerse Almanya’ya yakın durmuşlardır. Başlarda Osmanlı Devleti iki blok arasında tarafsız kalsa da, İngiliz, Fransız ve Rusların kendisi aleyhindeki politikaları nedeniyle, Osmanlı’nın zamanla diğer bloğa yanaşması kaçınılmaz hale gelmiştir. Örneğin Fransa, bu dönemde Osmanlı’yı yanına çekmek için politika uygulamak yerine, Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanları desteklemiş ve Balkan Savaşları döneminde de Osmanlı aleyhinde pozisyon almıştır. Barış görüşmelerinde de Türk ve Müslüman nüfusun aleyhinde tavır alan Fransa ve İngiltere karşısında, Osmanlı Devleti adım adım diğer bloğa ve Almanya ile müttefikliğe doğru sürüklenmiştir. Özellikle askeri alanda, Osmanlı üzerindeki Alman nüfuzu her geçen gün artmıştır. Buna karşın, maliye yönetimi konusunda Fransız, donanmanın ıslahı konusunda İngiliz ve jandarmanın ıslahı konusunda İtalyan etkisi devam etmiştir. Neticede 2 Ağustos 1914 tarihinde Türk-Alman İttifak Anlaşması imzalanmıştır. Dolayısıyla, 20. yüzyıl başlarında iki devlet açık düşman konumuna gelmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-Fransız çarpışmasının ilk yaşandığı yer Çanakkale olmuştur. Fransızlar, Çanakkale Savaşı’na 400 subay ve 18.000 askerle katılmışlardır. Temelde bir İngiliz operasyonu olmasına karşın, Fransızlar da bu cephede yer almış ve büyük bir hezimete uğramışlardır. İngiltere, Rusya ve Fransa arasındaki Osmanlı’yı paylaşma müzakereleri neticesinde, Fransa’ya Suriye ve Lübnan bölgeleri verilmiştir. Ayrıca savaşın kazanılması neticesinde Mondros ve Sevr Antlaşmaları ile Osmanlı işgal edilince, Fransızlar Kilikya bölgesini (Sivas, Elazığ, Maraş, Mardin ve Antep) işgal etmişlerdir. Bu dönemde Fransızların Ruslar ve İngilizlerle birlikte Ermenileri kışkırtma siyaseti de sürmüştür. Bu nedenle, 1915 yılında zorunlu göç (tehcir) kararı alınmış ve bu kararın uygulanmasında büyük insani trajediler yaşanmıştır. Ancak Fransa ile İngiltere’nin müttefik olmalarına karşın iç rekabetlerini sürdürmeleri ve Fransızların paylaşımdan memnun olmaması, Anadolu’da Milli Mücadele’nin başarılı olmasında etkili olmuştur. Prof. Dr. Emre Kongar’ın önemli bir tespiti, Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük karizması ve akılcılığı sayesinde bu dönemde Fransızların çekimserliğini sağlayabilmesi ve onlarla savaşmadan topraklarını geri alabilmesidir. Nitekim 20 Ekim 1921’de iki ülke arasında (Ankara hükümeti) imzalanan Ankara Antlaşması sonucunda savaş hali sona erdirilmiş ve işgal kalkmıştır. İngiltere, bu anlaşmaya büyük tepki göstermiş ve Fransa’yı ihanetle suçlamıştır. Fransızların ardından İtalyanların da çekilmesiyle birlikte, İngilizler ve Yunanlar Türk direnişi karşısında zor durumda kalmışlardır. Ancak iki ülke arasındaki bu sıcak rüzgârlara rağmen, Lozan Antlaşması sürecinde Türk-Fransız çekişmesi kısmen devam etmiştir. Özellikle borçların ödenmesi konusunda Fransızlar sorun yaratmaya devam etmiş; ancak ikinci Lozan görüşmelerinde bu konuda bir komisyon kurulması kararlaştırılmıştır.

Sevr Antlaşması’ndan sonra Anadolu’nun işgali

Lozan Antlaşması ile iki ülke arasındaki tüm sorunlar çözülmüştür de denilemez. Öncelikle Suriye sınırı konusunda anlaşmazlık bir süre devam etmiştir. Ancak 18 Şubat 1826’daki Dostluk ve İyi Komşuluk anlaşmasıyla sınır sorunu halledilebilmiştir. Bir diğer mesele, Türkiye’de faaliyet gösteren Fransız misyoner okullarının durumudur. Türk hükümeti, bu okullarda Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenlerce okutulmasını diretince, Papalık ve Fransa devreye girmiş ve bu durumu protesto etmiştir. Ancak Türkiye’nin kararlı tavrı karşısında, Fransa daha ileri gidememiştir. Borçlar konusunda ise anlaşma ancak 13 Haziran 1928’de imzalanan sözleşmeyle çözümlenebilmiştir. 1929 Büyük Buhranı’nın etkisiyle Türkiye borçları ödemekte zorlanınca, 22 Nisan 1933’te yeni bir borç sözleşmesi imzalanmıştır. Ayrıca kimi yazarlara göre 1937 Dersim İsyanı’nda da Fransa’nın rolü vardır. Bu isyanda Fransız silah ve mühimmatları kullanılmış ve Suriye Hoybun Cemiyeti’nde özel olarak yetiştirilmiş Fransız sempatizanı Kürt ve Ermeniler rol almıştır. Bu konu, bazı tarihçilerce Fransa’nın Türkiye’nin aktif Hatay politikasına cevabı olarak da değerlendirilmiştir. Hatay meselesinde ise çözüme ancak 1939’da varılmış ve Hatay Türkiye’ye bağlanmıştır. Ancak bu noktaya gelinmesi öncesinde son derece gergin ve riskli süreçlerden geçilmiş ve Türkiye Hatay sınırına 30.000 asker yığınak yapmak ve Fransa’ya gözdağı vermek zorunda kalmıştır. Bu olayların dışında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kültürel ilişkiler olumlu düzeyde devam etmiş ve Fransa’nın model ülke konumu sürmüştür.

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında ise Türkiye’de çok önemli dönüşümler yaşanmıştır. Her ne kadar Osmanlı’dan gelen alışkanlıkla Türkiye’nin Avrupa (Batı) yönelimi devam etse de, yeni müttefik ABD ile kurulan sıcak ilişkiler ve Sovyet Rusya tehdidi nedeniyle Fransa’nın konumu daha arka plana itilmiştir. Nitekim Türkiye’nin siyasi ve kültürel hayatında 1950’lerden itibaren Amerikan nüfuzu çok baskın hale gelmiştir. Fransa ile ilişkiler ise, daha ziyade ekonomik konularda ve herhangi bir ciddi siyasal sorun yaşanmadan devam etmiştir. Ancak 1970’lerden itibaren bu dostluk havası yine çeşitli sebeplerle bozulmaya başlamıştır. Bu dönemde ortaya çıkan en huzur bozucu gelişme, Ermeni terör örgütü ASALA’nın yaptığı ve Türk diplomatlarını hedef alan eylemler ve Fransa’nın bu konudaki tepkisizliğidir. Fransızların Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin doğusunda bağımsız bir devlet kurma sözü verdiği Ermenilerle olan yakın ilişkileri bilinen bir gerçektir. Fransa’nın çok sayıda Ermeni kökenli vatandaşı bulunmakta ve bu kişiler Fransız entelektüel, siyasi, ekonomik ve kültürel hayatına önemli katkılar yapmaktadır. Ermenilerin 1915 dönemi ve sonrasında maruz kaldıkları talihsiz olaylar da bilinen bir gerçektir. Ancak günümüzde bu düşmanlığı sürdürmenin ve terör eylemleri karşısında kayıtsız kalmanın bir bahanesi olamaz. Lakin Ermenilerin Fransa’da 1975 yılında Ermeni Davasını Sonuna Kadar Savunma Komitesi’nin kurulması sonrasında, bu ülkedeki Ermeni yanlılığı dayanılmaz bir noktaya gelmiştir. Bu dönemde Ermeni terör eylemleri karşısında kayıtsız kalan Paris’e tepki olarak, Türkiye, Fransa Büyükelçisini merkeze dahi çekmiştir. Nitekim birkaç sene içerisinde Fransa da hatasını anlamış ve özellikle Orly Havalimanı’nda ASALA’nın yaptığı katliam sonrasında (Orly Katliamı) Ermeni terör faaliyetlerine karşı cephe almıştır. Ayrıca Fransa’nın Kürt Sorunu konusundaki politikaları ve yine Kıbrıs Sorunu’nda Rum yönetimine sağladığı destek de ikili ilişkileri germiştir. Hatta 1983 yılında, Fransa, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na şikayet eden 5 Avrupalı ülkeden birisi olmuştur.

Orly Katliamı

Dolayısıyla, iki ülke arasındaki ilişkiler 1980-1986 döneminde İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en olumsuz dönemini yaşamıştır. Jacques Chirac’ın Başbakan olduğu 1986 yılından itibarense, ilişkiler hızla düzelme yoluna girmiştir. Chirac, zaten seçilmeden önce de ilişkileri düzeltmek amacında olduğunu belirtmiştir. 1986 yılında Fransız Savunma Bakanı ve bir grup işadamı Türkiye’yi ziyaret etmiş ve iki ülke arasında Karma İş Konseyi Kültür Komisyonu ve Bilimsel ve Teknik İşbirliği Komisyonları’nın toplanması sağlanmıştır. 17-18 Şubat’ta Türk Dış İşleri Bakanı Fransa’yı ziyaret etmiş ve ilişkilerde yumuşama daha da belirgin hale gelmiştir. 1987 yılında Fransa Dış Ticaret Bakan Yardımcısı Michel Noir ve Endüstri PTT ve Ticaret Bakanı Alain Madelin Türkiye’ye gelmişlerdir. 1988 yılında ise Fransa Dış İşleri Bakanı Jean-Bernard Raimond Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu sık ziyaretler vesilesiyle ilişkiler düzeltilmiş ve halklar arasında oluşan öfke yatıştırılmıştır. 1990 sonrasındaysa ikili ilişkilerde Avrupa Birliği daha belirleyici bir aktör haline gelmeye başlamıştır. Fransa’nın Ermeni ve Kürt politikası sorunlar yaratmaya devam etse de, ikili ilişkiler, 1980’lerin başındaki açık karşıtlık çizgisine dönüşmemiştir. Kitapta bu yıllar hakkında fazla bilgi verilmemiştir.

Sonuç

Sonuç olarak, Eşref Hilmi Açık’ın bu yazıda bir bölümünü özetlediğim Geçmişten Günümüze Türkiye Fransa İlişkileri adlı kitabı, Türkiye-Fransa ilişkileri ve Fransa’nın siyasi yapısını anlamak adına mutlaka okunması gereken son derece ayrıntılı ve kapsamlı bir eserdir. Kitapta, daha çok 2000’li yılların başına kadar gelinmiş ve tarihsel perspektifte olaylar yakın geçmişe kadar anlatılmıştır. Bir Türk yazar tarafından kaleme alınması sebebiyle, elbette bazı konularda Türkiye’nin resmi tezlerine daha yakın bir üslup benimsenmiştir. Buna karşın, Fransa ile Türkiye’nin temelleri Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar uzanan dostluk ilişkilerine yönelik olumsuz bir yaklaşım da sergilenmemiştir. Bu nedenle, kitabın, bu alanda çalışma yapan araştırmacıların rahatlıkla faydalanabilecekleri bir kaynak eser olduğu belirtilebilir.

Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/gecmisten-gunumuze-turkiye-fransa-iliskileri/105470.html.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.