Kitabın Künyesi: Ozan Örmeci (2011), Bir Türk Sosyal Demokratı İsmail Cem, Uşak: AKY Yayınları.
Kitap Kapağı
Siyaset Bilimci Doç. Dr. Ozan Örmeci’nin kaleme almış olduğu “Bir Türk Sosyal Demokratı İsmail Cem” (2011) adlı eserde, Türkiye siyasal hayatında düşünceleriyle derin izler bırakan ve aynı zamanda Dış İşleri Bakanlığı görevini de ifa etmiş durumda olan İsmail Cem, gerek hayatı, gerek politik düzlemdeki fikirleri, gerekse de Dış İşleri Bakanlığı dönemindeki yaptıklarıyla kapsamlı bir şekilde aktarılmaktadır. Aynı zamanda kitap, İsmail Cem’i merkezine alarak Türkiye siyasal hayatının bir hülasasını da okuyuculara sunmaktadır. Tüm bu gelişmeler ışığında, kitap, temelde 5 bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde İsmail Cem’in hayatına mercek tutulmaktadır. İlk olarak Türk politik yaşamına ve entelektüel hayatına katkı sağlamış olan Cem’in, Selanik göçmeni köklü bir ailenin üyesi olduğuna yer verilmektedir. Öyle ki, İpekçi ailesinin geniş ve zengin bir aile olarak Selanik’te uzun yıllar ticari faaliyetlerde bulunduğuna değinilmektedir. İpekçi ailesiyle ilgili yazarın can sıkıcı bir durum olarak nitelendirdiği Sabetaycılık meselesine de bu bölümde parantez açılmaktadır. Komplo teorileriyle sıkça anılan ve başarılı insanlara şantaj yapmak için kullanılan bu iddiaların İsmail Cem ve ailesi için de dile getirildiğini aktaran Örmeci, ailenin iddiaları hiçbir zaman kabul etmediğine ve ithamların dayanıksız olduğuna değinmektedir. Cem’in 15 Şubat 1940 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldiği aktarılırken, İkinci Dünya Savaşı’nın getirmiş olduğu zor koşullar özetlenmektedir. Öyle ki, savaş harcamalarının arttığı, İsmet İnönü’nün otoriter bir yönetim inşa ettiği bir dönemde, İsmail Cem’in ailesi sayesinde mutlu bir çocukluk geçirdiği belirtilmektedir. İsmail Cem’in gelecekteki düşünsel temellerinin şekillenmesinde ve sosyal demokrasiyi benimsemesinde çocukluk döneminin etkisinin büyük olduğunu aktaran yazar, Cem’in kendisiyle aynı olanaklara sahip olmayan çocuklar için yaşadığı üzüntüyü bu duruma örnek olarak vermektedir. İsmail Cem’in fikriyatının gelişmesinde babasına ayrı bir parantez açan Örmeci, Baba İhsan İpekçi’nin sol-sosyalist entelektüellere yakın münevver bir kişi olduğuna değinmektedir. Öyle ki, İhsan İpekçi’nin, Türk edebiyatının önemli isimlerinden olan Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet ile tanışıklığı söz konusudur. Bu duruma ilaveten İhsan İpekçi’nin Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile şahsen tanıştığına ve onu iki kez kamera ile görüntüleme şerefine nail olduğuna da değinilmektedir.
Aile geçmişinden sonra Cem’in öğrenim hayatına dair aktarımlarda bulunulmaktadır. İlkokulu Işık Koleji’nde okuyan Cem, ortaokul öğrenimini Amerikan tarzı eğitimiyle bilinen Robert Koleji’nde tamamlamıştır. Kolejin özgürlükçü atmosferini seven Cem’in hitabet, gazetecilik, fotoğrafçılık gibi birçok vasfı bu dönemde öğrenci kulüpleri aracılığıyla kazandığına yer verilmektedir. Ayrıca, Cem’in ilk şiirlerini bu dönemde yazdığına değinen yazar, “Sabahleyin Sokaklar“ adındaki şiirin Edirne’de bir edebiyat dergisinde yayınladığına değinmektedir. Lise öğrenimi döneminde kısa bir süreliğine de olsa Amerika’da bulunan Cem’in bu dönemde Amerika’nın özgürlükçü atmosferini övdüğüne; ancak sistemdeki eşitsizlikçi tarafları da eleştirdiğine atıfta bulunulmaktadır. Cem’in Amerika deneyiminden sonra daha siyasallaşmış bir karaktere haiz olduğuna yer veren Örmeci, Cem’in aynı anda hem Kemalist çizgideki Cumhuriyet Gazetesi, hem de İslamcı çizgideki Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu’sunu takip eden entelektüel bir kişi olduğunu belirtmektedir. O dönemde sert bir ideolojik kimliğe sahip olmayan ama yine de Atatürk nedeniyle CHP’ye yakınlık hisseden Cem’in, Demokrat Parti’nin otoriter tavrından kaygı duyduğuna ve gittiği illerde bazı fiziksel saldırılara maruz kalan İsmet İnönü’nün evinde gece nöbeti bile tuttuğuna değinilmektedir. Yazara göre, o yıllarda demokratik bilinci tam manasıyla oluşmayan Cem, DP’yi durdurmak adına bir askeri müdahaleye sıcak bakmaktadır. Cem’in bu duruma ilişkin düşünceleri Can Dündar’la yaptığı ve Ben Böyle Veda Etmeliyim adlı kitapta yer verilen söyleşiyle temellendirilmektedir. Zira o yıllarda üniversite gençliği arasında CHP-DP rekabeti oldukça yaygın bir konudur. Üniversite eğitimini Lozan Üniversitesi’nde Hukuk üzerine tamamlayan genç İsmail Cem de, ülkedeki sorunlara karşı özgürlükçü bir tavır takınmaktadır. Bu noktada Cem’in 27 Mayıs sürecine nasıl baktığını ele alan yazar, Cem’in Türkiye’de özgür düşünce ortamına kapı aralaması, sol-sendikal hareketlerin önünü açması bakımından bu süreci olumlu bulduğuna; ancak ilerleyen dönemlerde ordunun siyasete yön verme geleneğini başlatması bakımından da sakıncalı bulduğu hususları eleştirdiğine yer vermektedir.
Cem’in hayatına dair kronolojik bir aktarımda bulunmayı sürdüren yazar, aile ve eğitim hayatından sonra mesleki yaşamında önemli bir yer tutan gazetecilik deneyimine göz atmaktadır. Öyle ki, Cem’in 1962 yılında kuzeni de olan ünlü gazeteci Abdi İpekçi’nin yardımıyla Milliyet’te yazdığına yer verilmektedir. Politik konulara hassasiyetle yaklaşan Cem’in o dönemde hiçbir siyasal partiye üye olmadığına, onun yerine Türk İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda çalıştığına ve işçilerin örgütlenme kültürü üzerine dersler verdiğine dikkat çekilmektedir. Milliyet’teki deneyiminin ardından Cumhuriyet’te yazmaya başlayan Cem’in genç bir sosyalist olarak o dönemde 15 milletvekiliyle parlamentoda temsil edilen Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) yakından takip ettiğine değinilmektedir. Bu noktada Türkiye’deki sola dair bir analizde bulunan yazar, o yıllarda geliştirilen üç temel stratejiyi özetlemektedir. İlkin Doğan Avcıoğlu’nun liderliğinde örgütlenen ve sol-Kemalist bir müdahaleyle Türkiye’nin devletçi yöntemlerle hızla kalkınmasını amaçlayan Yön grubuna, akabinde ise umudu orduda değil de, kır ve kentlerdeki gerilla metodlarında bulan Milli Demokratik Devrimcilere (MDD) odaklanmaktadır. Üçüncü ve son grup ise, demokratik yollarla sosyalist ve özgürlükçü bir Türkiye’yi inşa etmeye çabalayan ve bu anlamda parlamenter yöntemleri kullanan Mehmet Ali Aybar’ın Türkiye İşçi Partisi’dir. İsmail Cem’e göre de en doğru yol Aybar’ın üstlendiği demokratik sosyalizmdir. Cem’in entelektüel kişiliğine büyük hayranlık duymasına karşın Doğan Avcıoğlu’nun cuntacı metodlarından hazzetmediğini aktaran yazar, O’nun sol cenah dışında Kemal Tahir gibi daha çok sağ kesime yakıştırılan popüler isimleri de okuduğunu ifade etmektedir. Sol üzerine çözümlemeleri sürdüren yazar, Cem’in 1970’lerde Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı bir kitap yayınladığına ve Osmanlı-Türk tarihinde teorik bir çözümle getiren eserin hem sol, hem de sağ çevrelerde heyecan yarattığına değinmektedir. Eserin muhtevası, Osmanlı-Türk modernleşmesine eleştirel ve tarihsel materyalist perspektifle yaklaşması bakımından farklı bir okuma sunmaktadır.
İsmail Cem’i odak noktasına alarak Türkiye siyasal hayatının yaşadığı değişim ve dönüşüm süreçlerini aktaran yazar, daha sonra 12 Mart sürecinin politik koşullarına değinmektedir. 9 Mart’ta gerçekleşmesi beklenilen sol askeri müdahale olmayınca, Adalet Partili Başbakan Süleyman Demirel’i hedef alan ve onu iktidardan uzaklaştıran 12 Mart muhtırası süreci yaşanmıştır. Muhtıra sonrası dönemde TİP ve Milli Nizam Partisi’nin kapatıldığına değinilirken, aynı zamanda Bülent Ecevit’in CHP Genel Sekreterliği’nden istifa ettiğine de yer verilmektedir. Tüm bu gelişmeler çerçevesinde Cem’in muhtıraya bakışını ele alan yazar, O’nun demokratik yaşama müdahaleyi kabul etmeyen tutumunu ön plana çıkarmaktadır. Cem’e göre, 12 Mart’ın temelde iki gerekçesi bulunmaktadır. İlki Türkiye’nin Batı bloğundan kopmadan çok boyutlu bir dış politika yürütmesi ve ABD’nin bundan duyduğu rahatsızlık iken, ikincisi burjuvazinin artan sosyalist hareketlere karşı otoriter bir yönetime onay vermesidir. Bu süreçte Ecevit’in İnönü’yü mağlup ederek CHP’nin üçüncü Genel Başkanı (Üçüncü Adam) olduğuna dikkat çeken yazar, Cem ve Ecevit’in kariyerlerinin 12 Mart’a olan eleştirel tavırları nedeniyle hızla yükselişe geçtiğini belirtmektedir. Ecevit-Cem ilişkisini çözümlemeyi sürdüren yazar, CHP-MSP (Milli Selamet Partisi) koalisyonu döneminde -MSP lideri Necmettin Erbakan’ın da onayıyla- Cem’e TRT Genel Müdürlüğü görevinin verildiğine dikkat çekmektedir. Bu durumun sol basında müspet karşılandığına, sağ-milliyetçi kesimin ise Cem’in tecrübesizliğine odaklandığına değinen yazar, sürpriz bir şekilde İslamcı çevrelerin atamayı olumlu karşıladığını aktarmaktadır. Cem’in TRT yıllarını analiz etmeyi sürdüren Örmeci, O’nun TRT’yi “hükümetin sesi“ olmaktan çıkaran yayın anlayışına odaklanmaktadır. Bu süreçte Cem’in “Türk kültürü“yerine “Türkiye kültürü” ifadesini kullanmasının Adalet Partili milletvekillerince sert biçimde eleştirilmesine yol açtığı da bu bölümde hatırlatılmaktadır. Cem’in Kıbrıs Barış Harekâtı döneminde de başarılı bir yayıncılık politikası yürüttüğünü belirten yazar, Türkiye’nin adaya yönelik askeri müdahalesini dünyaya duyuran ilk haber kanalının TRT olduğunu hatırlatmaktadır. Yine aynı şekilde, Cem’in TRT Genel Müdürlüğü döneminde, Türkiye, tarihinde ilk kez Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” şarkısıyla Eurovision’da temsil edilmiştir. Cem’in TRT yıllarını aktarmayı sürdüren yazar, O’nun İslamcı kesimlere yönelik hoşgörülü tavrı nedeniyle klasik Atatürkçü kesimler tarafından eleştirildiğini belirtmektedir. Öte yandan, sosyalist çevrelerin Cem’e sahip çıktığına ve Cem’in TRT’yi halkın televizyonuna dönüştürdüğüne yönelik saptamalara yer verilmektedir.
İsmail Cem’in TRT’den ayrılışının da siyasi çekişmelerin gölgesinde bir hukuki soruna evirildiğini belirten yazar, O’nun gazetecilik yıllarını tekrardan ele almaktadır. O dönemde Cem’in çıkardığı Politika Gazetesi’nin yayım ömrünün uzun ömürlü olmadığını belirten Örmeci, kuzeni Abdi İpekçi’nin katledilmesinden sonra Cem’in yurtdışına gitmeye karar verdiğini belirtmektedir. Zira şiddetin arttığı, ülkenin sağcı ve solcu olmak üzere ikiye ayrıldığı bir politik atmosferde siyasal şiddeti her zaman reddeden Cem’in Türkiye’de söyleyebilecek bir sözünün kalmadığına dikkat çekilmektedir. Bu noktada Cem’in 12 Eylül rejimini asla tasvip etmediğine değinen yazar, yine de onun 12 Eylül’e destek veren insanları anlayışla karşıladığını aktarmaktadır. Çünkü her gün onlarca insanın katledildiği bir ülkede demokratik yaşamın tesis edilmesi olanaksızdır. 12 Eylül sonrasının siyasal gelişmelerini mercek altına alan yazar, bu dönemde siyasal partilerin, sivil toplum örgütlerinin ve sendikaların kapatıldığına yer vermektedir. Öyle ki, sadece merkez sağdan Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ve merkez soldan Halkçı Parti (HP) olmak üzere iki partinin seçime girmesine olanak tanındığı, son anda 24 Ocak Kararları’nın mimarı olan Turgut Özal’ın da ANAP ile seçime girdiği hatırlatılmaktadır. Dönemin politik gelişmelerini aktaran yazar, İsmet İnönü’nün oğlu olan Fizik Profesörü Erdal İnönü’nün başına geçtiği Sosyal Demokrat Parti (SODEP) ile Halkçı Parti’nin birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti’yi (SHP) kurduğuna değinmektedir. Ayrıca, Cem’in de bu dönemde SHP’ye üye kaydını yaptırdığına ve ilk kez aktif siyasete kendisini hazır hissettiğine yer verilmektedir. Aynı zamanda SHP’nin Merkez Karar Yürütme Kurulu üyesi olan Cem’in, Avrupa’daki sosyalist partileri inceleyerek SHP için bir seçim kampanyası modeli hazırladığına da bu noktada değinilmektedir. Bu dönemde Cem’in Engeller ve Çözümler Türkiye’de Sosyal Demokrasi adlı bir önemli kitap yayınlattığına da dikkat çekilmektedir. İsmail Cem’in 1987 genel seçimlerinde ilk kez SHP milletvekili olarak seçildiğini belirten yazar, 26 Haziran 1988 tarihinde SHP içinde yaşanan Deniz Baykal-Erdal İnönü tartışmalarında Cem’in alternatif bir lider adayı olarak öne çıktığını vurgulamaktadır. Cem’in Erdal İnönü’yü birikimli bir insan olarak gördüğüne değinilse de, onun kitleleri etkileyebilecek nitelikten yoksun olduğuna dair yaptığı gözlem ve çıkarımlara da yer verilmektedir. Tüm bu tartışmaların odağında Cem’in İnönü karşısında Genel Başkanlık yarışını kaybettiği okurlara hatırlatılmaktadır.
Bu dönemde İnönü’ye karşı Baykal ve Cem’in “Değişim” adında bir program ve Yeni Sol isminde bir kitap dahi kaleme aldığını hatırlatan yazar, SHP içinde istediği dönüşümleri gerçekleştiremeyen ikilinin 1992’de Cumhuriyet Halk Partisi’ni yeniden kurduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Baykal CHP’nin Genel Başkanı olurken, İsmail Cem de Parti Meclisi’ne ve MKYK’ya girmiştir. Son derece popüler olan bu ikiliyi ünlü şair Cemal Süreya’nın nasıl ele aldığını aktaran yazar, O’nun Baykal’ı “eylem adamı”, Cem’i ise “fikir adamı” olarak nitelendiren sözlerine atıfta bulunmaktadır. 1990’ların politik iklimine parantez açan Örmeci, Sivas Katliamı ve İSKİ Skandalı’na yer vererek, solun bu konularda hem pasif kaldığına, hem de dürüst ve temiz imajının sarsıldığına dikkat çekmektedir. Nitekim gerginleşen politik atmosferde Özal’ın beklenmedik ölümü neticesinde Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı adaylığı sürecinin başladığına, bu dönemde İsmail Cem’in de Cumhurbaşkanlığı için aday olduğuna, ancak buna muvaffak olamadığına işaret edilmektedir. 1994 yerel seçimlerine gelindiğinde ise Refah Partisi’nin (RP) hızlı bir yükselişi söz konusudur. Öyle ki, İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da ise Melih Gökçek Büyükşehir Belediyelerinin başına geçmiştir. Bu dönemde Cem’in kısır günlük siyasi tartışmaların ötesinde Türkiye’nin ciddi siyasal sorunlarına dair çözüm arayışları içerisinde olduğunu aktaran yazar, O’nun Gelecek İçin Denemeler ve Sol’daki Arayış kitaplarına dikkat çekmektedir. Cem’in kısa bir süreliğine de olsa bu dönemde SHP adına Kültür Bakanlığı görevini de ifa ettiğini belirten yazar, bu durumun CHP lideri Deniz Baykal’la bazı sorunlara yol açtığını vurgulamaktadır. Nitekim Baykal ile yaşanan kişisel husumetlerin neticesinde Cem’in CHP’den aday olmadığı ve 1970’lerdeki TRT yıllarından sonra yeniden Bülent Ecevit’le yollarının kesiştiği vurgulanmaktadır. Demokratik Sol Parti’den (DSP) teklif alan Cem, kendisine sunulan Kastamonu, Sinop ve Kayseri seçenekleri içerisinde, tercihini Refah Partisi’nin güçlü olduğu ve muhafazakâr kent imajıyla tanınan Kayseri vilayetinden yana yapmıştır. İsmail Cem’in başarılı bir seçim kampanyasıyla vekil seçildiğine ve kendisini siyaseten ispat ettiğine değinen yazar, Cem’in, DSP içerisinde parti içi demokrasinin olmadığına dair görüşlerine de değinmektedir. Öyle ki, Cem’e göre, DSP; Bülent Ecevit, Rahşan Ecevit ve Hüsamettin Özkan üçlüsü tarafından yönetilmektedir. Tüm bu gelişmeler ışığında İslamcı Refah Partisi’nin önderliğinde kurulmuş olan Refahyol hükümetini ele alan yazar, Türkiye’deki laiklik hassasiyetine dikkat çekerek Refahyol döneminde yaşanan birtakım skandallara yer vermekte ve 28 Şubat sürecini anlatmaktadır. Erbakan’ın koltuğundan indirildiği sürecin akabinde demokratik yaşamın kesintiye uğramaması için Demirel’in inisiyatifinde ANAP, DSP ve DYP’den kopanların kurduğu Demokratik Türkiye Partisi koalisyonunu mercek altına almaktadır. ANASOL-D adı verilen hükümete dışarıdan Baykal’ın da destek verdiğine değinen Örmeci, bu süreçte 8 yıllık zorunlu eğitim ve yeni vergi yasalarının hayata geçirildiğini hatırlatmaktadır.
Kuşkusuz ki, bu hükümetin İsmail Cem için de önemi büyüktür. Zira uzun yıllar süren emeklerinin sonucunda, İsmail Cem, Dış İşleri Bakanlığı gibi Türkiye’de çok yüksek mertebede kabul edilen bir göreve gelmiştir. Cem’in Dış İşleri Bakanlığı’na getirilme sürecini değerlendiren yazar, Ecevit’in Cem’i aslında Kültür Bakanlığı için düşündüğüne, ancak Cem’in dış politika bilgisine güvenen Süleyman Demirel’in ısrarıyla Dış İşleri Bakanı yapıldığına dair çıkarımlarda bulunmaktadır. Bu durumun temel sebebi olarak da Ecevit’in Cem’in liderlik potansiyelini dizginleme isteği gösterilmektedir. Azınlık hükümetiyle Başbakan olan Ecevit’in bu dönemde -Cem ile birlikte- seçimlerin dengesini değiştirecek bir operasyonu gerçekleştirdiğine değinen Örmeci, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını sağlayan Adana Mutabakatı’na yer vermektedir. Öcalan’ın yakalanmasıyla sonuçlanan sürecin seçimlerin kaderini değiştirdiğini ve DSP’nin sandıktan birinci parti olarak çıktığını belirten yazar, CHP’nin ise tarihinde ilk kez meclis dışında kaldığına dikkat çekmektedir. Seçim sonrası kurulan DSP-MHP-ANAP üçlü koalisyonunda da Cem’in Dış İşleri Bakanı olarak görev yapmaya devam ettiğine değinilirken, Cem’in yoğun uğraşları sonucunda 11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin, Avrupa Birliği tam üyeliğine aday ülke olarak kabul edildiği vurgulanmaktadır. Cem’in Dış İşleri’nde görev yaptığı süreci çözümlemeye devam eden Örmeci, Kardak ve Öcalan krizleriyle sorun yaşanan Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin Cem’in çabaları sonucunda yeniden ısındığına değinmektedir. Öyle ki Cem’in Doğu Batı Enstitüsü’nün vermiş olduğu “yılın devlet adamı” ödülünü Yunan mevkidaşı Yorgo Papandreu ile birlikte aldığına dikkat çekilmektedir. Aynı zamanda 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası tüm dünyada İslam dinini hedef alan “İslami terörizm” teriminin Batılı çevrelerde kullanılmasının Cem’in yoğun çabaları sonucunda engellendiğinin altı çizilmektedir. Cem’in başarılarına rağmen koalisyonun 1999 ekonomik krizi ve 17 Ağustos depremiyle akamete uğradığını belirten yazar, 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz sonrasındaysa hükümetin kurtarıcı olarak Dünya Bankası’nda görev yapan Kemal Derviş’i Türkiye’ye getirdiğine vurgu yapmaktadır. Sağlık durumu kötüye giden Ecevit’in koltuğu Cem’e bırakmaması neticesinde Cem’in partiden ayrılış sürecinin hızlandığını belirten Örmeci, Cem’in Hüsamettin Özkan ve Kemal Derviş’le birlikte yeni bir parti kurulma çabalarını aktarmaktadır. Bu niyetle Cem’in partiden ayrılışına parantez açılmakta ve “troyka” hareketinin başı olduğu vurgulanmaktadır. Akademiden ve entelektüel camiadan büyük destek alan ve medyada geniş bir yer tutan bu hareketin kâğıt üzerindeki başarısının gerçeğe dönüşmediği de bu noktada belirtilmektedir. Türkiye’yi AB’ye tam üye yapmayı hedefleyen çağdaş çoğunluğun tezahürü olacak olan Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) kuruluş sürecini ele alan yazar, Derviş’in son anda YTP yerine CHP’ye katılması olayını İsmail Cem’in gözünden aktarmaktadır. Nitekim bu durum karşısında ihanete uğradığını düşünen Cem, Derviş’in önce DSP’yi eriterek koalisyonu dağıttığını, akabinde ise YTP’nin ölü doğmasına yol açtığını belirtmektedir. Öyle ki, 2002 genel ve 2004 yerel olmak üzere girdiği iki seçimde de başarısız olan YTP, nihayetinde Deniz Baykal’ın CHP’si ile birleşmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu dönemde Cem’in sağlık durumunun bozulduğuna dikkat çeken yazar, O’nun artık siyaseti gözlemci olarak takip etmeye başladığını vurgulamaktadır. Cem’in hasta yatağında bile üretmekten yılmadığını aktaran Örmeci, bu dönemde bile dış politikaya dair önemli saptamalarının yer aldığı iki kitap çıkardığına değinmektedir. Keza gazeteci Can Dündar’la yaptığı söyleşiler hatırlatılarak, Cem’in, gerçekleştirmiş olduğu faaliyetlerin bir muhasebesinin sunulduğuna dikkat çekilmektedir. 24 Ocak 2007’de İstanbul’da hayata gözlerini yuman İsmail Cem, devlet erkânın da katıldığı bir törenle son yolcuğuna uğurlanmıştır.
Kitabında ikinci bölümünde İsmail Cem bir fikir adamı olarak ele alınmakta ve Türkiye siyasal hayatına dair yaptığı çıkarımlar özetlenmektedir. Bir fikir adamı olarak Cem’in 1970’li yıllarda serbest piyasa ekonomisine karşı olduğuna ve onun yerine devletçi-sosyalist bir iktisadi politikayı savunduğuna yer verilmektedir. Öyle ki, Cem’e göre temel mesele de Türkiye’nin geri kalmışlığıdır. Devletçi kalkınma modeli de bu geri kalmışlığı aşacak bir reçete olarak sunulmaktadır. Ancak 1980’lere gelindiğinde Cem’in devletçi eğilimlerinin zayıflamaya başladığını belirten yazar, O’nun Avrupa tip bir sosyal demokrata dönüştüğüne ve geri kalmışlıktan ziyade demokratikleşmeye odaklandığını ifade etmektedir. Cem’in fikriyatını analiz eden yazar, ilk olarak O’nun Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı kitabını irdelemektedir. Cem’in tarihte toplumları iki temel aşama üzerinden okuduğunu ele alan Örmeci, O’nun “eski denge toplumu” olarak adlandırdığı tarımsal ekonomiye dayalı, bilimsel gelişmelerin sınırlı düzeyde kaldığı geleneksel toplum modelinin ayrıntılarını aktarmaktadır. Nitekim eski denge toplumu’ teorisiyle Batı ve Doğu toplumları mukayeseli bir şekilde incelenmekte ve bu toplumların kendi iç dinamikleriyle geçirmiş oldukları dönüşüm süreci özetlenmektedir. Cem’e göre, eski denge toplumları ilkel, ancak geri kalmış olmayan toplumlardır. Ancak Batı’nın etkisiyle girişilen modernleşme süreci bu ülkeleri ilkellikten geri kalmışlığa mahkûm etmiştir. Dolayısıyla, Cem’e göre, bu toplumlar anti-emperyalist savaşlar vererek politik bağımsızlıklarını kazansalar dahi hâkim komprador sınıflar ve kültürel ikilikler yüzünden Batı’nın egemenliğinden tamamen çıkamaz. Yazar, Cem’in geri kalmışlık üzerine yapmış olduğu çıkarımların akabinde, O’nun Osmanlı’yı nasıl ele aldığını da aktarmaktadır. Öyle ki, Cem’in klasik sol eğilimlerin aksine Osmanlı’yı akılcı bir devlet olarak ve adalet temelli ele aldığına değinilmektedir. O’na göre, Osmanlı salt dini temellere dayanan bir devlet modeli değildir. Tüm bu gelişmeler ışığında Cem’in Osmanlı Devleti’ni güçlü kılan yanlarını nasıl tanımladığına değinilmektedir. Öyle ki, Cem’e göre Osmanlı’nın güçlü devletçi yapısı, tarıma dayalı ordusu ve anti-feodal toprak düzeni onun asıl kuvvetini ortaya çıkarmaktadır. Cem’e göre Osmanlı’nın mükemmel sisteminde devletçi ekonominin rolü de yadsınamaz niteliktedir. Bilindiği üzere, Osmanlı’da toprağın mülkiyeti devlete aittir. Aynı zamanda devlet, üretimi ve tüketimi de denetlemektedir. Osmanlı’nın tarihsel gelişimini ayrıntılarıyla aktaran Örmeci, merkezine İsmail Cem’in fikirlerini yerleştirerek saptamalarına devam etmektedir. Öyle ki, Cem’e göre Osmanlı’nın zayıflamasının temel sebebi merkezi sistemin zayıflamasına yol açan geniş topraklar ve lonca sistemindeki bozulmalardır. Tüm bu iç dinamiklerin yanı sıra Osmanlı’nın dağılma sürecinde Rönesans’a, Keşifler Çağı’na ve Avrupa’da burjuvazinin doğuşuna da parantez açılmaktadır. Osmanlı’nın Batı’dan borç almasını eleştiren Cem, Tanzimat Fermanı’yla başlayan Batılılaşma sürecinin temelinde de ekonominin yabancıların eline geçmesini işaret etmektedir.
Bu bölümde, Osmanlı’ya dair çıkarımların ardından, İsmail Cem’in tek parti dönemine dair yapmış olduğu saptamalar aktarılmaktadır. Cem’in tek parti dönemine eleştirel baktığına değinen yazar, O’nun Milli Mücadele’nin önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’e ise müspet yaklaştığının altını çizmektedir. Cem, Osmanlı’da olduğu gibi genç Cumhuriyet’te de ekonomik modele odaklanmakta ve eleştirilerini bu minvalde yapmaktadır. Nitekim devletçi gibi görünen iktisadi yapının temel gayesi milli bir burjuvazinin inşa edilmesini sağlamaktır. Cem’e göre, birinci ve ikinci beş yıllık kalkınma programlarına rağmen, bu dönemde ülkenin geri kalmışlık duvarının yıkılamamıştır. Cem, bu noktada “mutlu azınlık” olarak nitelendirdiği üçlü sacayağını eleştirmektedir. Bu üçlü grupta; İstanbul sermayesi, Anadolu eşrafı ve devletçi statükonun somut karşılığı olan asker ve bürokratlar yer almaktadır. Ülkenin iktisadi modeline dair çıkarımlarda bulunan Cem, 1920’lerde egemen olan liberal yapıdan ziyade, 1930’lardaki bürokratik grubu göreceli başarılı gördüğünü belirtmektedir. Tek parti döneminde burjuvazinin devlet eliyle yaratıldığına dikkat çekilerek, Türkiye burjuvazisinin Avrupa’daki muadillerinin aksine ilerici bir rol üstlenemediğine değinilmektedir.
İsmail Cem’e göre, ayrıca çok partili yaşama geçilme süreci ve DP’nin iktidara gelişi Osmanlı-Türk modernleşmesinin doğal bir sonucudur. Öyle ki, iktidarın DP’ye geçişinin Cem tarafından bir “burjuva devrimi” olarak nitelendirildiğini aktaran yazar, Cem’in, DP’yi, bürokratik otoriterliğe karşı doğmuş popülist bir halk hareketi olarak tanımlayan sözlerine yer vermektedir. Ayrıca, Batı yanlısı bir parti olan, ama aynı zamanda muhafazakâr bir söylem de geliştiren DP’nin Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma niyetine odaklanılmaktadır. Cem’in düşüncesinde, DP döneminde Amerika’nın isteğiyle ağır sanayi hamleleri yapılamamış ve Türkiye Soğuk Savaş’ın mağduru olmuştur. Tüm bu gelişmeler ışığında, Cem, DP’yi, ABD’nin Türkiye ekonomisini ve siyasetini tanzim etmek için kullandığı işlevsel bir enstrüman olarak tanımlamaktadır. Cem’in 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerini nasıl değerlendirdiğini aktaran Örmeci, O’nun Demokrat Parti ile Adalet Partisi arasında yapmış olduğu mukayese odaklanmaktadır. Her iki partinin ortak noktası olarak liberal ekonomik tercihler gösterilirken, AP’nin sanayileşme hamleleri konusunda DP’den daha başarılı olduğu vurgulanmaktadır. Nitekim Cem’e göre, AP iktidarında kalkınma atılımları neticesinde köyden kente göç hızlanmış ve yüz binlerce inşan iş olanağına kavuşmuştur. Bu bakımdan, Cem, Demirel’in iktisadi politikalarını akılcı ve başarılı bulmaktadır. Yine de ABD’ye olan bağımlılığın sürdüğüne dikkat çekilmekte ve teknoloji alanında endüstrileşmenin başarılamadığı ifade edilmektedir. Cem’in Türk Solu’na bakışını da ele alan yazar, O’nun 1970’lerdeki solu üç ana eksende değerlendirmesini özetlemektedir. Öyle ki, bu gruplara bakıldığında Sol Kemalistler (küçük burjuva radikalleri), CHP ve sosyal demokrat çevreler ile Marksist muhalefet ön plana çıkmaktadır. Cem’in başlangıçta Marksist muhalefet içerisinde olduğunu belirten yazar, ilerleyen süreçte Ecevit ile birlikte onun sosyal demokrat bir dönüşüm yaşadığını vurgulamaktadır. Cem’in bu gruplara bakışına odaklanan yazar, O’nun sosyalizme parlamenter metodlarla ulaşılması yönündeki çıkarımlarını aktarmaktadır. Nitekim Cem’e göre, sol cuntacılık ve siyasal şiddete dayalı devrimci arayışlar sağ ideolojiye hizmet etmektedir. Yine Cem’e göre, idealist devrimci gençlerin ölümüne yol açan unsur da siyasal şiddet metodlarının bizatihi kendisidir. O’nun Türkiye İşçi Partisi’ne bakışı ise daha müspet çerçevededir. Öyle ki, TİP, sosyalist bir parti olarak konumlanmasına rağmen kendisini Kemalizm’in ileri bir versiyonunu savunan bir parti olarak sunmakta ve resmi söylemle çatışma içerisine girmekten kaçınmaktadır. Nitekim Mehmet Ali Aybar ve arkadaşlarının demokrasiye olan inançlarının sarih hatlarla çizildiğini belirten yazar, partinin revizyonist bir sosyalizm arayışında olduğunu belirtmektedir. Bu bakımdan Aybar’ın proletarya diktatörlüğüne karşı çıktığı da gözden kaçırılmamalıdır. Cem ise, TİP’i ve Aybar’ın “güleryüzlü sosyalizm” anlayışını desteklemiş ve Türk münevverlerinin TİP sayesinde ezilen kesimlerle yüzleştiğini ifade etmiştir. Cem’in bir sosyal demokrata dönüşme sürecinde TİP’in kapatılmasının büyük rol oynadığını belirten yazar, aynı dönemde Bülent Ecevit Genel Başkanlığında CHP’nin de “devlet partisi”nden “halk partisi”ne doğru evrildiğini aktarmaktadır. Cem’e göre de, CHP, artık tek parti dönemindeki otoriter eğilimlerinden uzaklaşmakta ve geçmiş dönemdeki politikalarına eleştirel bir çerçeveden bakmaktadır. Tüm bu tartışmaların odağında İnönü’nün başlattığı “Ortanın Solu” politikasına mercek tutulmaktadır. Yine bu bölümde, kentli emekçi sınıfların radikalleşmesi ve sosyalizme kayması tehdidi karşısında CHP’nin sosyal devlet anlayışına vurgu yaparak sola yöneldiği aktarılmaktadır. Nitekim İnönü ile başlayan Ecevit’in katkılarıyla entelektüel zemine oturan “Ortanın Solu” anlayışı, Cem’e göre CHP içerisindeki küçük burjuva radikallerini ve sermayedar kesimi rahatsız etmektedir. Yine de CHP’nin 1973 ve 1977 genel seçimlerindeki başarısının rastlantısal olmadığını belirten Cem, bu başarının altında partinin bilimsel bir düzlemdeki dönüşümünü ön plana çıkarmaktadır.
İsmail Cem’in 12 Eylül sürecine dair tespitlerini de analiz eden yazar, O’nun Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine ve soldaki goşist kesimlere yönelik eleştirilerini sıralamaktadır. Bilindiği üzere, ülke içinde artan sosyalist taleplerden rahatsız olan egemen zümreler, bu dönemde aşırı sağın militan eğilimlerine engel olmamıştır. Dolayısıyla, siyasal şiddetin boyutları önlenemez derecede artmıştır. Cem’e göre, şiddetin artmasında ABD’nin Türkiye’deki orduyla olan yakın ilişkileri de rol oynamaktadır. Bir fikir adamı olarak İsmail Cem’in Kemalizm ve Marksizm üzerine değerlendirmelerini de aktaran yazar Örmeci, Cem’in Kemalizm’e yönelik olarak anti-Kemalist kabul edilebilecek seviyede eleştirel bir okuma yaptığına dikkat çekmektedir. Yine de, yazara göre Cem, devrimci bir radikalizm olarak gördüğü Kemalizm’in aşırı uçlarını törpüleyerek devletle halkı, Türkiye ile de Osmanlı’yı barıştırmaya çalışmıştır. Kemalizm, Cem’e göre Fransa başta olmak üzere Avrupa’daki birçok muadili gibi bürokrat ve entelektüel orta sınıfa dayanmakta ve muhafazakârlığı reddederek akılcılığı ön plana çıkarmaktadır. İsmail Cem’in 12 Mart ve 12 Eylül’ün bir tezahürü olan sağ Kemalizm’e eleştirel baktığına, 1960’lar ve 1970’lerde Türk entelektüel hayatında özgün bir hareket olarak kabul gören sol Kemalizm’i ise mercek altına aldığına dikkat çekilmektedir. Nihayetinde Cem’in Kemalizm’e yönelik eleştirilerinin sınıf temelli olduğuna işaret edilmektedir. Dolayısıyla, O’na göre sınıfsal ayrımı reddeden ve toplumu mesleki gruplara göre örgütlenen mütecanis bir yapıda inşa etme çabaları naif bir temele yaslanmaktadır. Herşeye rağmen Kemalizm’in üst yapısal anlamda modernleşmeyi başardığına ve toplumu ileri bir seviyeye taşıdığına da yer verilmektedir. Cem’in 1970’lerden 1990’lara kadar olan süreçte Batılılaşmaya yönelik olumsuz tavrının değiştiğini belirten yazar, O’nun sosyalist devletçilikten sosyal demokrata evrildiğini ifade etmektedir. Ancak bu dönüşüm sürecinde dahi Cem’in tarihi materyalist bir perspektifle sınıf temelli okumaktan vazgeçmediği hatırlatılmaktadır. Cem’in Marksizm ve sosyal demokrasi üzerine yapmış olduğu çıkarımları Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir eseri üzerinden çözümleyen yazar Örmeci, O’nun sosyal demokrasiyi Marksizm kaynaklı görmekle birlikte, zaman içerisinde Marksizm’den farklılaşan yanlarıyla bağımsız bir ideolojiye dönüştüğüne dair tespitlerini aktarmaktadır. Öyle ki, sosyal demokrasi, proletaryanın burjuvaziyle yapmış olduğu varoluşa dayalı barışçıl bir sözleşme olarak tanımlanmaktadır.
Kitabın üçüncü bölümünde ise İsmail Cem, bir politikacı olarak incelenmekte ve demokrasi üzerine eğilimleri aktarılmaktadır. İlk olarak Cem’in siyasete 1957 yılında Cumhuriyet Halk Partisi Teşvikiye örgütüne üye olarak başladığı hatırlatılmakta, ilerleyen dönemlerde ise gençlik kollarında Başkanlık yaptığına ve sendikal faaliyetlerde bulunduğuna yer verilmektedir. 1960’lar ve 1970’lerde sosyalist fikirlere sahip olan Cem’in TİP’e ilgi duymasına rağmen herhangi bir siyasal partiye üye olmadığına da vurgu yapılmaktadır. Cem’in CHP’yle yakınlaşma süreci ise Ecevit’in partinin başına geçmesiyle başlamaktadır. 12 Eylül sürecine gelindiğinde ise tüm siyasal partilerin kapatıldığına değinen yazar, Cem’in 1987 ve 1991 genel seçimlerinde iki dönem SHP’den İstanbul milletvekili, 1995 ve 1999 seçimlerinde de DSP’den Kayseri milletvekili olarak seçildiğini aktarmaktadır. 2002 ve 2004 genel seçimlerine ise kendi kurmuş olduğu Yeni Türkiye Partisi ile girdiği hatırlatılmakta ve partinin başarısız olmasıyla beraber Cem’in aktif politikayla bağının kesildiği belirtilmektedir. Kuşkusuz ki, aktif siyasetten çekilme sürecinde Cem’in yaşadığı sağlık sorunları da başat bir rol oynamıştır. Cem’in siyasi serüvenine ilişkin kısa bir kronolojik aktarımda bulunan yazar Örmeci, akabinde O’nun demokrasi üzerine tezlerini incelemektedir. Nitekim Cem’in geçmişe nazaran demokrasiyi iktisadi bir çerçeveden ziyade politik özgürlükler, insan hakları ve çoğulculuk açısından ele aldığına değinilmektedir. Öyle ki, O’na göre bir yaşam tarzı olan demokrasi, salt demokratik seçimlerin yapılmasına indirgenemez. Cem’e göre, demokrasi bir ideal olarak aile, okul ve devlet kurumları olmak üzere tüm sosyal merkezlerde uygulanmalı ve insanlar tarafından özümsenmelidir. Cem’in demokrasi konusundaki tespitlerini çözümlemeyi sürdüren yazar Ozan Örmeci, Türkiye gibi devletçi-bürokrat eğilimlerin güçlü olduğu ülkelerde, ekonomik devletçiliğin zayıf sivil toplumu daha da baskılayacağını aktarmaktadır. Cem’in geri kalmışlık olgusuna bakışının 1980’lerde değişmeye başladığına değinilerek, Türkiye’nin gerekli reformları yapması doğrultusunda bir Avrupa demokrasisi olabileceğine dair çıkarımlar yapılmaktadır. Cem’in 1980’lere doğru piyasa ekonomisine dayalı bir sosyal demokrasinin kaçınılmaz olduğuna ilişkin fikirlerinden bahsedilse de, O’nun son kertede neo-liberal politikaların çıkarcı yanını eleştirdiği belirtilmektedir. 1990’larda ise “Yeni Sol” teriminin Cem-Baykal ikilisi tarafından sıklıkla kullanıldığını belirten Örmeci, bu akımın izleklerini açıklamaktadır. Öyle ki, bu yeni modelin mutlaka özgürlüğe dayanması gerektiğinden bahsedilmekte ve özgürlüğü sınırlandırmadığı müddetçe eşitliğin de desteklenmesi gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Nitekim Cem’in özgürlüğe dayanmadığı ve eşitlik adına daha büyük eşitsizliklere yol açtığı için Sovyet modelini eleştirdiğine de dikkat çekilmektedir. Baykal ve Cem’in yeni solunda Altı Ok içerisindeki devletçilik ve milliyetçilik ciddi şekilde eleştirilmekte ve dönemin kötü iktisadi yönetimine karşı çözüm önerileri sunulmaktadır. Bu önerilere bakıldığında, kayıt dışı ekonominin denetlenmesi gerekliliği ve sağlıklı bir vergilendirme sistemi ön plana çıkmaktadır. Keza altyapısal ihtiyaçların karşılanması ve bu konudaki kalitenin arttırılması hususlarına da vurgu yapılmaktadır. Baykal-Cem ikilisinin iktisadi konulara bakışı aktarıldıktan sonra, onların başörtüsü ve Kürt meselesini nasıl ele aldıkları da aktarılmaktadır. Nitekim başörtüsü sorununa özgürlükçü bir çerçeveden bakıldığı, Kürt Sorunu konusunda ise toprak reformu, bölgesel ekonomik kalkınma ve kültürel haklarda aşama kaydedilmesi gibi parametreler geliştirdikleri anlatılmaktadır. Tüm bu tartışmaların odağında, Cem’in Yeni Türkiye Partisi deneyimine de odaklanan Örmeci, partinin toplumun tüm kesimlerini kucaklayan merkez sol kimliğine dikkat çekmektedir. Öyle ki, partinin sosyal demokrat çizgisine bakıldığında devletçilik yerine çoğulculuk, otoriterlik yerine ise özgürlükçülük ön plana çıkmaktadır. Yeni Türkiye Partisi’nin o dönemin Türkiye’si için yeni sayılabilecek birtakım önerilerde bulunduğunu da aktaran Örmeci, siyasi ahlak yasası ve yargı sistemindeki reform projelerini bu duruma dayanak olarak göstermektedir. Aynı zamanda YTP’nin Avrupa’daki Yeşiller partilerinde olduğu gibi çevreyi koruma konusunda da çağdaş bir tutum takındığının altı çizilmektedir. 2002 ve 2004 seçimlerinde partinin başarısız olduğuna dikkat çekildikten sonra, Cem’in 2002’de iktidara gelen AKP’ye (Adalet ve Kalkınma Partisi) yönelik çıkarımları aktarılmaktadır. Cem’in AKP’ye karşı hiçbir önyargı taşımadığı belirtilerek, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği konusunda AKP’nin yapmış olduğu atılımları desteklediği vurgulanmaktadır. Ancak Cem’in, AKP’nin bazı uygulamalarından rahatsız olduğuna dikkat çeken yazar, O’nun, AKP’yi küresel bir sermaye partisi olarak değerlendiren sözlerine de atıfta bulunmaktadır. Sosyal demokrat geleneği de tenkit eden Cem, bu çizgideki partilerin neo-liberal bir programa sahip olmasını ve halka yeni bir ekonomik vaat sunamamasını eleştirmektedir.
Kitabın dördüncü bölümünde ise, İsmail Cem’in Türkiye’nin temel meselelerini nasıl değerlendirdiği özetlenmektedir. Bu doğrultudaki temel sorunlara bakıldığında; sivil-ordu ilişkileri, Kürt Sorunu ve İslam-laiklik tartışmaları ön plana çıkmaktadır. Türk Devrimi’nin askeri-bürokratik öncü kadrolar tarafından gerçekleştirilen bir toplumsal dönüşüm projesi olduğunu aktaran yazar, sivil ayağın eksik kalması itibariyle bu durumu Türkiye’deki sivil-ordu ilişkilerinin temel sorunu olarak göstermektedir. Eric Nordlinger’in siyasetle ilişkileri bakımından orduları dört ana başlık altında kategorize edişine değinen Örmeci, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27Mayıs ve 12 Eylül müdahalelerinin yönetici tipi orduya denk düştüğünü belirtse de, genel itibariyle ordunun rejimi korumayı ilke edinmiş bekçi modeline uygun olduğunu ifade etmektedir. Akabinde İsmail Cem’in konuya bakışını ele alan yazar, O’nun askeri müdahalelere olumsuz baktığına değinmektedir. Cem’e göre, ordunun Türk siyasal hayatının demokratik akışına müdahale etmesinin temel gerekçeleri; ordunun kendisini devrimin bekçisi olarak görmesi ve bilhassa Soğuk Savaş koşulları altında yaşanan iç huzursuzluklara karşı ordunun güvenlik odaklı siyaset yürütmesidir. Cem’in 12 Mart ve 12 Eylül’ü sınıfsal çatışma ve dış politika eksenli yorumladığına yer verilirken, O’nun 12 Eylül sonrasında rejimin sivilleşmesine destek verdiğine de değinilmektedir. Askeri müdahalelere menfi yaklaşmasına rağmen, Cem’in ordunun yıpratılmasına karşı olduğu da bu noktada vurgulanmaktadır. Zira Cem tarafından ordu, Türkiye’nin stratejik gücü olarak değerlendirilmektedir. Sivil-ordu ilişkisinden sonra Türkiye’nin kemikleşen sorunu olarak Kürt meselesine değinilmektedir. Orta Doğu’nun otokton halkı olan ve dil birliğini sağlayamamış olan Kürtler, halen heterojen gruplar halinde yaşamaktadır. Kürt kelimesinin etimolojik kökenine bakan yazar, Kürtlerin tarih sahnesine ne zaman çıktığına dair bilimsel bilgilerin eksikliğine değinmekte ve onların tarihsel süreç içerisinde birçok devlete tabi olduğuna yer vermektedir. Öyle ki, Osmanlı’nın barışçıl politikaları neticesinde Kürtlerin kimliğini koruduğuna değinilirken, Cumhuriyet döneminde ise Kürtlerin Türk milletinin bir parçası olarak kabul edildiği hatırlatılmaktadır. Yazarın sivil-kültürel milliyetçilik olarak tanımladığı Atatürk milliyetçiliğinin, Türk ve Kürt halklarını Türk Milleti adı altında birleştiren ilerici rolüne dikkat çekilmektedir. Kürt meselesinin isminin konulma sürecinde Yön Dergisi’nin faaliyetlerine yer veren yazar, akabinde ayrılıkçı bir terör örgütü olarak PKK’nın nasıl ortaya çıktığını da aktarmaktadır. Kürt Sorunu’nun 1925-1938 yılları arasında İslamiyet temelli ve İngiltere destekli yürüdüğüne dikkat çekilirken, Soğuk Savaş döneminde sosyalizm temelli ve SSCB kaynaklı faaliyet gösterdiğine vurgu yapılmaktadır. Konuya dair Cem’in bakışını ele alan yazar Örmeci, O’nun soldaki radikal bazı isimlerin aksine teröre hiçbir zaman sempati duymadığını ve Kürt Sorunu’nun salt olağanüstü hâl uygulamalarına indirgenemeyeceğine dair çıkarımlarına yer vermektedir. Nitekim Cem’e göre, Kürt Sorunu sosyoekonomik bir sınıf meselesidir. Osmanlı’nın anti-feodal yapısına rağmen bölgedeki feodalizmin kökleşmesi bakımından yanlış politikalar uyguladığını belirten Cem, feodalizmin bölgeye sosyal eşitsizliğin yanı sıra kan davaları, namus cinayetleri ve ataerkil kültürü de beraberinde getirdiğini aktarmaktadır. Cem’in Kürt Sorunu’na bakışında ele almış olduğu diğer iki temel parametre ise devletin kasıtlı olarak bölgedeki altyapıyı geliştirmemesi ve emperyalist devletlerin soruna ilgi duymasıdır. Bu bakımdan sorunun çözümü noktasında uluslararası güç dengelerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini belirten Cem, Türk idarecilerinin Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti’nin kurulması noktasında sarf etmiş oldukları “savaş sebebidir” ifadesinin içi boş bir tehdit olduğuna ve Türk Devleti’ni zayıf düşürdüğüne dikkat çekmektedir. Son olarak ise, Siyasal İslam-Laiklik tartışmalarını ele alan yazar, Kemalist Devrim ile gerçekleşen laiklik ve modernleşme sürecini mercek altına almakta ve bu reformlara karşı gerçekleşen tepkileri sıralamaktadır. Öyle ki, Şeyh Said İsyanı ve Menemen Olayı bu kapsamda ele alınmıştır. Bu durumun yanı sıra, 1960’ların sonlarında filizlenmeye başlayan ve Siyasal İslam hareketinin en güçlü temsilcilerinden olan Milli Görüş geleneğindeki partiler analiz edilmektedir. Tüm bu gelişmelerin odağında İsmail Cem’in konuya dair çıkarımlarını ele alan yazar, O’nun İslamcı hareketlere dair gözlemlerinin kimi zaman sol cenah tarafından eleştirildiğine dikkat çekmektedir. Konuyu geri kalmışlık olgusu üzerinden inceleyen Cem, Osmanlı-Türk modernleşmesinin kendi dinamikleriyle değil de, Batılılaşmış bir bürokratik elit tarafından gerçekleştirilmesini sorunun temel müsebbibi olarak görmektedir. Dolayısıyla, Cem, 1970’lerde başlayan Siyasal İslam hareketini de, sınıfsal olarak ezilen toplumsal kesimlerin kültürel ve metafiziksel reaksiyonu olarak tanımlamaktadır. Bu hareketlerin ilerici olmasa dahi halkçı olduğuna dikkat çeken Cem, laikliğin de zannedildiği kadar halktan uzak olmadığını ifade etmektedir.
Kitabın beşinci ve son bölümünde ise, 1997-2002 yılları arasında Dış İşleri Bakanı olarak da görev yapan İsmail Cem’in dış politika konusundaki analizlerine yer verilmektedir. Öyle ki, Cem’in dış politika konusu üzerinde önemli durduğu husus, 21. yüzyılda Türkiye’nin bir “dünya devleti” olması gerekliliğidir. Avrupa Birliği standartlarını yakalamış bir demokrasi ve insan hakları düzeyiyle Türkiye’nin, Orta Doğu ülkelerine “model ülke” olabileceğine değinen Cem, dış politikayı ulusal çıkar odaklı, ancak barış temelli bir bakış açısıyla ele almaktadır. Dış politika ekseninde ilk olarak Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrüseferi aktarılmakta ve Cem’in konuya dair çıkarımlarına değinilmektedir. Bilindiği üzere, Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişi her ne kadar Osmanlı dönemine kadar uzanmış olsa da, ilişkilerin düzenli bir temele oturması İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna denk düşmektedir. Öyle ki, Soğuk Savaş yıllarındaki asimetrik ilişkiye dair tarihsel bir arka plan çizilmekte olup, Türk-Yunan sorunları ve Kıbrıs meselesi üzerinden ikili ilişkilerin gelgitleri özetlenmektedir. Tüm bu gelişmelerin ışığında, Cem’in Soğuk Savaş dönemindeki Amerikan dış politikasına karşı eleştirel tavrına değinilmektedir. Amerikan dış politikasına karşı menfi tutumuna rağmen, Cem, Türk-Amerikan ilişkilerini bir istikrar örneği olarak değerlendirmekte olup, bu ilişki ağını tutarlılık, öngörülebilirlik ve güven kavramları üzerinden açıklamaktadır. Türk-Amerikan ilişkilerinin ardından Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri ele alınmakta olup, birliğin tarihsel gelişimine dair aktarımlarda bulunulmaktadır. Avrupa kamuoyunun Türkiye’nin üyeliğine karşı olumsuz bir tavır takındığına dikkat çekilirken, Türkiye kamuoyunda da milliyetçiliğin etkisiyle AB’ye karşı olumsuz bir algının varlığından bahsedilmektedir. Konuya ilişkin Cem’in çıkarımlarına bakıldığında, Türkiye’nin 1999 Helsinki Zirvesi’ne kadar AB üyeliğine aday ülke kabul edilmemesinin temel gerekçesi olarak ülkenin yaşamış olduğu demokratik sorunlar ve Türk hükümetlerinin ikinci sınıf muameleye karşı tepkisizliği gösterilmektedir. Cem’e göre, şayet Avrupalılık bir kültürel kategoriyse, Türkiye, demokrasi, insan hakları, çoğulculuk, laiklik ve kadın-erkek eşitliği gibi konularda zaten Avrupa değerlerini kabul etmiş ve bu konudaki gereken hukuki tanzimleri yapmaya çalışan bir ülke konumundadır. Cem’in Türkiye-AB ilişkileri konusunda iyimser olduğuna dikkat çeken yazar, yine de Avrupa’da yükselen İslamofobi nedeniyle Cem’in çok da umutlu olmadığının altını çizmektedir. Zira müzakereler başarıyla tamamlansa dahi Türkiye’nin tam üyeliği için Avrupa ülkelerinde düzenlenecek referandumlarda olası kötü sonuçların çıkmasına işaret edilmektedir. Dış politika üzerine çıkarımlarda uluslararası terörizmle mücadeleye parantez açan yazar, Cem’in terörün her türlüsüne karşı durduğuna ve hiçbir gerekçenin terörü meşrulaştıramayacağına dair saptamalarını aktarmaktadır. Nitekim Cem’in de çabalarıyla PKK lideri Öcalan’ın Kenya’da yakalanma sürecine değinilmekte ve O’nun 11 Eylül saldırıları sonrası “İslami terörizm” ifadesinin kullanılmaması konusunda göstermiş olduğu hassasiyet vurgulanmaktadır. Dış politika odaklı çıkarımlara devam eden yazar Örmeci, Türkiye ile Yunanistan arasında geçmişi Osmanlı dönemine kadar uzanan ilişkilerin inişli-çıkışlı yanına mercek tutmaktadır. Tarihsel gelişime dair detaylı bir aktarımda bulunan yazar, İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde en çok izi Türk-Yunan ilişkilerinde bıraktığına dair bir analiz yapmaktadır. Öyle ki, Öcalan’ın yakalanma süreci ve Kardak krizi sonrası gerilen ilişkiler, Cem’in dostane politikaları doğrultusunda hızlı bir ilerleme kaydetmiştir. Nitekim Türkiye için büyük bir yıkım olan 17 Ağustos 1999 depreminin ardından Yunanistan’ın Türkiye’ye yardım etmiş olması da ilişkilerin derinleşen yanına ışık tutmaktadır. Dış politikanın merkeze alındığı son bölümde, Avrasya politikaları ve Orta Doğu ile ilişkiler Cem’in çıkarımları üzerinden incelenmektedir. Türkiye’yi hem Asya, hem de Avrupa ülkesi olarak gören Cem, çok boyutlu dış politikanın gerekliliği üzerinde durmaktadır. Keza Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte askeri gücün yerini iktisadi gücün aldığına dikkat çeken Cem, Avrasya’nın ekonomik açıdan son derece önemli kaynaklara sahip olduğunu belirtmektedir. Cem’e göre, Türkiye, Soğuk Savaş sonrası kültürel bağları da olan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya ile ilişkileri geliştirmelidir. Zira bu durum Türkiye’nin yumuşak gücü olarak sunulmaktadır. Ancak Cem, Orta Asya ülkeleriyle kurulan ilişkilerde kardeşlik ve kültürel bağlardan ziyade somut ve realist çizgide bir ortaklık geliştirmenin gerekliliği üzerinde ısrarcıdır. Son olarak, Türk, Arap, Yahudi ve Kürt halklarının yoğunlukta yaşadığı Orta Doğu’nun temel sorunlarına ve ülkelerin karşılıklı çıkar savaşlarına ışık tutulmaktadır. Öyle ki, Cem’in modern ve laik yapısıyla Türkiye’yi diğer Orta Doğu ülkelerine rol model olarak gösterdiği vurgulanmaktadır. Öte yandan, Cem’in İslam dünyasının barış ve demokrasiye ulaşması noktasında sarf etmiş olduğu çabalar da bu bölümde sıralanmaktadır. Cem’in hem Filistin Sorunu’na, hem de Irak’ın ABD tarafından işgaline dair yapmış olduğu çıkarımları aktaran yazar, 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin Cem tarafından olumlu karşılandığını ifade etmektedir. Çünkü Cem’e göre, Türkiye’nin Irak’ın işgaline aktif bir şekilde katılması Türkiye’nin ve Türk askerinin güvenliğini tehlikeye atabilecek son derece kritik bir eşiktir.
UPA Genel Koordinatörü ve İstanbul Gedik Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ozan Örmeci’nin yazmış olduğu Bir Türk Sosyal Demokratı İsmail Cem adlı eser, Türkiye siyasal hayatını bir sosyal demokratın gözünden yaşamış olduğu dönüşüm süreçleriyle birlikte aktarması bakımından değerli bir eser olma özelliğini göstermektedir. Türk siyasal hayatına ilişkin biyografi türündeki eserlerin niteliği göz önüne alınacak olunursa, öznel yargılardan ziyade akademik düzeyde çıkarımlarda bulunulması bakımından, kitap, derin bir bilgi aktarımında bulunmaktadır. Her ne kadar Türkiye politik yaşamına dair aktarılan olayların kendine has özgüllüğünü gözden kaçırma tehlikesiyle karşılaşılsa da, bilhassa Türk siyasi tarihine ve Türkiye’deki sol-sosyal demokrat entelijansa ilgi duyanların kitabı okumasını tavsiye ederim.
İsmail Uğur AKSOY